Menu
TIRNAĞIMDA KUM TANELERİ
Öykü • TIRNAĞIMDA KUM TANELERİ

TIRNAĞIMDA KUM TANELERİ

Geceden kalma kudurmuş bir öfke vardı içimde.

O sabah… beni ve hayatımı tepetaklak eden o cumartesi sabahı… Çok sevdiğim bir arkadaşımla telefonda tartışmış hıncını yarın yanıma gelecek olan sevgilimden çıkarmıştım. Saatlerce uğuldayan kulaklarım kızarmıştı, alnımın ortasına küçük bir çekiçle ritimsiz vuruşlar hissediyordum. Ev büyüdü büyüdü ve ben odanın ortasında minicik kaldım da yine de duvarlara bezediğim gururumu küçültememiştim.

İşte böyle bir gecenin sabahında mutlu ve huzurlu insanlar gibi davranmak, gönlümü eğlemek, sevincimi yeşertmek hevesiyle taze tereyağı almak için evden çıkmıştım, bir de gazete aldım. Gazetenin hafta sonu kahvaltısıyla ilişkisi dedemden kalma bir merasim benim için. Balkonda sandalyesine yerleşip dörde katladığı gazeteyi okurken bahtiyar görünürdü. Neme lazım bilmiyorum böyle garip anılarla bezemişim hafızamı. Eve dönerken Zerrin Teyze’yi apartman merdivenlerinden çıkarken gördüm. Kalın yağlı bacaklarını tıpkı bir gergedan gibi bastığı yeri zonklatarak taşıyordu. Elindeki poğaça poşetini ve sedefli bastonunu kapıya dayayarak otomatiğe basmaya çalıştı. Arkasından izledim bir süre. Geniş bedeninin müsaade ettiği boşluktan görebildiğim kadarıyla kapıyı itmeye çalışıyordu. Açıkçası bir tekme vurup onu oraya düşürmekle kapıyı açmak arasında tereddüt ettim. Hiç kibarlık taslayacak değilim. Neredeyse seksen yaşındaydı. Her sabah hâlâ üç tane yağlı poğaçayı midesine indiriyordu ve zavallı bacaklarına zulüm ediyordu. Yani Zerrin Teyze’ye bir şey olsa kimsenin gocunacağı yoktu. İnsan bir yerden sonra ununu eleyip eleği asmayı bilmeli fakat şu arsız yaşamak isteği yok mu? Nelere kâdir.

Tahmin edileceği üzere yardım ettim kapıdan girmesi için. Uzun zamandır etrafa iyi görünen uslu bir çocuğa dönüşmüştüm. Neden böyle oldu bilmiyorum. Etrafa diyorum çünkü yakınımdakiler benden giderek nefret ediyordu. Karşılıksız olduğunu söyleyemem bu nefretin. İlişkiye girdikçe hazzına doyum olmaz bir nefret büyütüyorduk birbirimize. Balkona serilirken gazeteyi de yanıma aldım, ama asla dedem gibi mesut bir poz veremiyordum. İçim gıcıklanıyordu, kurt kaynıyordu sanki de bana batıyordu sandalye. Hafif meşrep bir müzik duyulmaya başladı, aldı götürdü aklımı satamadan getirdi. Birden Zerrin Teyze’nin bardağı çatlatmak istercesine kaşıkla cebelleşmesinin sesi kulaklarıma oluk oluk aktı. Hırsımdan gazeteyi kemirmeye başladım. Beynimin içinde bir çalar saat tıngırdatsa daha az öfkelenirdim. Gevrek gevrek televizyon izlerken koca ağzına götürdüğü poğaçaları düşündükçe kanım çekilmeye başladı ve nihayet şekeri eritmeyi başardı. Az önceki müziği muhtemelen sakız çiğneyerek dinleyen Zeliha balkona çıkmış alt kattaki komşuya kargaları kaçıran çiğ sesiyle bir şeyler anlatıyordu. Birden müthiş bir gürültü koptu. Ne gerek vardı telaşa bilmem, balkondan bakıverdim. Zeliha beni görünce “Ay Kerem Abi, Zerrin Teyze’nin evinden geldi,” dedi. Ses etmedim, pencerede pinekleyen birkaç kişi daha “öyle öyle” deyince muhatabı benmişim gibi “Bir bakayım,” demek zorunda kaldım. Apartman bir olup benim üstüme biniyordu o an, içimden türlü küfürler ederek çıktım Zerrin Teyze’nin katına. Benim hemen üstümdeydi zaten. Birkaç kere tıkladım kapıyı, sevindim ne yalan söyleyeyim, açmadığı iyi oldu, o burger köftesi gibi yanaklarını görmek istemiyordum. Ama kapıdan da ayrılamadım. İşte hayatımın altını üstüne getiren o an, başlıyordu.

