Refika Baylan’a saygıyla...
Yeni bir güne daha uyanıyordu kâinat, yeni bir uyanış daha beliriyordu tepelerin ötesinden... İlçeye uzun bir süredir konuk olan kar, şehri nazlı bir gelin siluetine büründürmüştü. Evlerin çatılarından sarkan buz sarkıkları, kristalimsi bir dekorla tamamlıyordu nazlı gelinin gerdanını. Yıllar var ki ilçe halkı böyle bir kış mevsimi yaşamamıştı. ‘Vallaha gendümü bildim bileli ben böyle gış gormedim’ şeklinde hayret ve şaşkınlık ifadesi taşıyan sözler sık sık işitilir olmuştu yaşlı kuşağın ağzından. Kar yağışı son bulmuştu lakin dondurucu soğuklar çatılardaki, yollardaki karların donmasına sebep olmuş, yollar buz pistine dönüşmüştü. Adım atmak neredeyse imkânsız bir hal almıştı. Hastanenin acil servisine gelenlerin çoğunu yollarda düşerek kolunu, bacağını kıranlar oluşturuyordu. Öğrenciler de almışlardı kardan nasiplerine düşeni. Üç gün, beş gün derken tam yirmi gün ‘kar tatili’ yapmışlardı.
Yine her zamanki gibi erkenden uyandı. Kahvaltı yapmak için oyalanmadı. Haftanın son ders günüydü. Üzerini giyindi ve ardından aynanın karşısına geçip, günbatımı kadar kızıl olan saçlarını özenle taradı ve çıktı evinden. Dalga dalga saçları, her adımında bir yukarı bir aşağı hareket ederdi tıpkı sekerek koşan bir ceylanın ritmik zıplayışları gibi. Yüzünden eksik olmayan tebessümü cömertçe sunardı, etrafındaki tüm insanlara. Umutsuzlara umut, kederlilere sevinç ve neşe kaynağı olurdu o mütebessim çehresi. Yunusvari bir yaşam tarzı şekillenmişti ummanlar kadar engin olan yüreğinde. Yaratılan her varlığı sevebilecek kadar sevgiyle doluydu ve bununla birlikte kalbini kıranlara dahi hoşgörü dağıtacak zenginlikteydi. Zira onun yürüdüğü yol ‘sövene dilsiz, dövene elsiz’ düsturunu kaideleştirenlerin yoluydu. Baştan bir kabullenişti onunkisi. Biliyordu ki; ‘bu yol uzakdır/menzili çokdur/geçidi yokdur/derin sular var’... Geleceğin mimarlarını inşa edecek bir mimar olmak istemiş ve öğretmen olmaya karar vermişti.
Azmin zaferine bir kez daha şahit olmuştu dünya, meslek lisesi mezunu olmasına rağmen onun İngilizce öğretmeni olmayı başarmasıyla. Henüz öğrencilik yıllarında babasını kaybetmiş, annesi ve iki kardeşiyle birlikte hayatın zorluklarına karşı mücadele etmek zorunda kalmıştı. Zorlukların ruhunda olgunluğa dönüştüğü gurbetteki üniversite yıllarından sonra kader onu bu ilçeyle tanıştırmıştı. İlk dersini bu ilçenin liselilerine anlatmak düşmüştü bahtına. Kısa sürede tüm öğrencilerin sevgisini kazanmış, okulun en sevilen öğretmeni oluvermişti. Derslerine girdiği hazırlık sınıfı öğrencileri onun hayalindeki geleceğin mimarlarıydı. Bundan dolayı öğrencilerinin üzerine çoğu öğretmenden daha fazla düşer ve hatta bazen kendisini ders anlatmaya öyle bir kaptırırdı ki zilin sesini dahi işitmezdi ta ki muzip öğrencilerin ‘ziller kimin için çalıyor’ şeklindeki serzenişlerine kadar.
