Menu
BEHÇET ÇELİK'LE SÖYLEŞİ
Söyleşi • BEHÇET ÇELİK'LE SÖYLEŞİ

BEHÇET ÇELİK'LE SÖYLEŞİ

2008 Sait Faik Hikaye Armağanı'nı kazan BEHÇET ÇELİK'le, ödüllü kitabı GÜN ORTASINDA ARZU üstüne EŞİK CİNİ öykü dergisinin 9. sayısında (Mayıs/Haziran 2007) bir söyleşi yayınlanmıştı.

NALAN BARBAROSOĞLU'nun gerçekleştirdiği bu söyleşiyi, Barbarasoğlu'nun izini ve katkılarıyla güncelleme dışı olarak yayınlıyoruz.

EDEBİSTAN.COM

"KARANLIĞI DUYURMAK, ÇOĞU ZAMAN IŞIK TUTMAKTAN YEĞDİR".

-Sizin, “öykü” yerine “hikâye” demeyi tercih eden bir öykü yazarı olduğunuzu yazılarınızdan biliyorum. Benim sorularımı “öykü” terimi üzerinden kurmamı hoşgörmenizi rica ederek başlamak istiyorum söyleşimize. İşte ilk sorum: Öykülerinizi anlatmadığınız ya da açık açık dile getirmediğimiz bir öykünün üstüne kuruyorsunuz. Bu sizin özel bir biçeminiz. Bu tutumunuzun arkasını görmek için soruyorum: Öykü gerçekliği içinde yaşananın arkasındaki hikâyeyi anlatsanız, öykünüz sizce ne kaybeder?
-Tercihimin nedeni bu iki kelimenin aynı olguya işaret ettiğini düşünmem ve hikâye kelimesini daha çok seviyor olmam. Siz öykü diyorsanız, ben de öyle sürdüreyim.
Sadece öykü değil, edebiyatın tamamı, hatta dil bile sadece kelimelerden ibaret değil. Kelimeler, girdikleri her cümlenin içerisinde yeni bir anlam kazanıyorlar belki de. Bir kelime her zaman aynı anlama gelmiyor. Gündelik hayatta kullandığımız dil iyi kötü bir iletişime imkân veriyor, ama orada bile arızalar çıkabiliyor. Edebiyatta −özellikle şiirde ve öyküde− kelimelerin bir araya gelişiyle, örgütlenişiyle o cümlenin akla ilk gelen anlamının dışında çoklu anlamlara açılma imkânı bulunur. Bir önceki cümle, iki sayfa önce yarım kalmış bir söz, yazarın nedense seçtiği bir ayrıntı, diyelim bir el hareketi, ya da bir sinek vızıltısının işitilişi... bunlar o cümledeki çoklu anlamların görünürlüğünü, algılanabilirliğini etkiler. Ama aynı zamanda okuyucunun ruh hali, geçmişi, birikimi, beklentisi vs de başka birinin, hatta yazarının bile çıkaramadığı bir anlam çıkarmasında etkili olabilir. Bu nedenle, böyle bir edebi metin karşısındaki okurun edilgin bir pozisyonda kalmadığını, kalmayacağını düşünüyorum. Kuşkusuz her şeyin apaçık anlatıldığı öykülerde de böyle bir yan var, ama bu gibi öykülerde okurun hareket alanı daha dardır. Okura daha geniş bir yaratıcılık alanı tanıyan öyküler okuduğumda daha çok heyecanlandığımı söyleyebilirim. Şunu da belirtmek isterim, duyduğum heyecan yazarın sakladığı bir şeyi bulmanın, onu sobelemenin, bir bulmacayı çözmenin heyecanı değildir. Daha ruhsal bir şey bu. Böylesi öykülerin bize sezdirebileceği bir şey daha var belki de. Hayat karşısındaki tavrımızla, duruşumuzla ilgili bir şey bu. Giderek daha da tekdüzeleşen bir hayat yaşıyoruz. Hiçbir şey olmuyormuş gibi geliyor bize sürekli olarak. Oysa yaşadığımız her şey, canlılığımız, canlı bir varlık oluşumuz, bütün bunlar sadece ve sadece bu “hiçbir şey olmuyormuş gibi” olan hayatımız süresince var. İşte, bu bir yandan içerisinde hiçbir şey olmuyor gibi olan öykülerde gizlenmiş, hemen kendini açık etmeyen “büyük” şeyler −aşklar, kavgalar, kırıklıklar, hınçlar vs− de olabiliyor. Hayatta da böyle değil mi? İnsanın “algısının kapılarını” açmanın türlü yolları var. Edebiyat da bu yollardan biri. Sadece okurken değil, yazarken de açılabilir algının kapıları.
Sorunuza gelince. Dediğiniz gibi yaşananın arkasındaki öyküyü anlattığımda, bu fırsatların tamamı yitebilir. Okurun metne katkısı, metnin okundukça çoğalma ihtimali azalır, algımızın bir kapısı açılacağına kapanır belki de.

