- Ne yapıyorsun Satı, in aşağıya ordan! Bak düşeceksin, bir yerin sakatlanacak. Allah Allah!
Gece yarısı, bahçe duvarının bir metrelik yüksekliğinin üzerinden indirmeye çalışırken o hâlâ gözlerini semada bir noktaya kilitlemiş kalmıştı. Arkası bize dönük, tek tük ışıkları yanan gecekonduların tepesinde yıldız yıldız parlayan gökte bir noktaydı ilgisini çeken. Bedeni kaskatı, beyaz geceliğinin içinde hayalet ama daha çok demirden, mermerden bir hayalet heykeli gibi taş, beton karışımı enli bahçe duvarının üzerinde dikilmiş o noktayı belirlemişti kendine. Oradan indirmek de çok kolay olmadı. Kendiliğinden adım atmasını, dediklerimizi yapmasını beklemek beyhudeydi. Eniştem, narin gövdesini kucaklayarak indirdi onu. Eve yürürken ağzından belli belirsiz mırıltılar döküldü, ‘‘ Ferit geldi. Ferit ağlıyor. Onu ağlatmayın… Getirin onu bana…’’
Yatağına yatırdığımızda gözlerini kapattı hemen. Göz kapaklarının altında huzursuz devinen yuvarlak kürecikler açık seçik görülüyordu.
- Birinin başında beklemesi lazım. Bu delinin ne yapacağı belli olmaz, dedi teyzem.
- Ben beklerim, zaten uykum kaçtı, dedim hevesimi belli etmemeye çalışarak.
Herkes yattı. Elini tuttum. Sık sık ısırdığı dudakları mora çalmış. Tatlı bir Frenk üzümü gibi görünüyorlar. Bu dudakların arasından gördüğü kabûsların dumanı, isi boğum boğum tavana yükseliyor. Henüz onu anlayacak yaşta olmasam da çok uzun olmayan, ağır hasarlı hayat hikâyesini az buçuk dinlemiştim annemden.
Benim en küçük teyzem. Sekiz çocuklu evin en küçüğü, bebeği imiş bir vakit. Kıvır kıvır siyah saçları, elma yanakları, tatlı dili ile abla ve ağabeylerinin kucağından düşmezmiş. Konuşmaya yeni başlamış, daha yeni anne diyecekken anneannem gencecik yaşında onları bırakıp öbür âleme göçmüş. Hepsi çok sıkıntılar çekmiş, hepsi yalnız kalmış ama kimse Küçük Satı’nın yaşadıklarını yaşamamış. Felek onu anne kucağından, yabancı bir ailenin evine evlatlık, besleme olarak iki yaşında mini mini bir masumken atıvermiş.
Bütün sekiz çocuklu erkekler böyle yapar mıydı? Köylü, cahil, çok çocuklu dul bir adam olması onu haklı çıkarır mı? Ablalarının elinde elbet büyüyüp, yürüyecek bir evlat bu kadar kolay gözden çıkarılır mı? Bütün soruları kendince, abla şefkati, hissiyatıyla cevaplardı annem. Ve bu soruların cevabı dedemden yana negatif çıkardı hep. Sadece dedem değil, dedemin babası, annemin erkek kardeşleri de bu vicdansızlıktan paylarına düşeni alırlardı annemin gönül terazisinde. Tabii herkesten daha adil olanın, en adil olanın hesap terazisinde kimin yaptıkları ne yekûn tutar onu bilemeyiz.
Yıllarca öz ailesi tarafından unutulan, derdini belki bez bebeklerine, belki gökyüzündeki yıldızlara fısıldayan Satıcık evlat edinen adamın sık sık eş değiştirmesinden dolayı farklı karakterde üvey anneler görmüş. Kiminden sıcaklık, ilgi, şefkat görürken, kiminde de sert kayalar misali katı bir kalbe, umursamazlık duvarına çarpmış. Bu değişik kişilikler, onun ruhunda ne gibi kökler saldı, nasıl yollar açtı kim bilir?