Eve girer girmez kesif bir koku genzimi yaktı. Önce bağırdım birkaç kere Zerrin Teyze diyerek. Cevap alamadım. Hemen karşımda, salonun duvarını boydan boya kaplayan bir manzara resmi vardı. Pek zarif geldi bana. Büyülenmiş gibi tabloya doğru yürüdüm, sanki bir sihir bir simya sarıyordu beni. Boynumu sağa sola yatırarak yaklaştım tabloya. Aslında çocukken hepimizin çizdiği, ortasında dere akan bir köy resmiydi. Bu biraz daha süslenmiş, sanırım birkaç kayısı ağacı eklenmişti evlerin bahçesine. Görkemli bir sarı hâkimdi tabloya. İyice yaklaştıkça daha da hayran oldum, derin derin solumaya başladım, bu basit bu tuhaf tablonun içine girip bir kayısı ağacı olma isteği beni yakıp kavurdu. Tabloya dokunduğumda parmaklarımın hissizleştiğini fark ettim, daha da bastırdım tabloya ve başparmağım birden tablonun arkasına geçiverdi. Telaşla geri çekildim. Sırtımdan enseme yayılan bir titreme hissettim. Tablonun içine etmiştim. Sonra birden Zerrin Teyze diye bağırdım tekrar. Bu defa onu arıyormuş gibi değil de yardım dileniyormuş gibi çıktı sesim. Mutfağa doğru kafamı uzattım ve birkaç adım atarak içeri girdim. Aman yarabbi. O korkunç göbeği reçellere bulanmış, kahvaltı masası tepesine geçmişti kadıncağızın. Bir saman balyasını andıran bedeni kıpırdaman duruyordu yerde. Ayağımla dürttüm önce, sonra galiba utandım kendimden, elimle yokladım boynunu, göğsünü. Öyle yağlıydı ki bir yerinde bir damar atıyorsa bile benim fark etmem imkânsızdı. Omuzlarından sarstım kadını, başına boca olan zeytinyağı elime bulaştı, bu defa öfkeyle bağırdım, Zerrin Teyze, diye. Kadında hiç kıpırdama yoktu. Yeleğinin cebinden telefonunu çıkarıp ambulansı aradım, birkaç dakika içinde bir insanla muhatap olabildim. Bir sürü şey anlattı durumunu kontrol etmem için, ölmüş dedim kadına, o an aklımdan geçen yarın evime gelecek sevgilimle çılgınca sevişirken bir cenazenin altında bulunacağımız düşüncesi beni ürpertiyordu. Telefondaki kadının, siz ayrılmayın ekip gönderiyorum, cümlesiyle zihnimi toparladım. Bana neydi ki ekipten. Yine de tamam, dedim. Köşeye sıkışmış hissediyordum. Ölmüş ve çilesini bana çektirmek istemişti Zerrin Teyze.

