İstanbul'la tanışıklığımızın ilk yıllarıydı. Varını yoğunu büyük kentlere kurban vermiş, küçük, ölü bir kasabadan gelmiştim. Bu delicesine büyük şehirde tutunabilecek miydim? Bende sükût olarak tezahür eden taşralı kimliği atabilecek miydim yüreğimden? Bilmiyordum.
Lise talebesiydim. Edebiyata olan aşkım, beni sürekli okumaya zorluyordu. Ders harici elime geçen her boş vakitte, kitaplarla buluşuyordum. O zamanlar seçmeli olarak dönem ödevleri hazırlanırdı. İsteyen sevdiği dersten, isteyen de zayıf olan dersini kurtarma umuduyla ödev üstlenirdi. Konu, iki tercihliydi. Biri, edebi akımlar hakkında araştırma yazısı hazırlamak, diğeri ise yaşayan bir edebiyatçımızla röportaj yapmaktı. Hiç tereddüt etmedim. Aşkıma ihanet edemezdim. Hançeremdeki haddini bilmez ses dile geldi,-işte bu, tam senlik-dedi. Hem "edebiyatsever" geçineceksin, hem de serdefterine koca bir yaldız çakma fırsatını kaçıracaksın.
Sükûnetimin ciğerinden fışkıran asi sesin izini sürüp, uzun müddet araştırdım. Kim olabilirdi, nasıl ulaşabilirdim? Daha kendimi bulamamışken bu şehrin kıyısında köşesinde, bir ustaya nasıl ulaşacaktım? O cesaret zırhını nereden temin edecektim? Bu derbeder sorular beynimden el çektiği gün ben, aradığımı buldum. Tarık Buğra. O zamanlar bir gazetede haftalık köşe yazısı yazıyordu. Aşina bir isimdi benim için. TV dizisi haline getirilmiş eserlerini izlemiştim. Hemen gazeteden telefonuna ulaştım. Ahizenin diğer ucunda oldukça nazik bir bayan vardı, meramımı anlattım, bir hafta sonrası için randevu aldım. Heyecan, hızla damarlarıma sızdı o andan itibaren.
Einstein'ın izafiyet teorisine göre; "Aynı zaman dilimi, farklı insanlara göre farklı şeyler ifade eder." Tam da bu teorinin içindeydim. Hayalhanesinin tahtına yazmaktan gayrı bir şey oturmamış bir toy yürek ve bir ustanın buluşmasını getirecek zaman, kim için, neden önemli olabilirdi ki? Zaman benimdi.
Röportaj için ön hazırlık yapmalıydım. Kitaplarına ulaştım, hepsini okuyamazdım elbet ama en azından fikrim olmalıydı. Rezil olmak da vardı işin ucunda. Sorular, bilginin göstergesidir ya; bilmiyordum, biliyor görünecektim. Ama seviyordum belki bunu O'na hissettirebilirdim.
Bir haftalık zaman diliminde geceleri İbişin Rüyası'nı gördüm. Yarın Diye Bir Şey Yoktur diyerek uyandım.
Ve gelmesini iple çektiğim günün sabahı… Yer Kadıköy Moda. Yaşadığım İstanbul semtiyle sanki iki zıt kutup. Lüks apartmanlar, zengin bir muhit. İnsanları seçkin ve sakin… Yarım saat öncesinden gideceğim evi buldum. Kaybolurum korkusuyla biraz gerisinde bir bank bulup oturdum. Zaman uyuyakalmış olmalıydı, yerinde duruyordu. Hani o, bu şehirde bile yakamı bırakmayan taşralığın, ayakkabılarıma yapıştırdığı çamurları temizledim peçeteyle. Son kez saate baktım ve kalktım. Vakit tamamdı.
Oldukça yüksek bir binaydı kaç kat çıktım hatırlamıyorum, sanırım kapı numarası on ikiydi. Titreyen parmaklarım zile dokunduğu an, ben orada değildim.
Kapı açıldı, kibar bir bayan karşıladı beni. Buyur edip salona aldı. Beklememi, Tarık Buğra'nın birazdan geleceğini söyledi. Teşekkür ettim ve gösterilen yere ilişiverdim. Bayan başka bir kapıdan geçip salondan ayrıldı. Telefonda görüştüğüm bayan olmalıydı, eşiydi belki. Şimdi kitapların konuştuğu kalabalık bir meclisteydim. Gördüğüm her yerde baktığım her noktada kitap vardı. Duvarların asıl malzemesi gibi duruyorlardı. Özenle sıralanmış, birbirine yaslanmış sayısız hazine. Kenarları oymalı bir koltuk takımı ve ortada büyük bir sehpa. Sehpanın üzerinde rengârenk lokumlarla dolu cam bir şekerlik… Gördüklerim bunlardan ibaretti.
