Menu
KASIRGANIN İÇİNDEN KASIRGAYA KUŞBAKIŞI
Deneme/İnceleme/Eleştiri • KASIRGANIN İÇİNDEN KASIRGAYA KUŞBAKIŞI

KASIRGANIN İÇİNDEN KASIRGAYA KUŞBAKIŞI


1

Yaşarken yaşarken bir de bakmışsınız, yaşananların bir anlamı kalmamış, hayata yüklediğiniz değerlerin hiçbir hükmü yok... Gece sabah, sabah akşam, akşam gece olurken bugünler dünlere benzemeye başlamış, yarınlar belli şimdiden. Merak, heyecan, hatta umut  pılısını pırtısını toplayıp çekip gitmiş içinizden... Bu duygu durumunu “depresyon” adı verilen duygusal çöküşle açıklayabilir misiniz?.. Elbette açıklarsınız. Hatta koşullarınız da uygunsa perdeleri sıkı sıkıya kapatıp yatağınıza girip yorganı da başınıza çekersiniz ve çöküntünüzü bir konfora dönüştürerek bütün gündelik sorumluluklardan azade sürdürürsünüz hayatı. Tabii nereye kadar?.. Gözleri ışıldayarak ‘gittiği yere kadar’ diyenleri duyar gibiyim. Pek de gittiği yere kadar olmuyor... En azından hayat pratiği içinde bu duygu durumuyla bir yerlere ulaşmışına pek rastlanmıyor. O, herkesin kendi meşrebine göre yaşadığı, bilinmez karanlık dışında:

“Yaşadığım sevinçler tükenmişti. Gençken katlandığım sıkıntılar artık katlanılmaz olmuştu. Yorgunluk... bezginlik... umudun yerini almıştı. Dert, gelip karşımda dimdik durmuştu. Başka bir dert ondan ayrışmış, daha büyük dert olmuştu. Yeni dertlerin yüklenmesine örnek olmuştu. Yapay bir dinginliğe bırakmaya çalışmıştım kendimi, içimde sanki çıban çıkmıştı. Unutmaya çalışınca çıban dikenleniyordu. Kendisini unutturmuyordu. “Kanatırım haa!” diyordu. “Kanatırsam...”

Yılgınlık hep parıltılarla dinç tutmaya çalıştığım direnci kaplamıştı. Onu paslandırmıştı. Direncim kırıldıkça, yılgınlık çoğalıyordu. Sanki kendimi tümüyle bırakmam gerekiyordu.

Kıskaç, ha kapandı ha kapanacakmış gibi gerginliğini artırmıştı, dayanılmazdı.

Kendime doğru hep geri çekilir olmuştum. Yenilginlik tutmuştu yakamdan, beni sarsıyor, sarstıkça bana kinleniyordu. Sanki artık bitmesini istiyordum, -her şeyin bitmesini... Ve daha artan bir kinle, beni kendine iteliyordu yenilgi.

Kuyu derindi.. karanlıktı.. ölümdü.”

2

Unutamamak. Her şeyi unuturken, unutmayı öğrenmiş sayarken kendini, sıkıştığın kuyuda unutamadığını fark etmek. Can yakan bir yaprak gibi gözlerinin önünde dolaşması dipdiri bir yüzün, bir adın. Unuturken de, anımsarken de ihanet içinde bellek. Yüzleşiyorsun çaresiz. Bir hızar makinesinin motoru hiç susmuyor içinde. Şehrin gürültüsü de, boşluğun yankılanan uğultusu da bastıramıyor çalışan hızar motorunu. Kulaklarını keserek de kurtulamıyorsun o sesten... O sese kulak vererek de! Gidip geleceksin o sesten bu sese. Huzursuzluğun ezgisi bu. Yaşanan yalanların... Büyük yalanların, küçük yalanların. Bir dağ yamacının gürültülü sessizliğine uzanmak isterken, ormanın yeşil, denizin mavi gürültüsüne... Bir hamakta biteviye gidiş geliş o salınım. Devinimdeki devinimsizliğe uzanarak not düşmek:

“Tam otuz dört yıl olmuş –geçmemişim sokağından!

