Bütün isimlerin bir yankısı var bana kalırsa. Tanıdığım tüm Furkan’lar haşarı, bildiğim bütün Emre’ler yaramaz, Ayşe’ler uyanık, Fatmalar muti ve nihayet Betül’ler aykırı idi.
Mesleği öğretmen olan babam yaz tatiline denk düşen bir zaman zarfında askerlik borcunu ödemeye gitmişti. O giderken onu bu kadar özleyeceğimi hiç sanmıyordum. Huylarımın değişmesi de dâhil bu ayrılık ne fırtınalar yaratıyordu iç dünyamda bilemezsiniz. Boyumdan büyük bir hasret ağrısıyla başa çıkamadığımın küçük küçük bir sürü hikâyesi var. Bir tanesini paylaşırken aslında bir yandan da helalleşiyorum çocukluğumla.
“Babası yok ya ondan böyle şımarık bu kız” teşhisi konulmuştu en sonunda. Bana, çocukluğumun büyük bir kısmına, güneşli bir günde erimiş sakız gibi yapışmıştı bu tanımlama. Hep askerden gelecek olan babamın yollarına bakmakla geçiyordu günlerim o zamanlarda. Çocukluğumun hiç bitmeyen bir türlü geçmeyen vakitleri stabilize yollarda oynamakla tükenmiyordu bir türlü. Biliyordum bir gün o toprak yoldan postallarıyla ve yeşil elbiseleriyle ve de kısalmış saçlarıyla babam çıkıp gelecekti. Fotoğrafındaki gibi gülümseyecekti. Beni kucağına aldığında bana hırçın diyen herkes de ağzının payını alacaktı.
Çamurdan mutfak eşyaları yaparak içine yabanıl otlar doğrayarak ve bulduğum paslı jileti annemden, arkadaşlarımdan itinayla saklayarak kurduğum sayısız oyunlar, babamın gelmesi için dolması gereken zamanı damıtmaya yetmiyordu. Gelmedi diye babama küsünce, onu çok ama çok özleyince, annemle kavga edince kendimi dünyanın en yalnız çocuğu hissediyordum. Hırçınlaşıyor öfkeleniyor ve ne yapacağımı şaşırıyordum. Arkadaşlarımın öğlen vakti uyumalarına çok sinirleniyordum. Hepsi birer koca bebekti bana göre.
Cırcır böcekleri ağustos ayının bunalımıyla başa çıkmaya çalışıyorlardı. Yine uzun geçeceği her halinden belli olan bir gündü. Güneşin en tepede ve ışınlarının çok dik geldiği bir saatte yazın sıcağında paslı jiletle doğradığım otlara, biriktirdiğim gazoz kapaklarına ve çamurdan yaptığım minik çömleklere bir tekme yapıştırmıştım. Saçılan yeşil bitkilere yeltenmiş, yanıma habersizce eşelenmek için yanaşmıştı zavallı çilli. Hiçbir şeyden haberi olmayan tombul ve durağan tavuğu çamurlu avuçlarımın arasında sıkıca kavrayıverdim. Neye uğradığını şaşıran tavuğu koltuğumun altına mıh gibi yerleştirdim. Evin dışarısından yukarı doğru ağıp giden merdivenin basamaklarına yüklendim. Ne adımlarımın ne de tavuğun sessiz olduğu söylenemezdi. Ama siestanın ne olduğundan habersiz öğle uykusunun tatlı derinliklerinde olan annemler duymadan üçüncü kata çıkmayı başarmıştım.
Çatısı olmayan betonarme sahil evlerinin damlarından dünya bambaşka görünüyordu. Arkadaşlarım veya her hali annemin istediği gibi olan kardeşim Hümeyra bakarsa bütün evler beyaz bütün ağaçlar yeşil ve uzakta kamaşan deniz mavi görünürdü. Ama ben bakınca, deniz turuncu, evler pembe, gökyüzü sarı, ağaçlarsa kırmızı gözüküyordu. Adını koyamadığım pembelikleri bir gün gelecek keşfedecektim elbette.
Ağaç gölgesinde bile şansını zorlayan güneş damın başında beynimi kaynatıyordu. Hala hep uçlarda yaşamayı tercih ediyorum nedense. Kenarlarda heyecanlı bekleyişleri severim. O gün yine gitmekle kalmak düşmekle düşmemek arasında araf olan damın ucuna doğru yanaşmıştım. Bazen yaralı bir kuş bulup kanadını sardığım bazen de gizlice kumbaramı kırmaya çalıştığım zeminde uzunca oturdum. Sanki evcil ve vefalı bir kuş anlamı yüklediğim tavuğun başını okşuyor ve renkleri birbirine karışmış dünyanın gidişatına akıl-sır erdirmeye çalışıyordum. Uzaklarda zirvesinde kar eksik olmayan Toroslar’ın küçük bir parçası Baba dağı, arkamda yakın sayılacak bir mesafede dalgaları oynaşan deniz ve başıma iyice geçen sıcağa şarkılar mırıldanıyordum. Kafiyesi uygun olmayan şiirler söylüyordum mahallemin boşluklarına.