Uyuyamadığı bir geceyi anlattığı, sigara üstüne sigara yaktığı, beş yüzden geri saydığı yer bu oda mıydı? Osmanlı'yı anlattığı Küçük Ağa, Osmancık gibi eserleri yüzünden siyasi tartışmalar yaşayan yazarın, hafakanlarla dönüp durduğu mekân, burası mıydı? Derdi "mesele sahibi insanını" anlatmak olan, yalnız ve gündeme alınmayan bir yazar…
Karşı taraftan açılan ahşap kapının gıcırtısı, kendimi toparlamamı sağladı. Ayağa kalktım. Bakışlarım O'na yönelmişti. Uzun boylu, yapılı vücutlu, beyaz ve hüzünlü çehreli… "Benim, O benim; Osmancık'ta Şeyh Edebali'ye 'Ey Osmancık! Beğsin. Beğliğini bil, beğlini unutma. Bundan sonra öfke bize, uysallık sana, üşengeçlik bize, gayret sana,' dedirten benim." der gibi dimdik, kendinden emin, bana doğru yürüyordu. Titreme ne kelime, zangırdıyordum.
Yeni tıraş olmuştu, çenesini kesmiş olmalı ki ufak bir peçete yapıştırmıştı üstüne. Yaklaştı, mütebessim yüzüyle gözlerime bakıp oturmamı söyledi. Saatine baktı: "Beş dakika erken gelmişsiniz." dedi.
Ne diyeceğimi şaşırmıştım. İçimden hiç de iyi şeyler geçirmedim o an itiraf etmeliyim.(Ne olur sanki ben onu göreceğim diye kaç gecedir uyuyamadım… gibi)
Özür diledim, en karmaşık duyguların diliyle. Sorulara geçmek için izin istedim, biraz tedirgin, biraz korkuluydum, yüreğimdeki edebiyat coşkusuna sığındım. Eserlerinden, kahramanlarından, dil ve üslubundan, kullandığı temiz Türkçeden sual edip, görüşlerini aldım.(Şimdiki ben olsam, korkmaz, aksine sorulabilecek en can alıcı sorularla onu korkuturdum) Küçük Ağa adlı eserinin dizi çekimlerinde bulunduğunu, kar, dağ gibi zorlu şartlara bakmadan çalışmalara katıldığını anlattı. Arada bir sormak adına çıkan sesim ürkekti, bakışlarımı kaçırıyordum, fark etmişti muhtemelen. Bu yüzden arada bir yüzüme bakıp gülümsüyordu. Ya da Arapların meşhur, "küllü cahilün cesur" sözünü üzerimde test ediyordu. İkimiz de hüznü seviyorduk, belki de anlamıştı bunu.
Görüşme devam ederken aynı bayan yanımıza gelip o albenili lokumlardan ikram etti. Bir tane aldım nezaketen, zar zor bitirdim.
Tiyatro eserlerine, komik tiplemesi Naşit'e, sonra "Gençliğim Eyvah"ta, memleket olarak düşürüldüğümüz keşmekeşi vurguladığına değindi. Yaşadığı dönemin her anını, çok partili döneme geçişi, anarşiyi, Milli Mücadele'yi anlatırken olayları, millet ve insanımız açısından ele alışını dile getirdi.
O anlattı ama ben ne kadar anlayabildim o an, bilemiyorum sadece hızla duyduklarımı yazıyordum. Görüşme bitmişti. Gönlümün merkezinden en nadide bir sesle teşekkür ettim. Müsaade isteyip elini öptüm. Mütebessim hali ve hüzünlü gözleriyle uğurladı beni. Ve ben ayrıldım o edebiyat kokan evden.
Ödevin muhtevası nasıl oldu, hocayı tatmin etti mi, hatırlamıyorum, iyi bir not aldığım muhakkak. Lakin ne ehemmiyeti ola? Ben serdefterime tuğralı bir yaldız çaktım ya…
Yıllar, geçmeye hevesliydi, geçti. Şimdi, kurtulmaya çalıştığı taşralılığı gururla taşıyan ve hâlâ yazmakla oturup yazmakla kalkan biri olarak düşünüyorum da beş dakikalık erken gidişim konusunda, o haklıymış. Yazmak için, zamanın kadrini bilmek evlaymış.