Tutkunluğu çıldırtan bir büyük sevdanın bana kendimi öldürtecek olması. Çıkmayan sesimle alevlenen kırılgan gönlümün ateşi. Sırtımda bir kırbaç eğrisi. Boşa geçecek bir gençliğin sendeleyen adımlarıyla yanına varamadığım kız.

Elimin varıp varıp uzandığı ölüm.

Sokağının küçük kuş sesleri.”

3

Mutfağın ışığını kapatıyorum. Balkon kapısından hafif bir poyraz giriyor... Dışarda gece ışıksız. Karanlık bir perde dalgalanıyor içimde. Koyu bir tortuyu bırakıyor bana. Hayır, ağırlığını değil, varlığını duyumsuyorum tortunun. Uzaktan bakıyorum. Dokunmak istemiyorum; dokunsam yağlı kara bir is buluşacak sanki parmaklarıma. Uzak yaşamak istiyorum, olabildiğince uzak... İnsanlardan, ilişkilerden... Açık denizde kırmızı bir sandal düşlüyorum, kıyıya uzaktan baktığımı, sahilde top oynayan çocuklara el salladığımı, balığa çıkan teknelere selam verdiğimi... Konuşmamak, cümle kurmamak, kurduğun cümlelerin havada asılı kaldığını görmek istemediğim için belki... Yığılır gibi oturuyorum sandelyeye... Şarap koyuyorum... Sosun kıvamını mı tutturamamışım?.. Lokmalar ağzımda büyüyor. Biliyorum, “Sen olsan tadı olurdu makarnanın.”

4

Bir zamanlar hayalleriniz vardı... Beklentileriniz... Özlemleriniz... İstekleriniz... Düşleriniz... Ki, sırf düş görmek için uyuduğunuzu çok iyi hatırlıyorsunuz. Bir düşü gerçekleştirmek için alelacele güne başladığınızı... Dipdiri, taptaze nar gibi uzanırdı önünüzde gün... Bir zamanlar... Hangi zamanlar?.. O zamanın önüne kurulan ve kurumlanan “bir” hayatınızın hangi dönemini işaret ediyor? Hatırlıyor musunuz?.. Durun bakalım, başka birinin hayatından söz ediyor olmayasınız? Olur mu, olur... O hayalleri bir başkası yaşamış olabilir... Bir filmden kareler gibi hatırlanıyorsa yaşananlar ya da adeta sürüp giden bir romandan sayfalar... Anlarsınız sanki ve bir im koyarsınız bu kavrayışa: “Paylaşılmasında iyice gecikilmiş gerçek bir nardı.”Ardından aydınlanmaya benzeyen bir ışıkla mırıldanırsınız: “Sevinmeyi niçin haketmiş olayım ki!..” 

Bahar örtüsünü sermiştir gökyüzüne, yeryüzüne; güneş kokusunu bırakarak geçip gidiyordur eşyaların üstünden, balkonda asılı ıslak çamaşırlardan... Kocaman kaç dolunay doğup doğup batmıştır sabaha... Dolunayda fosur fosur uyuyanlar, bedenlerini kat kat yorganların altına gizleyip havalandırılmamış yataklarında kıpırtısız uzanıyor, rüyasız bir uykunun içinde hayatı boğuyorlardır başkaları adına da. Oysa siz ilkyazı beklemeden halılarınızı bile kaldırmışsınızdır... Bir güzel yıkayıp/yıkatıp kurutmuş, naftalini bolca serpmiş, erken bir yaz enerjisiyle dolmuşsunuzdur eski bir alışkanlıkla belki de... Bahar temizliğinizi yapmış, kıyı bucak hafiflemişsinizdir evinizle birlikte... Şıkır şıkır sabahlardan birinde kahvenizi içerken bir kıpırtı hissedersiniz: “Ama kış yine gelecekmiş gibiydi sanki. Doğa yeni bir huy edinmişti kendine: Yanıltmayı sever olmuştu. Karşıki bahçenin –biraz erken- çiçeklenmiş ağaçlarına baktım. Sonra ağır ağır gözlerimi yanlardan yukarı kaldırarak, sahne dekoru altındaki gizli ışığa bakarmış gibi gökyüzüne diktim gözlerimi.”