-Öykülerinize, öyküsel gerçekliği, sahiciliği, inandırıcılığı sağlayan, yanıbaşımızda oluyormuşcasına bizi ikna eden gerçekliği, öykünün başlangıcıyla sonu arasındaki akışta nedensellik zincirinden hiç vazgeçmeyen bir yapıyla (anlatım sırasında zaman ve mekân sıçramaları olmuyor) kurmanıza bağlıyorum ben. Diğer yandan da anlatıcılarınız o doğal akış içinde düşünce ve duyumsamalarda geçmişe ve olası geleceğe gidip geliyor. Hayata müdahale etmek yerine hayatı yorumlamayı seçen, -bir öykü kişinizin deyimiyle- hayatla “mütareke” yapmış, kenarda durmaktan adeta hoşlanan insanlardan seçiyorsunuz bu anlatıcıları... Neden acaba?
-Hayata müdahale etmek çok büyük bir iddia. Hayatın içerdiği imkânları, ihtimalleri, sürprizleri önceden belirleyebilme yönündeki bir kibri de içermez mi bu söz? Hayatla “mütareke” yapmış öykü kahramanının kullandığı “mütareke” sözcüğünden anlıyoruz ki bir zamanlar o da savaşmış hayatla. Ama yine bu sözcükten anlıyoruz, bu bir yenilgi de değil. Durmuş sadece. Üzerine gitmeyi bırakmış. Öykü kişilerinin çoğunda böyle bir ruh hali var galiba. Daha doğrusu, böyle bir ruh hali bana anlatılmaya değer göründü diyebilirim. “Yenilgi”yi anlatmak revaçta günümüzde, ya da hayatla didişip bu mücadeleden zaferle çıkanların hayatlarını kaleme almak − biyografilere olan düşkünlük birazdan bundan, birilerinin zaferlerini okumak insanların hoşuna gidiyor. Bana cazip gelense bu ikisinin dışındaki bir tavır. Bu öykü kişilerinin hayatla beraber akmayı seçmiş, ermiş kişiler olduğu da söylenemez. Bunun da dışındaki bir hal anlatmaya çalıştığım. Bir eşikte duran insanlar bunlar. Bu eşiği geçip geçmeyecekleri belirsiz. Böylesi bir eşik günümüz dünyasını anlamak için önemli olabilir gibi görünüyor bana. Dünya böyle bir eşikte gibi görünüyor bana. Geçmişin ve olası geleceğin ağırlığından kurtulup şimdiyi kavramaya çalışmak için böyle bir “mütareke”ye dünyanın da ihtiyacı var gibi geliyor bana.
Tabii, öykülerini anlatmaya çalıştığım öykü kişileri müdahalesizlikleriyle biraz da havlu atmış gibiler. Ama onların havlu atmaları biraz farklı gibi, ya da öyle olmasını istiyorum. “Yenildik, beceremedik” diyorlar, bunun farkındalar, ama bu yenilgi fikrini hayatlarını, geçmişlerini yorumlarken her an göz önünde tutan kişiler değiller. Yorumlarını bir parça −çok değil− nötr bir gözle yapma hevesindeler. “Yenildik, ama” deyip dışarıdakilerde sorumlu aramıyorlar. İçe dönük bir yorumlama arayışındalar. Eşikte durdukları esnada, yatay bir şekilde yolun devamına değil, dikeylemesine, derinlemesine bakma ihtiyacındalar. Bunu becerebildikleri anlar da var, beceremedikleri anlar da. Seslerini −kendi içlerinde, ötekilerin gıyabında− yükseltip diklendikleri de oluyor, büsbütün bir sessizliğe gömüldükleri de. Sorunuzu yanıtlarken öykü kişilerine dair aşırı yorumlar yapmak istemem. Öykücü de, öykünün dışına vâkıf değil. Öykünün içerisinde kalarak yanıt bulmaya çalışıyorum sorunuza. Bu sorunun benimkinden farklı yanıtları da olabilir, bunun farkındayım. Siz ya da öyküleri okuyacak başka biri benim bu söylediklerimden farklı yorumlar yapabilirler öykü kişileri hakkında. Söylemeye çalıştıklarımın daha çok nasıl bir ruh halinin öyküsünün peşinden gitmeye çalıştığımın ifadesi olarak algılanmasını isterim.