Üvey babası tarafından da fazla şefkat görmeden, biraz da disiplin etme tutkusuyla sert bir üslupla yetiştirilen teyzem genç kızlığının ortalarında, görücü usulü genç bir polisle evlendirilmiş. Eğer içinde bu yalnız çocukluğuna rağmen biraz sevme becerisi kaldıysa onu da kocasına saklamış herhalde. İşte benim Satı teyzemden o zaman yeni evlendiği yıllarda haberim oldu. Artık yerini yurdunu öğrenmiş bulunan dayılarım, teyzelerim, annem onu ziyarete gitmek gerektiğine karar verdiler. Karar verildi fakat uygulamaya geçildiğinde sadece annem, ben, bir teyzemle birlikte ziyaretine gidebildik. Herkesi organize eden dayım hiç teyzemi görmeye gitmedi. Nedenini şimdi bile anlamış değilim. Neden sonra bir gün bana bu işlerin öyle kolay olmadığını söyledi. Neydi kolay olmayan? Bir köşede unutulmuş, sulanmaya sulanmaya kurumaya yüz tutmuş güzelim çiçeğin hazin görüntüsü müydü, bazısını kenarda kalmaya iten?
Evet onu ilk görüşümü asla unutamam. Bize tavırları herhangi bir yabancıya davranacağından daha sıcak değildi. Bunu bekliyorduk elbette ama daha sonraki görüşmelerimizde de o sıcaklık oluşmadı. Suçluluk duygusuyla, uzaklığını, donuk bakışlarını, ilgisizliğini, ‘ bir daha gelmeseniz de olur!’ tarzında hallerini görmezden geldik. Ancak sonra iletişim tamamen koptu. Ta ki o yangına kadar…
İlk görüşmede iki yaşında minik, sarı bir oğlancıktı Ferit. Hepimize gülücükler saçtı, cömertti. Annesinin veremediği sevgiyi gül yaprağı gibi boca etti üzerimize. Teyzemin yaşıtı ve biraz daha büyük iki çocuğuyla doğduğundan beri tanışıyordu sanki. Oyuncaklarını önlerine çekinmeden serdi. Masumiyet, bozulmamış çocuk duyguları ile sarıldı insanlara.
En son gidişimizde yağmur yağıyordu annemle benim üzerime. Yağmur kirli, çamurluydu; Kasvetli, yaklaştığını düşünürken uzaklaştıran, insanları duyguları görünmez yapan… Kocasının bizim ziyaretlerimizden hoşnut olmadığını anladık o gün. İlginç olan teyzem de istemiyordu bizi. Mutfak penceresinden kendini saklayarak yağmurda uzaklaşan siluetlerimizi izlerken gördüm onu.
- Ne diyorsun? Hangi hastanedeymiş? Tamam biz de hemen geliyoruz, diyen annemin sesiyle irkildim. Sabah kahvaltısını yapıyorken gelen telefon bu endişeyi, merakı, üzüntüyü haber verdi. Satı Teyzemin evinde yangın çıkmıştı. Neyse ki kimseye bir şey olmamış. Ancak teyzemin hâli hâl değilmiş.
Hastanede, isten kararmış yüzünü gördüm. Beni asıl telaşlandıran gözlerindeki çılgınca bakışlardı. Sonradan yangını teyzemin çıkardığı, kocasının ve oğlunun ise bir haftadır evde olmadığını öğrendik. Kocası oğlunu da alarak evden ayrılmıştı. Boşanma davası açtığını gösteren kağıt postadan ona ulaştığında, teyzem eline ulaşan kağıdı tutuşturmuş önce. Karşı komşusu itfaiye gelmeden önce duman kokusunu alıp kapıcıya haber vermiş. Eve girdiklerinde pencere önündeki koltukta, gözü bir noktaya takılı vaziyette dumanların içinde oturur bulmuşlar.
Bir haftalık tedavinin ardından taburcu oldu. Önce büyük teyzemde kalmasına karar verildi. Fakat sık sık evden kaçması, geceleri evin içinde dolaşması, birden parlayıp bağırmaya başlaması teyzemin sabrını taşırdı, “Ben bu deliye bakamam,” deyip, ortanca teyzeme gönderdi.
Altı aydır orada kalıyor. Her hafta sonu ziyaretine gidiyoruz. Eski mutsuz, hüzünlü, ilgisiz yüzü değişmiş gibi geliyor. Ani öfke nöbetleri dışında, genelde sakin. Gözleri hoş bir hayalin saklı gülüşleriyle ışıldıyor. Bazen dudaklarının kenarında kimsenin fark etmediği tebessüm kırıkları bile görüyorum.
Ona her gidişimde küçük bir hediye götürüyorum. Elini dokunduğunda düşlerinde arkadaşlık edecek küçük bir tavşan, renkli resimleri olan hikaye kitapları ya da dokunuşuyla efil efil ince bir eşarp. Artık o gözleriyle değil de elleriyle görüyor, gülüyor, neşeleniyor. Elleri dünyadan koparmadığı tek bağı…