Menu
YATALAK
Öykü • YATALAK

YATALAK

-Evini çok merak ediyorum kızım, diye çekingen bir tavırla seslenmişti. Bunalmıştı, aynı odada günlerini geçirip durmaktan. Mekân değiştirmek, iyi olacaktı, vücudunun dörtte üçüyle kalmış bir yatalak için.

-Kolay mı seni götürmek anne? Boş ver! Görmesen de olur, dedi Safiye acımasız bir kararlılıkla.

Daha yumuşak bir cevap beklerdi. Hassas oluyordu ne de olsa insan, hasta oluca. Çaresizce muhatap bırakıldığı yer yatağının içinde, hassas olmak en büyük lüksü sayılırdı. Alınganlığı bu yüzdendi. Doğrulmak için duvara sağlamca iliştirilmiş tokmağın ipine yüklendi. Bedeninin yanında mahcubiyetinin ağırlığı, tartılsa daha fazla çekerdi. Safiye gözleriyle, annesinin hantallaşan vücudunu rahatsız edecek şekilde gezindi. Yordamsız rüyaların hayra çıkmamış sabahındaydı sanki. Yattıkça artıyordu kilosu gibi mutsuzluğu da. Ne canının istediğini yiyebiliyor ne de istediği bir yere gidebiliyordu. Şeker hastasıydı! Bu hastalık onu sağlığından ve dahası bacağından etmişti.

Bacağını dizinden itibaren kesmişlerdi. İyileşmeyen bir yara inatla yayılmaya başlayınca doktorlar başka çare bulamamışlardı. Simsiyah bir yara gün geçtikçe derinleşmiş tarifsiz acılar yaşatmıştı Sacide teyzeye. Istırabı yüzünün bütün çizgilerine derin imzalar atıyordu. Ağrı kesiciler yetersiz kalıyordu acısını dindirmeye. İniltileri, odada bulunan torunlarını annelerinin eteklerine saklanmaya mecbur bırakıyordu. Şahit olan herkesin yüzüne büyük bir acı yerleşip kalıyordu. Ama canı ziyadesiyle yanan Sacide teyze oluyordu. Yanında bulunanların gönlüne büyük bir yorgunluk armağan eden bu serencamı büyük bir operasyonla hafifleteceklerdi. Doktorlar heyet kararıyla bacağının kesilmesine karar vermişlerdi. Yaranın ilerleyişini ve bir zaman sonra da ıstırabını ancak bu yolla dindirebileceklerdi.

Ameliyathanenin kapısından sedyeyle çıkarken narkozdan değil talihsizliğinden baygın düşmüştü sanki yaşlı kadın. Uyandığında beyaz çarşafın altındaki eksikliği fark etmişti. Gelinin yardımıyla yatağında oturunca elleriyle yoklamıştı sol bacağını. Artık yoktu. El yordamıyla gezinirken kesinlik kazanan acısıyla kalan ömründe başa çıkmayı öğrenmeliydi. Artık bir bacağı yoktu. Kabullenmiş gözüküyordu ama içindeki gelgitleri herkes tahmin edebiliyordu. Sacide teyzenin eşi İbrahim Amca üzüldüğünü belli etmemenin bir yolunu bulmaya çalışırken desteğini en güzel şekilde hissettirmeye çalışıyordu. Canını sağ olması daha önemliydi sevdikleri için. Acıları aralarında ortaklaşa bölüşeceklerdi. En büyük pay istemeseler de artık yatalak olan Sacide teyzeye ayrılmıştı. Ahmet Bey doktorların yeşil bir beze sarılı halde, eline tutuşturdukları parçayı evlerinin çok uzağında bulunan kabristana götürüp defnetmişti. Bunları yaparken düşünceleri bir sürü tefekküre çokça hüzne ve bolca gözyaşına karışmıştı. Aile mezarlığına vücudundan bir parça gömülmüştü Sacide teyzenin. Kalan azaları kim bilir ne zaman gireceklerdi toprağa.

Hala pembelik barındıran yüzü, yaşına göre gergin sayılırdı. Gülümsemeye değer hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Tebessümü, ‘yıldızlara nergis kokusu taşıyan güzelliğinden’ kalan son hatıralardandı. Parıltılı, koyu kahve gözleri matlaşmaya başlamıştı. Bir zamanlar tükenişlerin yanından yel gibi geçen bacağını, kendisine iptila olmuş bir hastalığa kaptırmıştı. Görkemli bedeni yataklara mahkûm olacak gibi değildi. Güzelliğini konuşan diller; ‘vah’lar ‘tüh’ler eşliğinde, yakalandığı çaresiz hastalıklarını öykünüyorlardı peyderpey. Kimileri nazar diyorlardı bu olanlara.

Kıvırcık saçları rengini beyaza terk edeli canlılığını da yitirmişti. Yemenisinin altından çıkan grilik onu yeterince yaşlı oldukça eprimiş gösteriyordu. Geçen yıllara gömülüp kalmış gençliği de sağlığı gibi şimdi dönülmesi zor uzaklıklardaydı. Yine de umut sık sık kalbini yokluyordu.