Kadını öyle yerde yatarken görmeye daha fazla tahammül edemedim, salona girip devasa vitrinin özenle dizilmiş bardaklarına bakmaya başladım. Hepsi pırıl pırıldı. Sanki bir havası vardı her birinin ve galiba hiçbiri bir diğerine benzemiyordu. Annemin kapakları gevşemiş vitrini canlandı gözümde, onun birkaç takımdan oluşan bardakları altışar altışar diziliydi. Sayısız bardağın arasında en küçük olanını, sanki bir kuşa ikram edilecek şerbet için tasarlanmış bardağı elime aldım. Bir kuşa şerbet ikram etmeli, dedim. Gözümün önünde tablodaki keklikler uçuşuyordu, kınalı ayaklarını parmaklarıma basıyor ve küçük bardaktan kızıl şerbeti içip birer birer devriliyorlardı. En üst rafa yerleştirilmiş bir fotoğrafı elime alınca ortadaki tombul yanaklının Zerrin Teyze olduğunu hemen anladım. Yanındaki sıska adam Necdet Amca’ydı. Ne kadar fiyakalı bir adammış. Kruvaze ceketinin ilmeğine elini takmış yan yan bakıyordu. Yanlarında ağızları çikolataya bulanmış çocukların yüzü öyle küçüktü ki bir fareyi andırıyorlardı. Bu kadının böyle küçük çocuklar doğurması komikti. Benim de annem ve babamla böyle bir fotoğrafım vardı. Yanlış hatırlamıyorsam Ürgüp’te çekilmişti. Ben çok küçüktüm, en az bu fotoğraftaki çocuklar kadar fareye benziyordu suratım. Ah anneciğim, ne uzun zaman oldu seni görmeyeli, ne çok oldu arayıp bir hatır sormayalı. Birden annemi arayıp şu içine düştüğüm cendereyi anlatmak istedim ama telefonum evde kalmıştı. Hep böyleydi anneciğim, hep bir şeyler mani oluyordu sesini duymaya. Kaç kere vicdanımı böyle tesellim ettim tahmin bile edemezsiniz. Esasen içimden gelmiyordu aramak, yine o bitmek bilmez, “ah oralarda bir başına, inat etmesen,” diye başlayan sonra benim bağırıp çağırmalarımla nihayete eren tatsız konuşmalar yapacaktık. Neye sığınsam bilemiyordum öyle zamanlarda, öfkeme sarılıyordum, bir başkasından hıncımı alıyor, unutuyordum. Ne kadar süre vitrinin önünde oyalandım kestiremiyorum. Ambulans sireni kapının önünde birden gürültüyle parlayınca elimdeki küçük kuş bardağını düşürüverdim. Ben yere eğilip doğrulana kadar kapıda bitmişti sağlıkçılar. Beni kenara ittirip hemen kadıncağızın yanına geçtiler. Apartmanın yazmalıları da artları sıra içeri bakıyorlardı. Zeliha gelip “vah vah geçmiş olsun Kerem Abi” deyince, altlı üstlü tüm komşular sıra sıra gelip sırtımı sıvazlamaya başladı. Ben de birden “Öyle ya,” demeye başladım. Bana ne oluyordu, ben kimin nesiydim ki. Birden sahiplenivermiştim Zerrin Teyze’yi. Sağlıkçılar bir şey soruyordu ama “Ya hu sırası mı çocuk üzgün,” diyordu komşular. Birden küçük boylu, elinde tansiyon aletine benzer bir şey tutan kız bağırıp çağırarak çıkardı komşuları. Bana tekrar bir şeyler sormaya başladılar. Görmüyor musunuz üzgünüm dercesine başımı eğiyordum. Çok geçmeden iki tane gençten polis geldi. Kapıyı sağlıkçılardan biri açtı. Doktorla konuştular, kalp krizi dediğini duydum doktorun. Bana saat kaçta olduğunu, nasıl olduğunu sordu uzun boylu polis. Ben olan biteni anlattım, omzuma dokunda, başın sağ olsun, dedi. Dostlar sağ olsun, dedim. Kanım çekildi. Sarıp sarmaladılar kadıncağızı. Salona taşıdılar. Evrak imzalattılar bana. Elime de belediyece önceden düzenlenmiş bir kâğıt tutuşturup gittiler. Dairenin önü bomboştu. Kanepelerden geniş olanına oturup derin bir nefes aldım. Sağlıkçılar giderken bir çırpıda kendi evimden sigaramı ve telefonumu almıştım. Uzun nefesler çekerek bir dal sigarayı birkaç dakikada bitirdim. Artık önemi yoktu, külü halıya çırpmaktan çekinmediğimi hatırlıyorum. Telefonumu çıkarıp whatsapa, instagrama, tivıtıra girdim. Yenile, yenile. İlgimi çeken bir şey yoktu. Mutfaktan gelen telefon sesini duyunca kalkıp aradım telefonu, sesin nereden geldiğini bildiğim hâlde salonda sağa sola bakındım, aramanın bitmesini istiyordum. Susunca gidip aldım tezgâhın üstünden. Necdet Bey yazıyordu. Haber vermek gerekirdi. Adamcağız her hafta sonu köylerine gidiyor, bir çuval kayısı ile dönüp bütün apartmanı şenlendiriyordu. Ne diyeceğimi bilmiyordum, aslında ne diyeceğimi belliydi, ölmüştü Zerrin Teyze, öldü diyecektim. Babaannem öldüğünde babamın bir çocuk gibi otogarın banklarında salya sümük ağladığını hayal meyal hatırlıyorum. On iki yaşımdaydım. Allah kahretsin. Hayal filan değil, babamın bıyıklarına dökülen yaşların her bir tanesini hatırlıyorum. O koca adam, koca babam, sert, kaya gibi, hayatı boyunca mimiksiz yaşadığını zannettiğim adam hüngür hüngür ağlıyordu. Kavruk, kıllı ellerine sarılıp, baba, demiştim. Baba sen böyle yaparsan, halalarım ne yapar, okumuş adamsın sen, böyle yapma, dedim. Okumuşluğun acıyı bastırdığına dair alçakça bir inancın zihnime o zaman yer ettiğini nereden bilebilirdim ki. Haklısın, dedi babam. Kafasını doğrulttu, ayağa kalktı. Otobüs geldi, dedi. Ankara’ya giden 13.15 otobüsünün en arkadan bir önceki koltuğuna oturduk. Babamın beş saat boyunca sol gözünün ağladığına yemin edebilirim, benden yanıysa bağrı gibi kupkuruydu. Ne diyecektim ki Necdet Amca’ya. Telefon tekrar çalmaya başlayınca düşündüm bunları. Ekrandaki çizgiyi sağa kaydırdım ve Necdet Amca’nın yorgun sesinden Zerriiiin, duyuldu. Ne yalan söyleyeyim, burkuldum, gözlerim nemlendi.