5

Gökyüzünde birbiriyle saklambaç oynayan bulutlara dalıp gitmişken küçücük bir bebeği kucağınıza almış gibi, küçücük bir bebekle dünyanın tüm bebeklerine dokunuyor gibi, anneliğinin ilk günlerini yaşayan kadınların tedirginliğine yuvalanmış gibi kaygılarla dolup taşarken bir “iyimserlik”e kapılabilirsiniz:  “Gözyaşı vurguncuları örgütlenir, kırbaç şaklatır, daha çok ağlamak için... daha çok gözyaşı elde etmek için.. gözyaşını altına, elmasa çevirmek, daha çok kazanmak için, erkekleri elde eder, onların evlerinde kadınlarına, kızlarına, çocuklarına, taze bebelerine, güçsüz kalmış yaşlılarına işkence etmeleri, daha çok gözyaşı toplamaları için onlara / erkeklere kâr payı dağıtır, cenneti onların ayakları altına yaydıklarına inandırır, karşı çıkanların gözyaşlarını kendilerinin çocuklarına toplattırır, kızgın demirle dağlanır, daha çok ağlanır.. ve, çocukların başarıları ödüllendirilirdi, -babalarını kanırtan çocukların...

İyi ki para etmiyor gözyaşı.”

6

Gözyaşının her türlüsünü akıtmış, acıyı mayalı ekmek gibi sindirmiş bir hayattan çıkıp gelenlerin gözleri keskinleşir, sezgileri bilenir... Ve şehrin en geniş meydanına bir pankart açılır: “Cehennem çok kalabalık olacak, şimdiden yerinizi ayırtınız!”

Neden cennet vaatleriyle tutuşturulmuştur tüm cehennem ateşleri?.. Ve neden bir cehennem provasıdır yaşamak?.. Perdeleri sıkı sıkı çekilmiş korunaklı evlerde aynalar asılıdır. Aynalarda hep başkasının yüzlerine bakılır... Aynanın sırrı kördür sanki; yüzünü göremezsin... Başkalarının gözleriyle başkası olmaya mahkûm kalmak zorunda mısın?.. Gözlerine kendi gözlerini bulana kadar bakamaz mısın aynaya? Aileni, ailen saydığın herkesi suçlamaktan vazgeç de, bak artık gözlerine... Aile yadigârı aynaları kır erden bir sabah ışığında... Semt pazarından yeni bir ayna al... Kendi gözlerini bulana kadar gözlerine bak aynada! Istıraplar Ansiklopedisi’nden* hiç olmazsa bir dize seç kendine ve aynaya bak... Bak aynaya!

7

Bir ara bir ses duydum. Bir şey kırıldı sanki... Bardak mı mutfak tezgâhındaki yoksa bir kapı camı mı şangırtıyla kırılan? Gözlerimi açamadım. Başımın davul gibi şiştiğini, bir ağrının içinde zonkladığını da o sırada duyumsadım. Zorlasam da açılmadı gözlerim. Yattığım yer neresiyse, yatağım olmalıydı, kalkamadım. Gözlerimi açabilseydim ve kalkabilseydim, kalkmayı bırakın, bakabilseydim... Ne kırılmıştı, anlardım. Belki... Boş bir yer olmazdı kafamın içinde, zonklamalar dansa kalkmazdı o boşlukta. Kara bir perde inmişti zamana ve zonkluyordu unuttuğumu sandığım her şey... Zamana yayılmış her şey... Zonklaya zonklaya yaşıyordum geçmiş ve gelecek zamanı, parça parça... Unuttuklarım unutmadıklarımın üstüne karanlık bir tül gibi yayılırken zonk zonk başım. Bir yanardağ patlamaya hazırlanıyor sanki... Biriktirdiklerini kusacak yeryüzüne... İçinde unuttukları ateşlerle fokurdayacak ve yangınlarla fışkıracak yeryüzüne. Gözlerim... Gözlerimi açmalıyım... Sabah olsun, gün ışığı açsın gözlerimi... Patlayacaksa patlasın bir yanardağ... Hazırım:

“Yitik gün.

Kendime derinlemesine bakmaktan usandım. İçimdeki kurtulamadığım karanlık! O kararmışlığı kazımaktan.. kararmışlığı kazımaya çalışmaktan.. kazıyıp kazıyıp da kararmışlığın daha koyusunu bulmaktan, usandım.

“Ölürsün natürmort bile olamazsın!”

“Sen ol!”

Bugün –yine- yitik gün.