-Kitabınıza adını veren “Gün Ortasında Arzu” öykünüz, alttan alta (ya da içten içe) toplumsal ve kişisel bellekle didişen bir öykü; ve öykünüzün anlatıcısı, “hatırlamak bazen iyidir” diyor. Size sormadan edemiyorum, hangi durumlarda hatırlamak iyidir?
-Bir önceki sorunuzu yanıtlarken geçmişin yorumlanmasından söz etmiştim. Geçmişi yorumlarken elimizden tutabilecek tek şey gene geçmişimiz. Kitaplardan okuduğumuz, ya da sonradan yakıştırdığımız, kurguladığımız bir geçmiş değil ama, bizatihi yaşadığımız, yaşarken duygulandığımız, sevindiğimiz, kederlendiğimiz, didiştiğimiz, seviştiğimiz kendi geçmişimiz. Tek sahici referans bu elimizdeki: Yaşadığımız şeyler − tabii, sahici şeylerse yaşadığımız. Yeni karşısındaki tutukluğumuzu giderebilir böyle bir bakış. Yaşadıklarımızla öğrendiklerimiz duygusal belleğimizde duruyorlar. Kimi zaman yaşadığımız bozgun duygusu geçmiştekinin birebir aynısını arıyor olmamızdan; bu, geçmişin bir hayalet olarak önümüze dikilmesine neden oluyor. Bu nedenle, kimi zaman bir sıfır noktası olsun ister, yepyeni bir başlangıç olsun diye arzularız. Oysa belleğimizi büsbütün yitirmeden böyle bir şey olmaz. Olduğunu sansak da olmaz. Geçmişimizle, belleğimizle ilişkimiz ikircimlidir çoğu zaman. Onla da onsuz da olamayız. İnsan olmanın, yaşıyor olmanın önemli bir yanı bu. Geçmişten gelen bilgimizle kavramaya çalışırız yeniyi. Aklımızın bir kenarında geçmişin bilgisinin şimdinin bilgisi olmayabileceğini tuttuğumuzda, işimiz hem kolaylaşır hem zorlaşır. Sürekli olarak böyle bir farkındalıkla yaşamak −becerebilsek− işlerimizi kolaylayacaktır, ama beceremeyiz çoğu zaman. Bazı anlarda bunu fark ederiz ancak. Küçük aydınlanma anlarıdır bunlar. Hatırlamak bu nedenle bazen iyidir, bazen değil. Hatırlarkenki farkındalığımıza bağlı. Kimi zaman düpedüz bir kaçıştır hatırlamak. Kimi zaman atacağımız adımın ateşleyicisidir. Hayatla “mütareke” halindeki öykü kişisinin dikeylemesine yaptığı içsel yolculuk da farkındalık arayışıdır, kendisinin bile farkında olmadığı.

-Yine aynı anlatıcı, kaldırım taşını bir özgürlük alanı olarak yorumluyor. Sonra da o alanın altını kurcalamaya -ya da doldurmaya- başladığında, özgürlük falan kalmadığını, elimizin kolumuzun sımsıkı bağlandığını (: hayatın içindeki trajediyi) görüyoruz... Ve dramımız da başlıyor. Neden bu dramı örtük anlatmayı tercih ediyorsunuz?.. Öykü gerçekliğini hayat gerçekliğine yakınlaştırmak için mi?
-Öyküdeki anlatıcının o sözünde aslında açık bir gönderme de var. ‘68’in anarşist gençlerinin meşhur sloganıdır, “Özgürlük kaldırım taşlarının altındadır.” Bu sözü anımsayıvermesi geçmişten kalan kırıntıların su yüzüne çıkmasından belki de. Anarşistler bu sözü söylerken kaldırım taşlarını söküp atmayı ima etmiş olmalılar, öykü kişisi de bunu biliyor, zamanında bunu yapmışlığı da olabilir − kim bilir? Bildiği başka şeyler de var gibi görünüyor bana. Köprünün −ve kaldırımın− altından çok sular aktığını görmüş, yaşamış. Ama akan bu suların ortalığı temizlemediği, aksine kirlettiği çok açık. Başımızı kaldırıp baktığımızda her an bunu görüyoruz zaten. Hayatın içindeki trajediyi örtük anlatmama gelince: Bu öykü özelinde şunu söyleyebilirim. Önceki soruda dediğim gibi, kendi içine dönmüş bir öykü kahramanı bu. Ama dışarıyla büsbütün ilgisiz değil. Dışarıyla ilgisi de çok bilinçli bir şey değil. İnsan içine döndükçe, derinleştikçe, sözünü ettiğim küçük aydınlanma anlarını yaşadıkça, sadece kendisi ve geçmişi hakkında aydınlanmaz, büyülü bir şekilde dışarısı da daha net görünür o derinlikte. Bu netliği sağlayan biraz da korkusuzluğudur. Derinlik korkusunu aşmış olmanın sağladığı bir netlik bu. Öykü kişisinin kimselerin görmediği ya da çok azımızın gördüğü bir şeyleri sezmeye başladığı anın öyküsünü anlatmaya çalıştım. Bu nedenle öykünün içerisine onun sezdiği kadarı giriyor trajedinin. Daha ötesini öykünün bünyesi kaldırmazdı sanırım.
Sorunuz genel olarak trajediyi, trajedileri neden örtük anlattığım sorusunu da içeriyorsa, şunu söyleyebilirim. Yazarken görmeye çalıştığım, odaklandığım, insanın iç dünyası. İçimizdeki trajedi, elimizi, kolumuzu içeriden bağlayan şeyler. Bilir gibi olduğumuz, sezer gibi olduğumuz, ama tam olarak bilemediğimiz engellerimiz. Yaşamak daha güzel bir şey olabilecekken, elimizden tutan ne? Sadece imkânlar mı, bu imkânlara ulaşamamamız mı, yoksa kendi kendimizi mi engelliyoruz? Geçmişimiz mi, korkularımız mı? Kuşkusuz dışarısının korkutuculuğu, geleceğin belirsizliği, güven arayışımız gibi dışsal olmakla birlikte yine de kendi içimizde anlamlandırırken içselleştirdiğimiz engeller de var. Özgür olamamak büyük bir trajedi, ama bunun nedeni sadece yasalar, iktisadi düzen, toplumsal değer yargıları mı? Bunlara bizim verdiğimiz önemin, bizim bunları kendi dilimize tercüme edip içselleştirmiş olmamızın hiç mi etkisi yok? Özgür olamama trajedisine içeriden bakmak edebiyatın işi. Ya da edebiyat bu bakışı mümkün kılan bir dikey yolculuk sağlayabilir bize.