“Necdet Amca benim, Kerem.”

“Ha Kerem hayırdır evladım.”

“Zerrin Teyze rahatsızlandı biraz, yatıyor, siz geliyor musunuz?”

“Niye, ne oldu, bir şey mi oldu, telefona ver.” dedi Necdet Amca, bağırıyordu. Bağırmasına içten içe sinirlenmeye başlamıştım, tersleyerek “Bir şey yok Necdet Amca, yatıyor rahatsızlandı, hadi gel ben buradayım.” dedim. “Aman ayrılma Kerem oğlum, ben şimdi çıkıyorum Hüyük’ten.” dedi. Ayrılamıyordum zaten. Telefonu bir şey demeden kapattım. Dedemin cenazesini yüklük için kullanılan odada gördüğümde beyaza sarılmış bedeninin üstündeki bıçak geldi aklıma. Mutfağa gidip bir bıçak alarak Zerrin Teyze’nin çarşafa sarılı göbeğinin üstüne koydum.

İçim kıyılmıştı. Açıkçası bundan utanmıyorum. Ölünce ardımızda kalan hiçbir şeyin önemi yokken insan yaşarken muhakkak karnının gurultusuna bir çare düşünüyor. Hayvani bir istekle değil belki, ya da evet hayvani bir istekle tam da. Mutfakta tezgâhın üstündeki poğaçalardan birini alıp dişledim. En azından sigara altı olacaktı, genzim yanıyordu çünkü. Telefonuma sevgilimden gelen kısa, gerçekten kısa mesajın sesini duyunca bir an Zerrin Teyze’yi burada bırakıp çıkıp gitmek düştü aklıma. Hatta kapıya birkaç adım da atmıştım. Yarın sabah 10’da oradayım yazıyordu. Ne kadar tartışmış olsak da karşılaşır karşılaşmaz her şeyi unutacaktık. Ve bunu Zerrin Teyze neredeyse yüz kilo çeken bedeniyle engelliyordu. Necdet Amca’nın ısrarlı aramaları bir yandan devam ediyordu. Telefona ilişmedim bile. Az önce deldiğim tablonun önüne geçip sanki derenin kenarındaymışçasına iç geçirdim. Parmağımı deliğe takıp sağa sola gezdirerek iyice genişlettim deliği, birden kuvvetimi verince tablonun yarısına kadar bir yırtık oluştu. Bunun olacağını tahmin edebiliyordum. Sadece güzel bir şeyi mahvetmek isteğime karşı koyamamıştım. Zerrin Teyze’nin ayakucundaki koltuğa geçip beş altı tane sigara içtim.

Kapıya bir anahtar sokulduğunu fark etmiştim, yine de kalkmadım yerimden. Yüzünü görmek istemedim Necdet Amca’nın, o ilk andaki dehşetin yıllarca gözümün önüne geleceğini biliyordum. Necdet Amca salon kapısında durdu, bakmıyordum ama hissediyordum orada durduğunu. Hıyyk, diye bir ses çıkardı. Dönüp bakmadım. Birazdan içli içli ağlamaya başladı. Sesi bir kedi yavrusu gibi çıkıyordu, arada bir hıyyk deyip tıkanıyor sonra yine hoooooof diye nefes veriyordu. Ben de ağlamaya başladım. Babamın otogarda bıyıklarına süzülen yaşlar benim gözümden çağlayan olup fışkırıyordu. Boynum neredeyse gövdeme girecekti, küçüldüm koltukta. Haaaaaaah, diye inledi Necdet Amca. Korkarak ona döndüm, elini kapının kulpuna dayamış, dizleri üstüne çökmüş, diğer elini ağzına kapatıp ağlıyordu. Öyle küçük bir adamdı ki kucağıma alıp kanepeye yatırmak istedim. Koluna girdim, onu diğer odaya götürürken, beni eliyle ittirip Zerrin Teyze’nin başına geldi. Elleriyle yüzünü kavradı kadının, yine kedi yavrusu gibi çıkardığı seslerine devam etti. Bense bir sigara daha yakıp koltuğa oturmuştum. Paketteki tüm sigaralar bitince havanın karardığını anladım. Necdet Amca ne zaman kanepeye oturdu ne zaman eline bir rehber alıp birilerini aramaya başladı hatırlamıyorum. Son telefonu “Evet yarın” diye kapattı. Bana bakıp bu kâğıdı doktor mu bıraktı, dedi. Elindeki ıslak kâğıda baktım, evet, dedim. Yanında mıydın? dedi. Hayır, dedim. Zerrin Teyze’den bahsettiğini anlamıştım. Bir çırpıda her şeyi anlattım, o arada çayı nasıl karıştırdığını da araya sıkıştırmışım, gözleri kısılarak bakıyordu bana Necdet Amca. “Kerem oğlum, köyden gelecekler, yarın gömeceğiz, sen de onlarla gidiver köye, ben defin işlemini sabahtan bitirip öğle namazına yetişeceğim.” dedi. Gözlerimi milyon kez kırpıp açtığımı zannediyorum, bu adam ne zırvalıyordu böyle. Birden telefonuma baktım, kardeşim sekiz kere aramıştı beni. Saati fark edince, ağzımı yarım yamalak açarak, “Ben uyudum mu Necdet Amca” dedim. İçin geçti biraz, dedi. Saate baktım, aşağı yukarı beş saat uyumuştum. Uyuduğumu anlayınca belime bir ağrı vurdu. Neyi fark etsem acısı çıkıyordu. Neremi tutsam bir uyuşukluk hissi yayılıyordu. Yerin dibine girsem yine de mahcubiyetimi gideremeyecektim. Necdet Amca üstünü değiştirmişti, evin içinde dört dönüyor bir şeyler hazırlıyordu. Bu defa da babam aramaya başladı beni, şimdi konuşabilecek kudreti bulamıyordum kendimde.