Yıpratılmış gün.

“Natürmort... ”

8

İçiniz katılmış sabah ayazında. Hem de mevsimlerden yaz... Bilemediniz ilkyaz. Çoban yıldızı görünmüyor durduğunuz balkondan. Güneşin ilk ışıkları altında bir kahve fincanıyla dikiliyorsunuz gökyüzünü parça parça seyredebildiğiniz balkonunuzda. Kahvenin sıcak dumanı yüzünüzde soğuyor. İçinizin katılığı bir heykeli çağrıştırıyor size. Tırnaklarınızla yonttuğunuz taştan bir heykelsiniz... İçinize taşın dokusu yayılıyor... Kasılmalar... Duyumsuyorsunuz... Evet, kasıla kasıla katılaşıyorsunuz. Taş kıvamındasınız. Bir taş... Denizin tuzlu sularından habersiz bir taş, güneşin yumuşacık ışığından, rüzgârın tene temasından habersiz... Taş bir natürmortsunuz şimdi. Evinizin duvarında, işyerinin giriş kapısında, arkadaş ziyaretlerinde, bir market rafında, bindiğiniz dolmuşlarda, vapurların yanaştığı iskelelerde, hatta vapurlarla oynaşan martı kanatlarında asılı duruyorsunuz. Ölü doğa. İçiniz dışınız ölü bir doğa. Ölü doğa olarak parka bakıyorsunuz şimdi... Anılar üşüşüyor: “Yine de sıcak yaz gecelerinde, evde sıkıntılanan yaşlılar gelip bahçeye sığınıyorlardı. Ayrı sıralarda otursalar da, sanki aynı çardak altındaymışlar gibi kendilerini birbirlerine çok yakın buldukları günler iyice geride kalmıştı. Eskisi gibi laflamak yerine, gündüz kentin gürültüsü içinde hiç ayırdına varmadıkları E-5’in belirginleşmiş uğultusunda, var olmayan bir denizin kıyıya yeniden ve yeniden vuruşunu dinliyorlardı.”

9

Parklara sığınan bir yaşlı olmayacağım... Çocuklarının parklarda unuttuğu yaşlılara uzaktan bakacağım... Birkaç gününü kurtarabilmek için mezar yerini satışa çıkaran yaşlılardan, daha dün geleceğini düşünürken, kendini birdenbire ölümünü düşünmeye başlamışlar arasında bulanlardan elemler derlemeyeceğim. Gün gün kısalan ve kan gibi ağırlaşan zamanla yarışa tutuşmayacağım. Tüm bu mükemmel akış içinde akmayan bir zamanın izini süreceğim.  Biliyorum, okudum: “Önceleri, kazanmak diye algılasan da, sabırsızlıkla beklesen de.. gelecek diye diye, yitirilen zamandır her an.”

Ve bir dua gibi mırıldandım on vakit, on beş vakit, yirmi vakit, yirmi beş vakit... İçi boşalana, anlamını yitirene kadar bozuk para ettim zamanı ve an be an toprağa yaklaşan yağmur damlasının sabrıyla kucaklamak istiyorum hayatı. Şimdi böyle istiyorum. Eskiden mi?.. “Ben eskiden o âşıkıslatan yağmurları hiç kaçırmazdım. Büyük ve erişilmez düşlerim vardı. Gençtim. Hep de bir kız için tutuşurdum. O beni istemezdi. Olsun. Yağmurun içine yürümeyi severdim ben. Herkes sığınacak bir yer ararken kahveden çıkar, ağır ağır yürürdüm. Öyle ıslanmak iyi gelirdi bana. En azından, insanın kendini avutması için iyi bir yoldu bu. İyi olmasa bile zararsızdı.

Oysa şimdi, bir deniz kıyısında üç adım yürümeyeli yıllar olmuş.

Sorma”Niçin?” diye!”