-Öykülerinizdeki anlatıcıların çoğu hem 12 Eylül öncesi kültür atmosferini hem de 12 Eylül sonrasının atmosferini yaşamışlar... Açık açık söz etmeseniz de, okura içten içe bu travmanın sızısını taşıdıklarını hissettiriyorsunuz; bazen içlerindeki sızının farkındalığıyla, bazen gerçekliği kabul etmenin bilgeliğiyle, bazen de kendilerine dönük bir ironiyle bakıyorlar hayata. Peki, siz nerede duruyorsunuz öykü kişilerinizi yazarken, hangi mesafeden bakıyorsunuz onlara?
-Omuz başlarındayım sanırım. Öykülerin çoğunu ben anlatıcının ağzıyla yazıyorum. Bunu hakkıyla yapabilmek için öykü kişisinin çok yakınında olmak gerekiyor, onun nerede, ne hissettiğini bilebilecek kadar yakın. Belki de şah damarlarının orada bir yerdeyim. 12 Eylül’de 12 yaşındaydım. 12 Eylül öncesini bir çocuk olarak, hemen sonrasınıysa bir yeniyetme olarak yaşadım. Öykü kişileri benden azıcık yaşlı olmalılar, sizin dediğiniz gibi 12 Eylül öncesinin kültür atmosferini yaşamışlarsa. Tabii, kültür atmosferini solumak için bizzat yaşamak gerekmez. Bazen bir kültür atmosferi sonraki yıllara da sirayet eder üstelik. Üniversiteye girdiğim yıllar, gençlik hareketlerinin yeniden oluşmaya başladığı yıllardı. 12 Eylül sonrasının baskı ortamı içerisindeydik, ama bilgilerimizin tamamı bizden önceki kuşaktan tevarüs ettiğimiz şeylerdi. Yine de gençlik hareketleri içerisindeki yaşıtlarım bir nebze bir yenilenme çabasındaydı. Ama hâkim kültürel atmosfer bizden öncekiler tarafından belirleniyordu. Büyük bir fark vardı ama. Yakın gelecekte büyük bir şeyler olacağı umudundan, beklentisinden çok uzaktık. Devletin gençlere tavrıysa pek değişmemişti, hatta daha zalimaneydi; kültürel atmosferi belirleyen bir etmen de dışarısının (devletin, toplum genelinin) yaydığı havadır. Travmayı yaratan sanırım 12 Eylül sonrasına hâkim olan bu havaydı. Kendi içlerine dönme cesaretini gösterenlerin çabucak yenilgi duygusuna kapılmasının nedeni de budur sanırım.
Lukacs’ın romanı tanımlarken söylediklerini önemli bulurum. Her şeyin alınır satılır olduğu −şeyleşmişâˆ’ bir toplumda sahicilik arayan sorunsal bireylerin anlatısı olarak tanımlar romanı. Kitaptaki öykü kişileri de biraz böyleler galiba. Ama yazdığım öykü olduğu için, toplumsal yapı, öykü kişilerinin geçmişte yaşadıkları vs ancak öykünün şimdiki zamanına etkili oldukları yer ve ölçüde yer buluyorlar. Tepkilerinde, tepkisizliklerinde, duygularında, duygulanamamalarında saklı bunlar.