Çok geçmeden birkaç adam geldi. Kasketli tiplerdi. Belli ki köyden gelenlerdi. Komşular yine birikmişlerdi kapıya. Bu defa erkekler çoğunluktaydı, sabahtan uzak duran kadınlar mutfağa girişmiş, süpürüyor, kaldırıyor, yıkıyor, çırpınıyorlardı. Necdet Amca, kolumdan tutup “Hadi Kerem oğlum,” dedi. İtiraz etmedim, direnmedim, kalktım ve yürüdüm. Adamların Zerrin Teyze’yi yerinden kaldırmak için cebelleşmelerini izlemeye dayanamayıp aşağı indim. Sokak lambaları gözümün içinden girip beynimde flaşlar patlatıyordu. Sağa sola bakmaya dayanamıyordum. Köyden geldiği, tekerlerindeki çamurlardan belli olan minibüse Zerrin Teyze’yi dört kişi birden zor yükledi. Allah’ım, yüklemek de ne demek. Fakat şuradan tut, buradan ittir derken bir tomruğu römorka atmaya çalışan marabalar gibiydiler. Necdet Amca gelip omzuma dokundu. Ön koltuğa hamle yaptım ki şoför “Sen arkaya geç de tutuver merhumeyi devrilmesin,” dedi. Geçtim minibüsün koltukları sökülmüş tarafına. Bir tabure vardı, oturup telefonumu cebimden çıkardım. O sırada sevgilimden bir mesaj daha geldi, whatsapta kırk dört yeni mesaj vardı, girip bakmak geçmedi içimden. Telefonum kardeşim ve babam tarafından aranmaya devam ediyordu. Zaten çok fazla dayanamayıp kapandı.

Artık Zerrin Teyze’nin yuvarlak bedenini tutamaz hâle geldiğimde köy yoluna girdiğimizi anladım. Yolda aydınlatma yoktu, zifiri karanlığın içinde çakal ulumaları arasında en ufak bir taştan şiddetle sekerek gidiyorduk. Minibüs durduğunda çakal ulumaları yerini kadın feryatlarına bırakmıştı. Kafam âdeta bir mahşer kalabalığının ortasında kalmış hassas bir kuş gibi korkudan ve acıdan ve öfkeden patlamak üzereydi. Ben iner inmez, birkaç kadın beni alıp mutfağa götürdüler. Neredeyse hepsinde aynı iğne oyalı yazma vardı. Yazmalar renk renkti, beyaz yazmalılar biraz daha yaşlı kadınlarda bürülüydü. Ve ortamın tek hâkimi onlar görünüyordu. Ben de bana ne talimat veriyorlarsa harfiyen uyuyordum. İçlerinden birinin, “Zerrin Abla’nın komşuymuş, buymuş bekleyen, çok seviyormuş,” dediğini duydum. Dar kapılardan geçirilip salonun ortasındaki yıpranmış halıya bırakılan Zerrin Teyze’nin bedenine bakarken en ufak bir sevgi tohumu hissetmiyordum içimde. Fakat fevkalade bir burukluk yüzüme vurmuş olacak ki gelip geçen omzuma dokunup “Başın sağ olsun” diyordu. Mutfakta istiflenmiş kadınlardan biri fısıltıyla yanındakine “Yaa, sen ananı atanı buralarda koyar gidersin ama Allah onlara dalyan gibi bir evlat verir ki senin esamen okunmaz,” dedi. Öyle, öyle diye tasdikledi onu diğer kadın. Boğazım düğümleniyordu, başım dönmeye başladı, fark edilmiş olacak ki orta yaşlı iri yarı bir adam koluma girip beni avluya çıkardı. Cebinden paketin içinde ezilmiş sigaralardan bir tane uzattı. Hayat simidi gibi sarıldım. Adam sırtıma vurup sigaramı yaktı. Biraz sonra kalabalık azaldı. Benim hakkımda konuştuklarını anladığım bir kadınla bir adam bir süre beni süzdükten sonra yanıma geldiler. Kadın, “Gel oğlum, bugün sen bizde yatacaksın, hem şurası zaten evimiz, gel oğlum,” dedi. Adam da yanıma geçti ve aksayarak adımlayan kadının ardından onların evine yürüdük. Bütün köy ayaktaydı sanki gözlerini belertmiş bana bakıyordu. Fısıltılar bir kulağımdan gürültüyle girip aklımı yerinden oynatarak diğerinden çıkıyordu. Bana gösterilen odaya geçtim, kalın bir yer yatağı yapılmıştı, pantolonumu çıkarmadan yatağa girdim. Üzerime karabasan gibi çöken, kımıldamama izin vermeyen yorganın altında bile üşüyordum, titrediğimi hatırlıyorum. Neden bilmiyorum, birden kardeşimi aramak düştü aklıma. Ama telefonum uzun süredir kapalıydı. Sonra aniden sarsılarak ağlamaya başladım. Bu yaşlar kesinlikle Zerrin Teyze için dökülmüyordu ama sebebini de bilmiyordum. Ağzımı her açtığımda salyalarım yanağımdan yastığa akıyordu. Ne ara uykuya daldığımı hatırlamıyorum.