Arnavut kaldırımlarına, aceleci kundura sesleri bırakan genç ve güzel kadının, ihtişamlı cüssesini, ‘kanser’ habersizce, sinsice devirmişti. İkinci ölümcül hastalığından haberdar değildi. Kanserden bihaber, evlatlarının insafında ömür çilesini dolduracaktı.

Yaptığı dokuz doğumun ardından elinde yalnızca yaşayan iki evlat kalmıştı. Birçok kez boş beşiklere bakıp ağlamış, az giyilmiş patikleri koklamıştı. İlk göz ağrısı Safiye’nin göstermelik ziyaretleri, mesafeli duruşu, nedense canını başına gelenlerden daha çok acıtıyordu. Oğlu Ahmet ve gelini Emel seve seve ilgileniyorlardı. Safiye’yi en çok seviyordu yinede. Vefasızdı. Kırıcıydı da… Olsun! Buğulu camlarda terleyen bekleyişini, arada bir dindiriyordu ya. Her anne gibi mantıksızca seviyordu yavrusunu. Bir yandan da kim aile mezarlığına uğrasa, bacağını soruyordu geriye takılacakmış hassasiyetiyle. Nereye gömüldüğünü, kimin mezarına ne kadar yakın olduğunu… Beyhude sorulara, sabır tavsiyeli cevaplar alıyordu. Sessiz hıçkırıklara, yatağına olduğu kadar mahkûmdu.

Ömrünce muti, sevgi dolu bir eş olmuştu. Bu tahminsiz hasat zamanında huzurluydu… Evvel zaman içinde, kol kola girdiklerinde çok yakıştırılan, çiftin diğer teki, elinden geleni yapıyordu müebbet sevdiğine. Tülbent inin beyazlığında yolunu kaybediyor ve kızıl ötesi bir maharetle tüm acılarını, mahcubiyetini, sıkılganlığını, umutsuzluğunu kendi içinde hissediyordu. Torun, oğul, gelin ve misafirler açısından dinamik bir ev sayılırdı. Diğer ahali için pişirilen, tadı tuzu yerinde yemekler, burnuna alaycı kokular taşıyordu. O da etimeklerine ve tatlandırıcılarına bakıyor, odasında eskittiği havayı içine çekiyordu.

Seslerle avunabiliyordu. Can hıraş çalışan motosikletin pedalına takılıyordu bazen hayalleri. Bazen şaşkın bir martının kanadına… Düzensiz anten siluetlerini, çanaklardan görünmez olan çatıların maviliğe başkaldırışını, şehrin beton soğukluğunu, kalabalığını geziyor, geliyordu yine, imdat kokan nevresimlerinin içine. Her fırsatta değiştiriyordu Emel, hizmet ederken hiç şikâyet etmiyor, en doğal göreviymiş gibi huzurla yapıyordu. Ailesinden böyle öğrenmişti. Annesi Sacide teyzeyi ziyarete geliyor ve dönerken de kızı Emel’i saygıda kusur etmemesi için sık sık tembihliyordu. Duasını almasını sevgiyle bakmasını öğütlüyordu. Gelin hanımın en zorlandığı şey; pijamaların sol tarafını keserken ve katlayıp içinden dikerken içinin çok acımasıydı. İyi niyetli akça pakça, sabun kokulu bir gelindi Emel. Bezdirmeyen dozda titiz sayılırdı. Kayınvalidesini yatağa savuran hastalığa üzülüyordu. Sayılı zenginlerden, düzeyli hayatların kadını Safiye’den daha merhametli bakışlarla ona gülümsüyor sohbetler ediyordu fırsat buldukça. Çocuklarını nur yüzlü bir ninenin masallarıyla büyütüyordu ya daha ne isteyebilirdi.

Yıllar birbirini hızla kovalarken, olmayan bacağıyla geceleri, dünyaya çelme takıp, namazla yardım alma hakkını kullanıyordu Sacide teyze. Tevazu ile secdeye kapanıyordu aklı, fikri. ’Bedeninin acizliğine inat.’ Rahatlık tuzağına düştüğü günler için af diliyordu. Geçirdiği günlerin tövbesinden sonra, gökleri tutuşturan bir yangınla, Allah’a yakarıyordu. İçine düştüğü bu durumdan, ışıktan bir ip sarkıtması ve çekip kurtarması için kendisini.

En yalın haliyle icabet buldu duası bir gün. Titrek bir suskunlukla yutkundu, ölüm karşısında herkes. Yarın devam edilecek masallar yarım, Safiye ve Ahmet öksüz kaldı. Hangi gerekçeyle bilinmez evlerinin yakınında bir kabristana defnedildi. Bacağından çok uzağa… Yeni adresinde süresini doldurmak ve mahşer telaşında iki bacağı da tastamam diriltilmek üzere…

Zaman ipinden kurtulmuş bir topaç gibi dönmeye devam etti… Safiye anladı geç kalmışlığın ıstırabını. ‘Şefkatli annesinin’ O’nu her koşulda affedebileceğini bilmeden ince bir sızı duydu ömrü boyunca.

(12.11.2008)

Diğer Yazıları