Menu
KATIR
Öykü • KATIR

KATIR

Katırın üzerindeki semere, yoğurt kaplarını, sefer taslarını büyük bir dikkatle bağlarken, küçük parmakları hızlı ve mahirdi. Dokuz, on yaşlarında kara kuru, çelimsiz bir çocuktu. Üzerindeki çiçekli, koyu renk elbisenin omuzları dirseğine kadar sarkmıştı. Küçük yüzü ciddiyetle kasılmış, siyah, kısık gözlerinde mağrur, kendinden emin bakışlar olmasına rağmen, hafif bir telaş ve korku da hareketlerinde seziliyordu. İşini bitirdikten sonra hayvanın kirli beyaz, gri, siyah karışımı kısa tüylü boynunu okşarken kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Katırı yularından tutup yüksekçe bir kayanın yanına sürükledi sakince. Ayağındaki kara lastikler, en az üç dört numara büyük ve erkek ayakkabısı olduğundan iple alttan üste doğru, birkaç kez dolandırıp bağlamıştı. İpler gevşediğinde  ayağından sıklıkla fırlıyor, kemikleri belirgin, kirli, lastik karası ayaklar göz önüne çıkıyordu. Diğer insanların ayağını görmesinden endişe edecek değildi ama ayakları taşlı, kayalık yollarda çok acıyordu böyle olduğunda.

Tam katırı kendine göre hizalamış, sol ayağını hayvanın sırtına atmak üzereyken bir bağırış duydu. Ablası Hasibe  bağırarak, hızlı hızlı ona doğru geliyordu: ‘‘ Kerime gıız, gözün kör olsun nerdesin?’’ Hemen o anda katıra atlayabilse kaçar kurtulurdu bu gelen fırtınadan ama katır o kayanın üstündeyken bile epeyce yüksekti. Birkaç dengeli sıçrayış yapmadan binemezdi. Zaten o sağ ayağını atamadan ablası yanında bitmişti. ‘‘ Kerime manyağı, çamaşırları niye yıkamadın gız? O çamaşırları bana yıkatacaktın de mi? Alemin uyanığı sen misin, eli kırılası!’’

‘‘ Abla valla yıkayacaktım. Anam ırgatlara yemek götür dedi de ondan kaldı. Yoksa ben yıkamaz mıyım? Biliyon ya, şu kapları bostana çabucak götürüp gelecem.’’

Hasibe’nin siniri biraz yatışmış olsa da tam geçmemişti: ‘‘ Bak, oralarda, yolda belde oyalanıp geç kalırsan babama söylerim. Ondan sonra sen düşün başına geleceği.’’

‘‘ Yok abla, hiç oyalanır mıyım, hemen yıldırım gibi gidip gelecem!’’

‘‘ Eh hadi madem bin de git gel.’’ Arkasını dönmüş gidiyorken, birden uzun örgü saçlarını savurarak hışımla döndü, kolundaki nişan hediyesi saatini göstererek: ‘‘ Saat tutacam haa! Onu hesap et de öyle git, gel.’’ Dedi.

‘‘ Tamam ablam, hemen, hemen gidip gelecem valla!’’

Hasibe geldiği gibi hızlı adımlarla eve giderken, küçük Kerime birinci de atamadığı sol bacağını ikinci sıçrayışında katırın üstüne attı, dengesini kurana kadar biraz hayvanın kulağını çekiştirdi ama sonunda semere yerleşti.

Yuları eline alıp hayvanın yanlarını ayağıyla hafifçe dürtükledi. Katır ağır hareketlerle ahır bahçesinin kapısından çıktı. Evin önündekiçeşme ayağının üzerinden küçük bir sıçrayışla toprak yola geçti. Bütün teneke kaplar, yoğurt helkesi, sefer  tası şangırdadı. Kerime bu sıçrayıştan hiç endişelenmedi, katırın yularıyla, hayvanın başını gidecekleri istikamete, yokuş aşağı doğru döndürdü. ‘‘ Hadi oğlum, beni Hasibe cadısının eline verme, güzelce gidip gelelim’’ , dedi.