Tavuğun bir kuş olduğunu ama hantal bir kuş olduğu için uçamadığını düşündüğümü fark ettim. Hem de uzun zamandır böyle düşündüğümü anladım. Sonra Nail amcamların evine çevirdim bakışlarımı. Onlarda kaylulenin derinliklerinde olmalıydılar. Yoksa eşi Tursun teyze her şeyden çok sevdiği tavuklarının bir tanesini kollarımın garantisinde görürse neler olabilirdi. Nüfusta Dursun olan bu mahalle figüranının adına biz neden Tursun diyorduk onu da hala anlamış değilim. Taşrada mutlu mesut yaşayan kimseler olarak tuhaf bir şehirlileşme çabası içinde miydik onu da bilmiyorum. Sürekli civciv çıkartmak için fol bastırdığı tavuklarının konsantresini bozmamamız için sokakta koşturmamıza bile bazen kızardı. Çılgın kadın, o günlerde, durgunlaşan ve gözlerine, katarakt benzeri bir katman inen çilli tavuğunu anneme yakalatmıştı. Elindeki demir kaşığın içine aspirin koymuş ve birkaç damla suyla eritmişti. Tavuğun gagasını zorla parmaklarıyla açmış zavallı tavuğa o tatsız çözeltiyi içirmişti. Neye uğradığını şaşıran tavuk mecburen hareketlenmişti ve ilacı sindirebilmek için oradan oraya koşmaya başlamıştı. Birkaç gün sonra da tekrar ilaç içmemek için durumunu düzeltmişti herhalde. O günden sonra kaldığı yerden devam etti mahallemizdeki monoton hayatına.
Bir keresinde de Teslime teyzenin marul bahçesine attığı zehirden etkilenen diğer bir tavuğunu da yine anneme sıkıca tutturmuştu. İnleyen tavuğu yere yatırmış ve kıpırdamasın diye hayvanın bacaklarını, ayaklarındaki naylon terliklerle sabitlemişti. Önce Nail amcanın tıraş takımlarının içinden getirdiği yeni açılmış jileti ikiye katlayıp kırmıştı. Sonra da tavuğun kursağını tek darbeyle yarmıştı. İçinden marul kırıntılarını ve darı tanelerini dışarıya çıkartıp tavuğun taşlığını bir güzel ılık su ile yıkamıştı. Bağrında ilgilenmiş iğne iplikle gelişi güzel içini dışını dikmişti kestiği yerlerin. Sonra yine diğer tavuk gibi salıvermişti koştursun diye bu tavuğu da sokağın ortasına. Kendini cerrah sanıyordu herhalde. Ama eli çabuktu doğrusu hayvancağız ölmeden operasyonu bitiriyordu. Annem de hemşire olarak onu asiste ediyordu.
Tavuklar ilginç varlıklar zaten onlarla ilgili hatıram çoktur. Nail amcamın hafta sonu sofrasına lezzet ve neşe katmak için kestiği bir tavuğu hiç unutamam. Başı bedeninden ayrılmıştı keskin bıçağın maharetiyle ama Nail amcanın bir an boşluğuna gelerek tavuk fırlamıştı kocaman bahçenin ortalarına. Başı yok dolayısıyla gözü yok oradan oraya bir müddet koşmuştu. Sonrada kan kaybından yorgun düşüp kalmıştı bir köşede. Kalan işlemlere devam etmişlerdi ailecek. Şimdi düşünüyorum da acaba bu kadar kan ve canlı ameliyat görmek nasıl bir etki yapmıştı bünyemize.
Kucağımda gıdaklamayı bile akıl edemeyen bu hantal kuşa birazdan uçmayı öğretecektim. Tavuk gibi ben de uçmaya karşı inancımı yitirmek üzereydim. Ama onun uçması benimde hayallerimin kanatlanması anlamına geliyordu. O uçarsa benimde içimdeki kelebeklerim uçuşacaktı.