-Gün Ortasında Arzu’daki öyküleri üç bölümde sıralamışsınız. İlk bölümdekilere “dönüş”, baba ocağına dönüş öyküleri denebilir. Diğer yandan, “dönmek”, öykülerinizde hiç gitmemiş olmak gibi de bir içerik kazanıyor. Öykü gerçekliğinden hayat gerçekliğine geçerek bakarsanız, insan baba ocağından / anne kucağından hiç ayrılmıyor mu yoksa?
-Bir önceki öykü kitabımın yayımlandığı günlerde hiç aklımda olmayan bir kitap hazırlama teklifi aldım Tanıl Bora’dan. İletişim Yayınlarının Memleket Dizisi için bir Adana kitabı hazırlamamı istedi. Sonraki iki yıl yoğun bir biçimde bu kitap için çalıştım. Yazılar istemek, gelen yazılar üzerine düşünmek, kitapta yer alacak kendi yazılarımın yazılması... Baba ocağım olan, hayatımın ilk on sekiz yılının geçtiği Adana, önceki yıllarda hiç olmadığı kadar gündemimde oldu. Sanırım, “dönüş öyküleri” fikri bu kitabı hazırlamasaydım aklıma gelmezdi.
Baba ocağına dönüşü yeğlememin bir nedeni de, dikey yolculuklarında geçmişlerini didiklerken, mekân olarak da bir zamanlar yaşadıkları yerde bulunmalarının öykü kişilerinin bu yolculuklarını kolaylaştıracağı düşüncesiydi. Adana’ya Kar Yağmış’ı hazırlarken ister istemez Adana’yla ve kendi geçmişimle de yüzleştim galiba. Bu yüzleşmenin yazdırdığı öyküler olabilir söz ettiğiniz öyküler.
Geçmişimizin bilgisinden söz ettim önceki sorularınızdan birinde. Bu bilgiyi içimizde saklıyoruz. Baba ocağımızı / anne kucağımızı da bu ölçüde saklıyor olmalıyız. Benim yaşadığım yüzleşmenin daha derinini öykü kişileri memleketlerine dönmek zorunda kaldıklarında yaşamış gibi duruyorlar. Bu yüzleşme ya da karşılaşma derinleştiğinde zamanda yolculuk benzeri bir şey yaşanıyor galiba. Hiç gitmemiş gibi olma hissi böyle bir şey. Bir yanılsama, tatlı bir yanılsama, insanı bir süre oyalayacak bir şey. Ama gitmiş de dönmüşseniz, bu bir yerde kendisini hissettirecektir. Şehrinizin, arkadaşlarınızın, hepsinden önemlisi sizin çok değişmiş olmanız bu yolculuğu kesintiye uğratacaktır. Bu yanılsamanın yaşandığı ve kesildiği anların öykülerini yazmaya çalıştım galiba.

-Kitabınızın ilk bölümündeki öykülerin başında Oktay Rifat’in “Dilmeceler”inden “Gün batmasa her kente dönebilir” dizesi yer alıyor. Sizce, gece mi bizi o kendimizi daha güvende hissettiğimiz anarahmine dönmeye kışkırtan?
Tam tersini düşünüyorum. Gece, dönemeyeceğimizi duyurur bize. Belki gün batmaktayken göğün yaşadığı değişim, renklerin birbirine geçmesi, ışığın azalması ama büsbütün çekilmemesi bizde her şeyin mümkün olduğu hissini uyandırabilir. En olmaz düşlerin kurulduğu andır bu. Ama ışık büsbütün çekilip gece indiğinde, kendimizle kalıp içimize döndüğümüzde elimizden tutan, hareketlerimizi sınırlayan her şey çöreklenir üzerimize. Gün batmasa yapabileceğimizi sandığımız şeyler gece çökünce imkânsız gelmeye başlar.

-Kitabınızın ilk bölümündeki öykülerde verili dünyanın değişeceğine dair umutlarından uzaklaşmış insanları da okuyoruz bir yandan. Yoksa umut, sadece bir gençlik duygusu mu sizce?
Umut değilse de cesaret biraz öyle galiba. Bütünüyle umutsuz değiller bence öykü kişileri. En azından kendi hayatlarında harekete geçip dönmüşler. Bu yeni bir başlangıç umuduna işaret ediyor. Döndükten sonraki hayatlarında da kendilerine itiraf edemedikleri umutları yok değil. Becerip beceremeyecekleri başka bir şey ama umutsuz değiller. Dünyanın değişmesi umudunu yitirmiş gibiler, ama umudu yitirmek her zaman umutsuzluk değil. Hatta bunun bir imkân olabileceğini söylüyor bir öykü kişisi. Umudunu yitiren insanın hiçbir şeye hayıflanmayacak olmasından söz ediyor. Bu biraz da geçmişin ağırlığından kurtulmak değil midir? Beklentisizlik beklemekten daha açık kılar insanı.

-“İyi Olacak İyi” adlı öykünüz, “Sayfa boştu, hep boş olmuştu, boş kalacaktı” diye bitiyor. Öykü kişiniz açısından baktığınızda bir kadercilik mi bu gözlem, yoksa bir bilinç mi?
Bu, içsel bir farkındalık galiba. Ne kadar yakınında olsam da öykü kişisinin, her şeye vâkıf değilim onun hakkında. Kendi içine ve geçmişine döndüğünde fark ettiği bir şey sayfadaki boşluk. Bu cümle öykünün son cümlesi olmakla birlikte, öykünün geçtiği ana ait değil. Bir hafta önce yaşadığı bir şeyin anımsanması. Belki de öykü boyunca bize anlattıkları geçmişiyle yüzleştiği, sayfanın boş olduğunu fark ettiğinde başlamıştır.