10

Peki, gözlerimi kapatıp derin bir nefes alıyorum... Oksijenin hücrelerime yayılmasını, kanımı temizlemesini bekliyorum... Bekliyorum... Bekliyorum... Arapsabunuyla fırçalanan ahşap evlerin sardunya kokularını, bahçe kokularını, yeni biçilmiş çimenleri canlandıran yağmur kokularını, yol kenarları boyunca uzanan yabani ot kokularını, top peşindeki çocukların ter kokularını, çarşıları dolduran baharat kokularını, sokakları şenlendiren simit kokularını, dağlara tırmanan orman kokularını, kıyılara dalgalarıyla el veren deniz kokularını örten bayrakları görmeye hazırım şimdi. Her günü, günün her anını dalgalandıran bayraklar bayraklar bayraklar arasından bir kez  daha, bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha geçerek utangaç bir fısıltıyla dudaklardan dökülen “merhaba”lı bir selama duyduğum özlemin burnumu sızlatmasına katlanabilirim. Kapıyı açıyorum ve dışarı çıkıyorum: 

“Bayraklar çoğaldı.

Hadi sen de düzelt balkona uçmuş bayrağını!

Kendisini asla unutturmayan bir iğde çiçeği kokusu.

Evet, kaş çatmayan.. öyle ağlamayan.. dokunur dokunmaz baş döndüren, esrimiş olan, anasonlu gibi olan, kapılıp gidilen, karşı koymak hiç düşünülmeden kapılıp gidilen...

Buna da şükür dağları, -bulutlu.

Hele, şimdi yağmur da yağarsa, yalnızlıklardan yalnızlıklara damıtılmış bir koku.

Sanki.

Bu iğde beni deli edecek.”

11

Coğrafya öğretmeni Asuman hanım, kahverengi döpiyesinin içinde dimdik duruyor kürsüde. Görkemli topuzunun içine özenle yerleştirdiği küçük inciler parıldıyor. Karşısındaki suskun öğrencileri keskin bakışlarıyla tarıyor... Uygunsuz bir oturuş, duruş görmüyor olmalı ki, kürsüden inip beyaz yazı tahtasının üstüne kocaman bir dünya haritası açıyor. Haritanın önüne geçip elindeki ince sopayla okyanusları işaret ederek anlatıyor: Kasırga en tehlikeli ve yıkıcı tropik fırtınalardan biridir çocuklar... Tropik denizlerin sıcak suları üzerinde ortaya çıkar. Çoğu Antil Denizi'nde ve Meksika Körfezi'nde oluşur. Kasırga dönemi genellikle Atlas Okyanusu'nun kuzey kesiminde haziran-ekim arasında, güney kesiminde ise eylülde yaşanır. Bir kasırga su üzerindeki sıcak ve nemli havanın yükselmesiyle başlar. Bu havanın çevresinde girdap gibi dönen güçlü bir rüzgâr oluşur. Ardından yağmur bulutları toplanır ve fırtına patlar. Fırtınanın kasırga sayılması için rüzgârın saatte ortalama 120 kilometrelik bir hıza ulaşması gerekir. Çapı 50-800 km arasında değişen kasırga, durgun bir merkezin çevresinde dev bir girdap gibi döner. ''Kasırga gözü'' denen merkez bölümünde çok az rüzgâr ve yağmur görülür. Eğer burada, kasırganın odağındaysanız çocuklar, felaketin büyüklüğünü hissetmezsiniz. Aslında, kasırgaya eşlik eden rüzgâr ve yağmur büyük hasara ve can kaybına yol açabilir. Kasırgayla birlikte denizlerde dev dalgalar da oluşabilir. Bunlar bazen kıyı bölgelerini sular altında bırakır. Biz şanslı bir coğrafyada yaşıyoruz evlatlarım... Ülkemiz, kasırga bölgesinden çok uzakta, kale gibi korunaklı iç denizlerle çevrilmiştir. Gürül gürül akan ırmaklarımızla, bereketli ovalarımızla, yumuşacık iklimimizle mutlu-mesut yaşamaktayız... Ülkenizin kıymetini bilin... Hadi şimdi çıkıp hep birlikte bayrak törenine katılalım. 

12

“Balkondan bakıyorsun.