Güzelce anlattım ona, özgürlükten, uzaklara gidebileceğinden hatta Isparta’ya babamın asker olduğu yere bile uçabileceğinden bahsettim. Aslında kuşsun sen dedim her akşam ne diye hapsolacağını bildiğin halde kümese giriyorsun dedim. Kendi başına istediğini yapan bir tavuk olduğunda çok mutlu olacağını söyledim. Birkaç kere kanatlarını açıp inceledim. Uçabileceğine olan inancımı pekiştirdim. Bak akıllı ol bunlar seni bu gün yarın keserler, oturup afiyetle de yerler dedim. Tüm ciddiyetimle Arap aşı çorbası olmak istersen sen bilirsin ama özgür bir kuş olabilirsin dedim. Ve üçüncü kat yüksekliğinden aşağıya onu daha özgür olacağı bir dünyanın kollarına bıraktım. Kanatlarını öyle güzel açtı ve çırptı ki fazla havalanamıyordu ama paraşüt gibi düşme hızını yavaşlatıyordu. Olsun ilk denemeydi henüz, olacaktı. Daha çok çalışacaktık. Başarılı bir iniş sayılırdı. Aşağı inip onu tekrar kucağıma aldığımda bana hiç asi olmadı. Kendime eğlenceli bir uğraş bulmuştum. Hayvan eğiticisi olmuştum. Kendimi tayin ettiğim bu iş şimdilik güzel gidiyordu. Bunu dünyadaki bütün tavuklara yapacaktım. İkinci denememizi fazla gevezelik etmeden hemen gerçekleştirdim. Benzer şekilde yere inen amatör kuşum acı içinde gıdakladı. Yavrularını kedi kapmış gibi gürültülü ve telaşlı bir şekilde bağırmaya başlayınca Tursun teyze uyanmıştı. Ne zaman geldiğini anlayamadığım bir hızla tavuğunun yanına belirmişti. Kucağına aldığında gördüm ki tavukcağız oyunbozanlık yapmıyordu, bacağı kırılmıştı. Koyu sarı ince bir çıta gibi sallanıyordu. Acı çektiği için mahalleyi birbirine katıyordu. Ona uçmayı öğretmek şöyle dursun yürümesine de engel olmuştum, şimdi ne yapacaktım. Uçmayı hediye edecekken yürüme yeteneğini elinden almıştım. Çok üzgündüm. Tursun teyze ve tavuğunun telaşı bütün mahalleyi karmaşık bir kalabalığa dönüştürmüştü. Annemler, Nazike teyzeler, Teslime yengeler, Perihan nineler herkesler dışarıya çıkmıştı. Küçük ve heyecansız dünyalarında uzun ve bitmeyen günlerine bir adrenalin katılmıştı böylece. Annem,
—Tursun abla baksana ayağı kırılmış çok acı çekiyor sen en iyisi kestir bu hayvancağızı. Yoksa günah olur! Dediğinde olayın failinin kim olduğunu hiç de bilmiyordu. Her halde yine bir bisikletli geldi ve hantal çillinin bacağını biçti diye düşünüyorlardı.
Nedendir hala bilmem kadınlar gözü kara ve güçlü dahi olsalar tavuk ve benzeri hiçbir hayvanı kesmezlerdi. Hemen mahallede o saatlerde işe gitme sorumluluğu kalmamış Fevzi amcaya rica edildi. Ve hemen oracıkta tavuğun boynunun üzerinde duran kırmızı ibikli başı bedeninden ayrılmıştı. Sokağa damlayan birkaç damla kan Tursun teyzenin evinin önüne doğru cılız bir yol çiziyordu. Bütün soğukkanlılığımla bir müddet Tursun teyzenin hüzünlü bir şekilde yolduğu tüylerin isteksiz esen rüzgârda havalanışını izledim. Baş sağlığı dileyen bir tavır yüzümü esir aldığında Tursun teyze ile göz göze geleceğimizi hiç hesaplamamıştım. Bir yandan suçum ortaya çıkmamıştı seviniyordum ama bir yandan da zavallı kuşum ölmüştü hem de benim yüzümden. Bu yaşadığım şapşal duyguyu tarif edebileceğimi sanmıyorum.
Her şey yoluna girmiş mahalle sakinliğine geri dönmüş, bense anneme küstüğümü bile unutmuştum. Gün bitmemek için sürdürdüğü ısrarını unutmuş herkesin babası işinden evine dönmüştü. Akşam yemeğinin salatalarının yapıldığı bir vakitte “huuu” diye bir tanıdık ses merdivenlerde belirmişti. Elinde Arap aşı çorbası dolu kocaman kâseyle neşesi artık yerine gelmiş Tursun teyzeydi bu. Göz ve komşu hakkının çok önemsendiği zamanlara tekabül eden hikâyenin kötü kahramanı olduğum için bir kez daha üzülmüştüm. Cezam ne ise çekmek istiyordum ve sol tarafımda sızlayan acı ne ise artık dinsin istiyordum.
Annem o akşam çok sevdiğim halde o çorbadan neden içmediğimi bir türlü anlamadı. “Ye kızım bak çok pişman olursun tadı enfes” derken ben başka türlü bir pişmanlığın alevlerinde kavruluyordum.
Yıllar takvimlerden günleri savurup rüzgârlara karıştırırken zaman bir yolunu bulup ille de geçiyordu. Her gidenin gelmediği her gerçeğin açığa kavuşmadığı, her sevilenin ille de bundan haberdar olmadığı bir dünyada günü geldiğinde babama kavuşmak çok güzeldi.
Şunu iyi biliyorum ki küçük çocukların isimlerinin ruhlarında oluşturduğu yankı hiç değiştirmeyecekti…