-Kitabınızın bölüm epigraflarını ikinci yeni şairlerden seçmişsiniz. Ve gerçekten de bölüm öyküleriyle örtüşüyorlar. Örneğin ikinci bölüm öykülerinin başında Edip Cansever’in “Benim sözlerim eksildi // Onunkisi de eksildi // Zaten kelimeler sonludur” dizeleri yer alıyor. Ve gerçekten de öykü anlatıcılarında eksiklik duygusu hâkim; içten içe çağıldayan derin bir kaygı ve tedirginlik de. Yazar olarak eksiklik duygusuyla öykü yazma arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Eksiklik duygusu, genelde sanatın, özelde edebiyatın neresinde duruyor sizce?
-Eksiklik duymayan, her şeyi tam olan birinin edebiyat gibi zahmetli ve semeresiz bir işle uğraşacağını sanmıyorum. Sorunuzu, edebiyatçıyı yazmaya iten neyin eksikliğidir diye algılıyorum. Ya da edebiyat neyi tamamlar? Sanırım edebiyatçı kelimelerin eksikliğinin farkındadır. Bir durumu, bir olayı anlamlandırabilmek için gerekli olan kelimelerin ve kelimelerin yaratacağı bütünün arayışı değil midir edebiyat? İlk bakışta bunun tam tersi gibi görünecek bir şeyi de amaçlar edebiyatçı. Kelimelerin ötesine geçmek ister. Kelimelerin boğduğu, gürültüye getirdiği, daha derindeki, daha sahici şeyleri araştırır. Bunu yalnızca kelimeler aracılığıyla yapabilecek olmak gibi paradoksal bir yan da var. Ama edebiyatın gücü de bunda. Edebiyatın −yazan için olduğu kadar, okuyan için de− eksiklik duygusuyla baş edebilme uğraşında önemli bir araç haline getiren, edebiyatçının bu paradokstan ürkmeyip buna meydan okumuş olmasıdır. Hiçbir zaman tamamlanmayacağını bildiği bir eksiklik duygusuyla baş etme sürecidir edebiyat. Edebiyat bazen başka şeylerin tamamlanmasına yarıyor olsa da −günümüz edebiyatını düşündüğümüzde edebiyatın başka hangi eksiklikleri giderdiği sorusuna kolaylıkla yanıt bulunabilir−, bana sahicilik duygusu veren edebiyat anlam dünyamı zenginleştiren edebiyattır. Öykü özelinde şunu da söyleyebilirim. Beğendiğimiz, bizi çarpan bir öykü, bizim eksik bir parçamızı bize sunmuştur. Üstelik öykü eksikli bir türdür. Anlattığı kişinin, olayın bütünlüklü bir profilini sunmaz. Ama onun içerdiği eksiklikler bizim o öyküye sızmamıza imkân tanır.

-“Herkes bir yerde birbirine çarpar bu âlemde. Herkesin herkese anlatacağı birileri vardır. Bir yerlerde adı anılır herkesin. Sözün tükendiği yerde, bir isim kısa ömürlü bir kıvılcım olur” diyor “Islak Muşamba”nın anlatıcısı. Hayat içinde bazen bir süre de olsa sıkı arkadaşlık kuran, bazen birbirine değip geçen insanların birbirlerinde bıraktıkları izleri tartışıyor kafasının içinde. Başkalarında anlatılanlar üzerinden bir imgeye dönüşen varlığımızı; bunun yerindeliğini ya da yol açtığı yanılsamayı didikliyor sessiz sessiz. Ve bu sessizlik bir çığlığa dönüşüyor okurda. Sessizliğin çığlığa evrilmesi, −kuşkusuz− çok çarpıcı... Ama yazma sürecinde sizi hırpalamıyor mu?
-Bana iyi geliyor öykü yazmak. Bir tür iç görü sağlıyor kimi zaman. İnsan bazen içerde gördüklerinden hoşnut olmayabilir, dediğiniz gibi hırpalanabilir, ama hiç görmemekten iyidir hırpalanmak. Öte yandan, yazmak aynı zamanda insanın belirli bir mesafede durmasını da sağlıyor. Yaşarken karşısında soğukkanlı olamadığınız bir şey yazarken bu mesafe nedeniyle baş edilebilir bir şey haline gelebiliyor.

-Öyküleriniz genelde gün ışığında geçiyor. Gün ışığının kendisi de, gölgeleri de öykülerinizde yarattığınız atmosferin ayrılmaz bir parçasına dönüşüyor, okurken etkisine giriyoruz. Bilinçli bir tercih mi bu nitelik?.. Yazarken ve okurken siz bu etkiyi ne kadar önemsiyorsunuz?
-Kesinlikle bilinçli bir tercih değil. Siz söyleyince fark ettiğimi söyleyebilirim. Ama bu galiba başka bir tercihimle örtüşüyor. Hayatı bölünmüş olarak yaşıyoruz. İş saatleri var, bir de işten çıktıktan sonraki saatler. Hazlar olsun, duygular olsun işten sonraki saatlere erteleniyor. Bir anlamda iş saatleri insan olmanın asal yanlarını askıya aldığımız saatler. Bu bölünmüşlüğün içerisinde kaçamaklarımız olmuyor değil. Dalıp gittiğimiz, hayal kurduğumuz, işten çaldığımız saatlere sıkıştırdığımız daha sahicisinden şeyler... Bunları yaşayabilmek için kaçmak zorunda oluşumuz, modern dünyanın insana dayattığı büyük bir zulüm. Böyle kaçamak anlarını yazmanın bilinçli bir tercih olduğunu söyleyebilirim.