Ağır ve dikkatli adımlarla okula çıkan yokuşu tırmanıyordu. Evi oldukça yakın olduğu için yürüyerek gidebiliyordu okula. Yavaşça yürürken aklına annesi ve kardeşleri düşüverdi. Ne çok özlemişti onları. Geride kalan Ramazan Bayramı’nda da gidememişti ailesinin yanına. Hasreti ilmek ilmek, nakış nakış dokusa da yüreğine, memlekete gitmek yerine, yol parasını ailesine bayram harçlığı olarak göndermeyi tercih etmişti. Olsundu, hasret çekilirdi yeter ki onlar harçlıksız kalmasınlardı. Okula doğru ilerlerken bir an, sanki esen rüzgâr aracılığı ile annesine içini dökmek istedi. ‘Aah annem!’ dedi başka bir şey diyemedi. Boğazı düğümlendi, dondurucu soğuğun esir aldığı yanaklarında, gözlerinden süzülen bir inci tanesinin sıcaklığını hissetti. Derin bir nefes aldı ve bu arada farkında olmadan yokuşu çıkmıştı.
Birkaç adımdan sonra karşısında okul göründü. Bahçe kapısından geçti ve kısa bir yürüyüşün ardından okula girdi. Okulun kapısını nöbetçi öğrenci açtı ve öğrenciyle selamlaşıp öğretmenler odasına geçti. Öğretmenlerin arasında belki de en büyük sıkıntılar onun kıyılarına demir atmıştı lakin bunlara rağmen yine de en mutlu o görünüyordu öğretmenler odasında. İsyan çığlıkları onun semtine hiç uğramamıştı. Hep şükretmesini bilmiş, kanaatkâr bir insan olma yolunu seçmişti. Bardağındaki çayı henüz bitirmişti ki öğretmenler zili çaldı. Hızlı adımlarla sınıfının yolunu tuttu. Öğrenciler büyük bir heyecanla bekliyorlardı onu. Her ders gibi bu dersin de çok zevkli geçeceği muhakkaktı. Kapıyı açtı ve sınıfa girdi. Öğrenciler teftiş verecek askeri birlik edasıyla ayağa kalktılar. Sanki karşılarında bir komutan duruyordu. Fakat bu komutan diğerlerinden farklıydı, yüzünde güller açıyordu her dem. Yine o tanıdık gülücükleri dağıttı tüm sınıfa, bir süre onları ayakta gözleriyle süzdü ve ‘good morning class!’ dedi. Öğrenciler de aynı lisanla cevap verdiler gül yüzlü öğretmenlerine: ‘good morning teacher!’. Cam kenarında duran masasına geçip oturdu ve sonrasında öğrenciler de oturdu yerlerine. Yoklama defterini imzaladı, yine her zamanki gibi tamdı sınıf. Birkaç dakikalık muhabbet faslından sonra derse geçti. Ders esnasında asla Türkçe konuşmaz ve konuşturmazdı. Çünkü bir yabancı dil en iyi ancak bu şekilde öğretilebilir ve öğrenilebilirdi. Öğrenciler bazen anlamazlardı konuyu fakat o yine ısrarla İngilizce olarak tekrarlardı anlaşılamayan kısmı. Bazen de bir öğrenci ayağa kalkar konuşur konuşur, bir türlü meramını ifade edemeyince patlar ve başlardı Türkçe konuşmaya. Böyle zamanlarda sınıf gülmekten yıkılır onlarla birlikte o da gülerdi.
Haftanın son ders gününün son dersi de bitmek üzereydi. Hafta sonu yorgunluğundan mıdır yoksa öğrencileri ile arasına girecek hafta sonu tatilinden midir bilinmez, içinde tarif olunamaz bir burukluk vardı. Sınıfa sıkı sıkı tembihlerde bulundu. Havaların soğuk olduğunu, sıkı giyinmelerini, yollarda dikkatli yürümelerini öğütledi öğrencilerine. Zil çaldı ve boşaldı tüm sınıflar. Tüm sınıflar koridorlara, koridorlar bahçeye akmaya başladı. Okulun yokuşundan aşağı oluk oluk öğrenci akıyordu adeta.