Traktör sesine uyandığımda güneş çoktan doğmuştu. Kendi köyümden hatırladığım kadarıyla buralarda zaman güneşle bilinirdi. Doğardı, tepeye çıkardı, ikindi olurdu, akşama vururdu ve nihayet zifir yatsı. Saat kullanana rast gelmemiştim kendi köyümde, burada farksız değildi, ne yatağı toplarken ne yüzümü yıkamak için lavabo aranırken duvarda bir saat gördüm. Hazırlanıp evden çıkınca Necdet Amca’nın çoktan gelmiş ve evin önüne indirilen okul sıralarından birine oturduğunu gördüm. Etrafına birikenler iki elini birden sıkarak hayır dua dileklerini bildiriyordu. Ben de sanki yerim önceden ayrılmış gibi gidip Necdet Amca’nın yanına oturdum. Kadınlar arasında korkunç bir telaş vardı. Dün geceki ağıt sesleri yerini “Hadi hadi!” buyruklarına bırakmıştı.

İçimden neler geçirdiğimi bilmeyen insanlar bana ilişmesin diye, dudaklarımı Kur’an okuyormuş gibi hızla açıp kapatmaya başladım. Çok eskiden ezberlediğim sureleri yarım yamalak hatırlıyordum, hepsini birbiri ardına sıralıyor, tamamen başka şeyler düşünerek mırıldanıyordum. Kiminle ne konuşmam gerektiğine dair en ufak bir fikrim yoktu. Herkes birden ayaklandı, belediyeden bin bir zahmetle getirttiğini en az beş kere tekrar ederek kafamıza kazıdığı cenaze aracını yönlendiriyordu muhtar. Ben de kalabalığa uyarak aracın yanına geçtim. Aklıma sevgilim gelmişti, eğer geldiyse küplere binmiştir, gerçi anahtarı vardı ama evde olmadığımı görünce bunu burnumdan getirecektir muhakkak. Ben Zerrin Teyze’nin tabutla bindirildiği cenaze aracına bakarken hiç tanımadığım bir adam hadi deyip koluma girerek sürükledi beni. Herkes üzgün görünüyordu. Bir tek ben ve Necdet Amca yıkılmış görünüyorduk, bize acıyarak bakan gözlerin arasında Necdet Amca ne kadar boynunu bükerse ben de o kadar büküyor, o ne kadar ağır hareket ederse ben de o kadar ağır hareket ediyordum. Onun üzüntüsünü ve kederini giyinmiş, onunla aynı acıyı yaşıyordum. Taklidimin her ânında bilincim açıktı, yine de içimde bir yerde ağır bir sızı beni deşiyordu.