-Kitabınızın ikinci bölüm öykülerinden “’Yaz Bitti’ Diyorlar”, hemen fark edilemeyen bir erotizm dokusuyla örülmüş, erotik duyumsamalar gündelik hayatın ayrıntıları arasına dağıtılmış... Pek örneğine rastlamadığımız bir incelik bu... Örtülü anlatım, bu öykünüze daha katmanlı bir duyumsama boyutu kazandırmış. Hayat gerçekliğiyle bir bağlantı kurmanız gerekirse, yazar olarak bizimle erotizme bakışınızı paylaşır mısınız?
-Erotizmle ilişkimiz bizim en karanlık yanlarımızdan sanırım. İçine dönen bir kişinin en çok hırpalanabileceği alanların başında cinsellik gelir belki de. Ama bunun peşinden gitmek, kişinin kendindeki erotizmi, cinsellikle ilişkisini araştırması algının başka kapılarını da açabilir gibi gelir bana. Tensel ilişkide iki insan arasındaki iletişim çok doğrudandır. Bu doğrudanlık koruma duvarlarımızı ortadan kaldırır, kolay hırpalanabilirliğimiz de bundan kaynaklanır. Ama bu duvarların kalkması kişinin kendisiyle ilişkisindeki duvarları da zorlar. Aynı şekilde, kendisiyle ilişkisinde söyleşimizin başında söz ettiğim dikey yolda ilerlemiş birinin seviştiği insanla ilişkisi de daha doğrudan olur gibi geliyor bana. Dolayısıyla, bir öykü kişisinin kendisiyle ilişkisini anlatırken onun erotizmi algılayış ve yaşayış biçimi de yazının alanına giriyor. Edebiyatta cinselliği konu almak riskli gelir bana. Kolaylıkla çiğ bir metin çıkabilir ortaya. Örtülü anlatım bu riski azaltır, ama söz ettiğiniz öyküdeki erotizmin örtülülüğünün nedeni başka. Öykü kişisi öbür öykülerdekilerden biraz farklı, silkinmeyi başarmış gibi görünüyor. Bu silkinmeyi sağlayan da bir kadına duyduğu erotik duygu galiba. Kaynağını erotizmden almış bir silkinmeyi anlatırken erotizm o öykü kahramanının her yanına, gördüklerine, işittiklerin, anımsadıklarına siniyor diyebiliriz. Belki de örtülü bir erotizmden çok her yana sinmiş, yayılmış bir erotizm var bu öyküde. Ya da ben öyle olmasını istedim, ama ne ölçüde becerebildiğim başkalarının takdir edebileceği bir konu.
Erotizm, dediğim gibi kişinin karanlık alanlarına açılan bir kapı, bu nedenle bu karanlık alanlara ışık tutmaya, ya da bu karanlık alanların karanlığına gömülmeye niyetlenen edebiyatçı için −edebiyatın ışık tutmak gibi aydınlatıcı bir rolü olduğunu düşündüğüm sanılmasın, karanlığı duyurmak çoğu zaman ışık tutmaktan yeğdir− erotizm bereketli bir alandır.

-Kitabınızın üçüncü bölümündeki öykülerinin önünde Turgut Uyar’ın “Yenilgi Günlüğü”nden “yarın pazar // yarınki pazarların sessizliği” dizeleri yer alıyor. Ve bu öykülerin ortak noktası ise, hikâye anlatmanın, öykü yazmanın anlamını sorgulamaları. Sessizlikle, özellikle pazar günlerinin sessizliğiyle okumak ve yazmak arasında ne türden bir ilişki var sizce?
-Aslında pazardan çok cumartesiyi işaret etmek için o dizeleri seçtim. “Yarın pazar”sa biz cumartesideyizdir. (Bu söyleşiyi bir cumartesi günü yapıyor olmamız da tesadüf değil galiba!) Kitabı oluşturan öyküleri bir araya getirdiğimde şunu fark ettim, öykülerin bir bölümü cumartesi gününde geçiyor. Hatta birinin adı bile “Olağan Cumartesi.” Hayatını yazarak değil de başka bir iş yaparak kazanan biri olduğum için benim yazma günüm cumartesi çoğunlukla. Hafta içinde akşamları, ya da bir yerlere giderken vapurda, otobüste okuma imkânı bulabiliyorum, hatta öykü dışında yazdığım yazıları hafta içi akşamları da yazabiliyorum, ama bir öyküye girişmek için daha geniş bir zaman gerekli gibi geliyor bana. “Hafta sonu öykücüsü”yüm diyebilirim. Bu durumun etkisi olabilir bunda. Başka bir soruyu yanıtlarken dediğim gibi, modern dünyada bölünmüş hayatlar yaşamak durumundayız. Sadece yazıp çizen insanlar için değil bu, herkes için böyle. Örneğin çocuklarıyla hafta içinde ilgilenemeyen ana babaların çocuklarıyla biraz daha zaman geçirdikleri zamandır hafta sonları. Ertesi hafta yeniden çalışabilmemiz için bize cumartesi ve/veya pazar günü lütfedilir aslında. Bizi düşündüklerinden değil, yeniden çalışabilmemiz için. Bu daracık zamanı kendimizi yenilemek için kullanmaya çalışırız. Bunun yolu kimimiz için okuyup yazmaktır, kimimiz için gezip tozmak, maça gitmek ya da alışveriş yapmak. Hepsini birden yapmaya çalışırız tabii ki. Sonra pazar akşamı olur. Ertesi günün kederi değildir içimize dolan, nasıl olup da çabucak geçtiğidir bu tatilciğin. Daha yapmak istediğimiz ne çok şey vardır, ertesi hafta sonuna kalan.