O gece, geç vakitlere kadar sınav kâğıtlarını okudu ve öğrencilerinin ona verdiği defteri doldurdu. Bu deftere sınıftaki tüm öğrenciler hakkındaki düşüncelerini, kendi gözüyle sınıfı ve sınıfın geleceğini yazdı. Hayalinde kurduğu dantelâyı ince ince nakşetti o deftere. Geleceğin dünyasını kuracak olanlara muştular uçurdu, ümit türküleri besteledi. Gözlerini yıllar sonrasına çevirdi ve gördüğü fotoğrafları o deftere tabetti. Sonuncusunu da yazdıktan sonra defteri eline aldı buğulanmış gözleriyle derince süzdü kapağını. Sanki elinde bir fotoğraf albümü tutuyordu. Bir süre böyle derin düşüncelere daldıktan sonra defteri de masanın üzerine, sınav kâğıtlarını koyduğu yere bıraktı. Artık gözlerinin kapanmasına engel olamıyordu. Kalktı ve yatak odasına giderek yatağına uzandı. Başını yastığa koydu ve kor komaz da küçük ölüme doğru yol aldı büyük bir süratle...
...
İkindinin son demine kavuştuğu vakitlerde iki öğrenci hastane yokuşunu tırmanıyordu. İkisinin de gözleri sağanak sağanaktı. Yüzlerinden elem yansıyordu. Hastane kapısına yaklaştılar ve kapıda onları karşılayan Mehmet öğretmenin dilinden dökülen iki kelime, öğrencilerin kulaklarında uğultuya, yüreklerinde yakıcı bir kora dönüştü. Kulaklarında iki kelime çınlıyordu öğrencilerin: ‘maalesef kaybettik’...
Kısa sürede tüm sınıf öğrencilerine ardından tüm okula yayıldı acı haber. İlçe semalarında bu acı haberin yankıları duyuluyordu. Dilden dile aynı cümleler aktarılıyordu. Bir öğrenci, başka bir arkadaşına telefonla bildiriyordu bu yakıcı haberi ağlamaklı bir ses tonuyla: ‘Re...fika ho..ca evinin balko...nundan yan balkon..daki komşusuna bir şey uzatırken ayağı kaymış ve bahçeye düşmüş... Refika hoca öl...müş!’
İlçe gözyaşı seline kapılmıştı... Öğrenciler, veliler, öğretmenler... Herkesin gözyaşları ceyhun olmuş, durmaksızın çağlıyordu. Akşam ezanının ardından muazzam bir kalabalık öğretmen evinin arkasındaki meydana toplanmış, kıldırılacak cenaze namazını bekliyorlardı. Havanın ayazını kimse hissetmiyordu. Sinelerde harekete geçen volkanlardan püsküren lavlar bürümüştü tüm bedenleri. Onu tanıyan, tanımayan herkes oradaydı. Minik yüreklerin yüzlerinde acı ve hala silemedikleri bir şok ifadesi vardı. Nasıl olmasındı ki, daha dün birlikteydiler, o billur ses tonuyla daha dün tembihlerde bulunmuştu onlara. Cenaze namazı için oluşturulan saflar giderek sıklaşıyor ve çoğalıyordu. Namazı ilçe müftüsü kıldıracaktı ve ardından memleketi Adana’ya gönderilecekti. Birkaç gün sonra gazetelerden öğreneceklerdi, Refika öğretmenin Adana Kaba Sakal Mezarlığı’na defnedildiğini.
Ön saflarda bulunan bir öğrenci diğerine şu soruyu yöneltiyordu: ‘komşusuna tabakla ne uzatmak istemiş?’. Diğer öğrenci nemli gözlerini arkadaşına yönelterek: ‘zeytin’ diyebiliyordu sadece ve ardından gözyaşlarına boğuluyordu.
O gün markete gitmiş alış veriş yapmıştı Refika Öğretmen. Yarım kilo da yeşil zeytin almıştı. Komşusuna dostluk adına uzatacak bir zeytin dalı olmamıştı onun. Dostlukları pekiştirecek, dost olduğunu gösterecek bir zeytin dalı uzatamamıştı fakat cam kâseye koyduğu bir tabak yeşil zeytinin de aynı duyguları aksettireceğini düşünmüştü. Düşüncesinde yanılmamıştı, vefalı dost ötelerde onu komşusuz bırakmamış, o da bir hafta arayla ötelere yürümüştü...