Öğle namazının ardından cenazeyi sırtlanan kalabalık camiye iki yüz metre kadar mesafedeki mezarlığa giderken Necdet Amca ve ben tabutun hemen yanında bir yürüyüş kol görevlisi gibi kontrollü bir şekilde adımlıyorduk. Çoktan açılıp hazır edilmiş mezarın başına geldiğimizde küçük bir konuşma geçti kalabalığın arasında. Tek bir kelime bile anlamamıştım. Buradan sonra yaptığım hiçbir şeyi hayatım boyunca unutmadım. Aradan geçen bunca zamana rağmen tırnaklarımın arasındaki toprak kalıntılarını hissedebiliyorum. Dün gece beni evinde yatıran adam yanıma sokulup “Senin inmen daha doğru, Necdet Abi haram artık, sen oğlu yerine sayılırsın,” dedi. Ve kendimi bir anda mezarın içinde buldum. Daha sonradan Necdet Abi’nin bacanağı olduğunu öğrendiğim adam da yanımdaydı. Dualarla Zerrin Teyze’nin beyaza sarılmış bedenini bize uzatıyorlardı. Yanımdaki adam bana sürekli talimat veriyor, “tamam mı” diye de soruyordu. Her seferinde hızla tamam abi, diyordum. Zerrin Teyze’nin başucundan tuttuğumda içim çekildi, ayaklarımın titrediğini hissediyordum. Üstümüze bir bezi çadır gibi açmışlardı. Yanımdaki adam benden daha kibar bir şekilde tutmuştu kefenin ucundan. Bense çok ağır olduğunu bildiğim için iki kolumla birden sarılmıştım. Beni düzeltti adam, böyle oğlum böyle, diyerek. Birden sadece iki elimle, kollarımdan destek almadan Zerrin Teyze’nin kefeninin ucunu tutarak onu kaldırabildiğimi fark ettim. O yüz kiloluk kadın sanki bu beyaz örtünün içinde değildi. Sanki küçük bir bardaktan su içmeye gelmiş minnacık bir kuş kadar hafifti. Ürperdim. Nasıl olur, elimi bedeninin altına dayadım ve evet içindeydi, ama sanki tüy gibiydi. Kanatlarını kırmadan mezarın içine yerleştirdik onu. Adamın talimatıyla hafif sağına yatırdık Zerrin Teyze’yi. Yüzünü açmadan toprağa döndürmeliymiş. Sonra toprağı biraz kazıyarak biraz üstten alarak başına topraktan bir yastık yaptım, adamın talimatlarına uyarak. Sonra adam çıktı mezardan. Bana uzatılan dayama tahtalarını Zerrin Teyze’nin üstünde bir çatı olacak şekilde bir ucunu yere dayayıp bir ucunu kenara sıkıştırarak bastırıyordum. Bunu yaparken öyle profesyoneldim ki sanki hayatım boyunca bununla ilgiliydim. Son tahtayı yerleştirirken ayaklarımı mezarın iki yanına yaslayıp iyice bastırdım tahtanın üstüne. Sonra hasırı bir güzelce yaydım tahtaların üstüne. Az önce benimle kabirde olan adam elimden tuttu ve çıktım. Bana hayran bakan gözler aradım fakat herkes hocanın sesine odaklanmış çömelmiş ellerini birleştirmiş “âmin” diyordu. Daha demin tırnaklarımın arasını kumla doldurarak yaptığım şey kimsenin umurunda değildi. Necdet Amca yanını işaret etti bana, gidip çömeldim ben de. Kalabalık yavaş yavaş dağılırken Necdet Amca, ben ve iki kişi daha kalana kadar bekledik. Biri hocaydı kalanların. Mezara eğilip birkaç dua daha okudu, dua olmayabilir talkım vermekmiş, bunu yıllar sonra öğrendim. Peşine biz ayrıldık.

Evin önünde saatlerdir durmaktan, telefonuma ulaşamamaktan kudurmaya başlamıştım. Artık yerimde duramaz olmuş, bir sağa bir sola dönüyordum. Kadınlarsa bana sürekli yiyecek bir şeyler getiriyordu. Bu saatten sonra kontrol edemediğim sinirlerim boşalmış biraz ısrar eden herkesi azarlıyordum. Daha fazla dayanamayıp, Necdet Amca’nın yanına gelerek gitmem gerektiğini söyledim. Yaşlı gözlerindeki şefkatle kucakladı beni, elleriyle boynuma sarıldı, sağ ol, dedi, muradına eriş, dedi. Ağlamaya başlamıştım, ben hıçkırınca Necdet Amca da ağlamaya başladı, bir süre birbirimize sarılıp kaldık. Sonra birden hızla geri çekildim. Elimle evin önündekileri selamladım. Necdet Amca’nın bir işaretiyle kartal model bir araç geldi, bıraksınlar seni, dedi Necdet Amca. İtiraz etmedim, ön koltuğa geçip oturdum.

Daha dün sabah kocaman bacaklarını zor kaldıran poğaça yanaklı Zerrin Teyze’yi şu karşıda birkaç serviyle süslü mezarlığa terk etmiştik. Onun hakkında düşündüğüm hiçbir şeyden, bugün dahi utanmıyorum. Çünkü bunun bedelini tırnaklarımın arasına giren kum taneleriyle ödemiştim. Yorgunluktan omuzlarımı dik tutamıyordum, ensemden akan ter gömleğimi sırtıma yapıştırmıştı, yine de şehre girer girmez ışıklarıyla göz kamaştıran otogarı görünce beni orada indirmesini söyledim yanımdaki adama. Yüzüne ilk defa inerken bakmıştım, beni dün evlerinde misafir eden adamdı.