-Üçüncü bölümdeki “İntikam Peşinde”de bir ara kameranın önünden geçen adamın heyecanını, “Hikâyeden Bir İş”te işi kameraların arkasından bakmak olan genç bir adamın duyumsamalarını okuyoruz. Bu “bakmak-bakılmak”, “görmek-görünmek” ikiliği, gündelik hayat gerçekliğimizin de patolojik bir parçası. Sanki, bizi sözlerden çok görüntüler yönlendiriyor. Konuyu edebiyatla gündelik hayat arasına giren mesafeye bağlarsak, siz neler söylersiniz?
-Guy Debord, Gösteri Toplumu’nda pek çok yönüne değinir günümüz dünyasında görüntünün aldığı halin. Kitabın adı bile çok şey söylüyor. Gösteri toplumunda yaşıyoruz, bir önceki dönemde, klasik kapitalizm çağında her şey alınır satılır olmuştu; yeni dönemdeyse bu şeyleşmenin yerini görselleşerek şeyleşme aldı. Bazı düşünürler daha da ileri gidip görüntüdeki gerçekliğin asıl gerçekliğin yerini aldığı siber bir dünyada yaşamaya başladığımız haberini verdiler. Sonuçta, nasıl göründüğümüz nasıl biri olduğumuzun önüne geçti. Gündelik hayatı çözümlerken semiyolojinin daha çok rağbet görüyor olması, imgelerin çözümlenmesinin günümüz dünyasını anlamamız için eskisinden çok daha fazla ipucunu bize sunuyor olmasının bir sonucu. Üstelik bu imgeler ne olduğumuzun da işaretini taşıyor. Yine de insanın dışarıya sunduğu imgesinin ötesinde bir de iç dünyası var. Edebiyatın da kuşkusuz söz ettiğim imgelerle bir alışverişi var, ama insanın derinine bakmaya, görünenin ardını araştırmaya hâlâ ihtiyaç duyuyorsak edebiyatın modern (ya da postmodern) dünyada hâlâ yapacağı şeyler var.

-Üçüncü bölümdeki öykülerin anlatıcıları kuşkusuz −diğer öykülerde olduğu gibi− savunduğunuz düşünceleri de, karşı olduğunuz düşünceleri de dile getiriyorlar. Siz öykülerinizden birinin doğrudan öykü kişisi olsaydınız, edebiyat, okumak ve yazmak üzerine neler söylerdiniz bize?
Öykülerin bazısının cumartesi günlerinde geçtiğini fark ettiğim gibi, yazmak konusuna odaklanmış öykülerin de hiç az olmadığını öyküleri bir araya getirdiğimde fark ettim. Bir zamanlar yazıp çizmiş, ama sonra ne olduysa yazmayı, okumayı bırakmış öykü kişilerinin ciddi bir yekûn tuttuğunu görünce ürktüm aslında. Son dönemlerde edebiyatımızda yazmanın kendisini, yaratma sancısını vs öykü konusu olarak seçme eğilimi malumunuzdur. Bu bana biraz tuhaf gelir aslında. Kimse kimseyi yazmaya zorlamıyorken, yazma eyleminin zorluklarından, sancılarından söz etmek çok manidar görünmez bana. Bir arkadaşım kitabı okuduğunda, yazmakla ilgili öykü kahramanlarının çokluğundan bu eğilimi hatırlatarak şikâyet etti. Neyse ki kitaptaki öykü kişileri yazmaktan, dergi çıkartmaktan vs elini eteğini çekmiş kişiler. Edebiyatın vazgeçilmez bir şey olmadığını yaşayarak görmüş, belki bunun sızısını bir parça duyan, ama çokça da kabullenmiş haldeler.
Dediğiniz gibi, onlardan biri olsaydım, onları yalnız bırakmazdım sanırım. Ayıp olur aksini yapıp onları yalnız bırakmak. Onlar gibi, “Edebiyat vazgeçilmez değildir, edebiyattan daha mühim şeyler vardır hayatta,” derdim, ama bunu edebiyat aracılığıyla söylerdim − yaptığım da bu galiba kitapta. Onlar da muhtemelen dalga geçerlerdi benimle. Sonra bu konuyu konuşmak için içmeye giderdik hep birlikte. Gider ve başka şeyler konuşurduk.

(Eşik Cini, sayı: 9, Mayıs-Haziran 2007)