Bağrışlar çığrışlar. Ağlayan çocuk sesleri. Genç kız çığlıkları. Yalvaran yaşlı kadın sesleri. Erkeklerin kalın sesleri. Kalabalığın uğultusu. Tekbir sesleri. Taşlanan camlar, kırılan cam sesleri. İnatlaşmış bir araba alarmı. Karşı yapının içlerinden gelen pompalı bir tüfek sesi. Bütün sesleri yırtarak bastırmak istercesine ortaya çıkıp ışıyan bıçak. Kurban derisi toplayıcısının elinde havada savrulan döner bıçağı. Kapıda direnmeye çalışan gencin alnını çizen bıçak. Kan –dağişen alın yazısı. Karşıdaki kadın. Beşinci kat balkonundan küçük kızını cılız kollarından tutup aşağıya attı kadın. Çığlıksız çırpıntısız, örgülü kara saçları gerçek saç olan bir bez bebek gibi, hiç kıpırtısız kaşları gözleri dudakları kalın kalın boyalı, kolları yanlara açık, parmakları tek tek ayrık kalmış olarak, sevimli ve ürkek bir yapma bebek gibi, ağır gösterimle düştü uzun uzun ve açılan kalabalığın ortasında yere sırtüstü serildi, -kıpırtısız. Sonra da kendini attı kadın. Hiç çığlık atmadan attı kendini. Pastel boyayla yapılmış bir solgun resim gibi, -küskün ve saçları savruk. Senin yan üst katındaki emekli deniz komandosu: Tak! Tak! Tak! İndirdi üç kişiyi. Kalabalık gerileyecek oldu. Sonra hırsla karşıya, sizden yana yöneldiler. Şimdi sıra kimde?.. Kapıları kıra kıra yukarı çıkıyorlardı. Seninki çelik kapı bile değil, -öyle ya, çalınacak neyin oldu ki!.. İlk tekmede açıldı kapı. Önlerindeki yer gösterici kızın parmağı sende: “Bu serhoş ne yılandır bilmezsiniz, ne çıyandır bu!..” Duvardaki resimlere saldırdı sonra: “Resim günah! Resim günah!” Adamın elindeki nacak kalktı havaya: “Kelimei şahadet getir, ya kâfir!” Sanki sana tanıdık geldi nacak. Sanki...”

13

Kasırganın gözü’ne, doğduğu yere, o durgun merkeze kurmuşsanız yuvanızı... Kasırga çekildikten sonra tarumar olmuş dünyayı ancak ve ancak çelikleşmiş sinirlerle seyredebilirsiniz. Ve diliniz çelik keskinliğini ancak böyle kazanır... Tıpkı Kasırga’nın Gözü’nde Necati Tosuner’in okuruna yaşattığı gibi.

Balık hafızasında Kanlı Pazar’ın uğultusu bile kalmamışken, isyanın içinde yürümüş genç bir adamın ruhuna sıçrayan kan, gözlerini kapattığında bile hafızasından silinmeyen nacak gölgesinde cinayetler cinayetler cinayetler, cinayetlerle yazılan bir toplum tarihinin tanığı olmak, bu tanıklığın ağırlığını taşımak... Ve unutmaya hazır insanların arasında, kör ve sağır insanlara okunmayan acıları yazmak yazmak yazmak, bir belleği harlandırmak için durmadan durmadan durmadan diri cümleler kurmak yıllarca. Sonra Kasırga’nın Gözü’nde balkondaki adam... Geçmişin ve geleceğin sarkacında ‘kendini oynayan yabancı’yı duyumsayan... Kasırganın Gözü, baskılardan korkuya, korkulardan dehşete dönüşen günlerimizin üstünden ironisini ve şefkatini esirgemeden geçen bir roman... Şiir mi yoksa?.. Ne fark eder!

Pakize Barışta, K dergisinin 113. sayısında Kasırganın Gözü için “En derinleri, zamanın tüm boyutlarını tek bir kelimede hem bütünleştirip, hem de infilak ettirebilmek kolay değil” diyor. Çok haklı.

Ama okumayanlara bir şey söyleyemiyor kitaplar... Yazarın sesini duymayanların, hayatın sesini ne kadar duydukları ise epeyce tartışılır.

* Hulki Aktunç, Istıraplar Ansiklopedisi, Oğlak Yayınları, 1994; Firak / Toplu Şiirler, YKY, 2000

not: bu yazıdaki tüm italik bölümler, Necati Tosuner’in Ekim 2008’de Kanat Kitap’tan yayımlanan Kasırganın Gözü adlı romanından alınmıştır.

(KİTAP-LIK, OCAK 2009; BU YAZI ROMANIN ÖDÜL ALMASINDAN ÖNCE YAYINLANMIŞTIR) 

Diğer Yazıları