Beni evde bekleyen sevgilimi çoktan unutmuştum, şu an bile yüzü aklıma gelmiyor, sürekli sevgilim dememin sebebi ise adını bile hatırlamıyor oluşum. Telefonumun şarjını bile umursamadan memlekete giden en yakın saatteki otobüse bilet aldım. Sanki duygularımı da Zerrin Teyze’nin sağ yanına yatırıp gömmüştüm. Hiçbir şey hissetmiyor, hiçbir şey duymuyor gibiydim. Otobüse bindikten sonra tam on üç saat boyunca uyudum. Otogarda pazartesi tenhalığı vardı, yaz ayıydı, bizimkilerin köyde olduğundan emindim. Artık dayanılmaz hâle gelen mide gurultumu bastırmak için birkaç poğaçayı saniyeler içinde yuttum. Onları yerken aklıma Zerrin Teyze’nin gelmediğini hatırlıyorum. Onu memlekete giden otobüse bindiğimde unutmuştum. Ama ellerim, tırnaklarım ve yıllarca beni bırakmayacak olan hatıralarım unutmamıştı. O an unutmuştum, o an hayatımın en kısa ânıydı zaten. Köye giden minibüslerin akşama hareket edeceğini öğrenince cebimdeki elli lirayı kontrol edip bir taksiye bindim. Arka koltuğa geçip oturdum. Bizimkiler beni görünce sevineceklerdi. Ama ben onlara yirmi dört saat içinde yaşadıklarımın dehşetiyle gidiyordum. İçimden annemin boynuna sarılmak isteğimi söküp atamamıştım, belki de Zerrin Teyze ile yüzleşmemek için dönmedim eve, bunca zaman sonra o ayrımı yapmak çok güç benim için.

Köyün sapağına döndüğümüzde içimi belli belirsiz bir sevinç sarmıştı. Her tarlayı, her ağacı hatırlıyordum. Hatta tarlada çalışanların “bu gelen kim ola” diye durup bakışlarını bile hatırlıyorum. Yıllarca yaşamıştım bu sahneyi. Köyün girişindeki kalabalığı görünce taksiyi durdurdum. Parasını ödeyip indim. Neredeyse bütün köy oradaydı. Uzaktan kardeşimi seçtim. Ayakta duramıyordu, saçı başı dağılmıştı kızın. Boğazımın düğümlendiğini hissediyordum. Kapıya kadar gitmeden duvardan atladım. Köyün mezarlığı hınca hınç doluydu. Kayısı ağaçlarındaki meyveler büyüyüp büyüyüp bir güneş gibi yüzüme vuruyordu. Dün parmağımı takıp deldiğim tablodaki yarık şimdi benim göğsümün ortasına açılmıştı. Biraz daha yaklaşınca artık beyazlamış bıyıklarına bu defa kanla akan gözyaşlarını seçtim babamın. Beni fark edince küreği hızlı hızlı indirip kaldırdı. Kardeşim uğuldayarak dizlerinin üstüne çömelmiş yazmasını çekiştirerek ağlıyordu. Babam kanlı gözlerini bana dikmiş son toprak parçasını annemin üstüne atarken ben tırnaklarımın arasındaki Zerrin Teyze’nin kum tanelerini ağzıma sokuyordum. Zerrin Teyze’ye o kadar çok ağlamıştım ki annemin mezarına düşürecek tek damla gözyaşım kalmamıştı.

MAHMUT COŞKUN

MAHMUT

1989 Yozgat doğumlu. İstanbul’da yaşıyor.Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği mezunu. “Roman Kurgusu ve Tekniği” üzerine lisansüstü eğitim aldı. MEB’de öğretmenlik ve idarecilik yaptı.İlk romanı Yakarım Gül Satanlar Bahçesini ile Türkiye Yazarlar Birliği Roman ödülünü aldı.Radyo programları ve seslendirmeler yaptı. Sinema filmi yönetmenliği eğitimleri aldı, uzun metraj film ve senaryo çalışmalarına devam ediyor. Sinema, deneme ve inceleme yazıları çeşitli dergilerde, öyküleri ise Muhayyel ve Yarın başta olmak üzere birçok dergide yayımlandı. Kimi dergilerin kuruluş aşamasında yer aldı. Yayın danışmanlığı ve editörlük yaptı. Hâlen Muhayyel Dergi’nin editörlüğünü yapmaktadır. Kitaplar; Yakarım Gül Satanlar Bahçesini  (2018), Başka Biri Olmanın Romanı (2020)

Daha fazla görüntüle