Köyün ortasından geçen yol, dik bir yokuştan ibaretti. Yolun sağ ve solunda iki ya da tek katlı ahşap evler, çoğunlukla tahtaları kararmış, kahverengi, kızıl karışımı görünümleriyle son demlerini yaşadıklarını haber veriyorlardı. Arada tek tük yeni tip tuğla ve taştan yapılmış evlere de rastlanıyordu. Köyün en yukarısında taştan örülmüş, iki oluklu çeşme her daim akardı. Çeşmeden akan sular, önündeki taş yalakta birikir, taşar, kendi yaptığı izden, yolun sağında kalan evlerin önünden küçük bir dere halinde akardı. İsteyen onun yolunu evinin önünde ya da arkasındaki küçük bahçeye çevirir, evine yeteklik yetiştirdiği sebzesini, meyve ağaçlarını sulardı.

Kerime köyün sonuna geldiğinde yokuş da bitmiş oldu. Şimdi, iki tarafında yaşlı söğüt, meşe, kavak ağaçlarının sıralandığı hafif eğimli bostan yolu başlamıştı. Emektar katır ne yavaş ne hızlı denebilecek halde giderken, Kerime de ağaçtan ağaca sıçrayan sincapları gözetliyordu. Kendine küçük bir oyun bulmuştu bu yolda giderken. Eğer beş ve daha fazla sincap görürse o günün güzel, az görürse kötü geçeceğine inanmıştı. Birkaç kez de öyle olmuştu. Mesela, geçen hafta babasından okkalı bir tokat yediği gün sadece iki sincap görmüştü. Sonraki gün tam yedi sincap görmüştü ve o gün ekmeği Hasibe pişirmiş, ona çok az iş kalmıştı. Gerçi Hasibe bunun acısını fena çıkartmış, küçüklerin boklu bezlerini dört gün ona yıkatmıştı ya neyse. O yine de bu oyuna devam etmeye kararlıydı.

Serçe kuşları ve adını yeni öğrendiği, kırlangıç, saksağan, ağaçkakan kuşlarının farklı seslerini dinlemeye de bayılıyordu. Hatta kargaların gaklaması bile hoşuna giderdi. ‘‘ Ne acaip kızsın, hiç karga sesi sevilir mi?’’ diye dalga geçmişti ablası. Zaten bundan sonra düşüncelerini kendine saklamaya başlamıştı.

Bostan yolunun kenarında, yukarı ormandan sakin sakin akıp gelen yeşilli, mavili bir akarsu vardı. Adına, ‘‘Gökdere’’ derlerdi. Hakikaten, yeşilin, mavinin her tonu görünürdü.  Suyun etrafındaki yosun tutmuş, irili ufaklı kaygan taşların üzerinden zıplaya hoplaya gitmek ne güzel olurdu acelesi olmasa. Her çeşit mavili, pembeli, eflatun, sarı renklerde çiçeklerle bezeliydi suyun iki yakası da. Çiçekleri toplayıp, güzel bir buket yapmak, annesine vermek isterdi ya da onlardan rengârenk bir taç örüp takabilirdi. Aman canım annesinin çiçek görecek hali mi var? Her dakikası işle geçiyordu.

İşte uzaktan turuncuya çalan, sarı arpa tarlası da göründü. Katırın yanına topuklarıyla hafif bir ayak darbesi vurdu, hayvan hızlandı. Annesi birbirine vuran kap kacak seslerinin çıkardığı senfoniden fark etti onu. Tabii diğerleri de. Uzaktan bağırdı annesi: ‘‘ Yavaş gızım yavaş, her şeyi birbirine gatacan.’’

Annesi alnında birikmiş boncuk boncuk teri elinin tersiyle sildi. Güneşten kısılmış gözleriyle Kerime’ye seslendi: ‘‘ Gızım nerde galdın? Millet açlıktan, susuzluktan kırıldı. Neye bu gadar geç getirdin erzağı?’’

‘‘ Ana gusura galma da benim suçum değel, tam geliyodum ablam beni lafa duttu. Yok çamaşır, yok bulaşık neden yıkamamışım. Söylendi durdu.’’

‘‘ Gendi neye yıkamıyormuş?’’

‘‘ Anam önemli değil, ben yıkarım, şimdi acele dönmem lâzım. Siz yeyin afiyet olsun. Ben çamaşırları akşam olmadan bitireyim.’’

‘‘ Hadi gızım selâmetle. Acele etme, sakin sakin git. Bak bu yaşlı katıra dikkat et emi gızım?’’

‘‘ Ana sen merak etme, ben onun dilinden anlarım.’’ Dedi bilgiçce.

Dökülecek yemek kabı olmayınca Kerime katırın böğrüne sıkı bir tekme attı. Hızlı bir şekilde eve ulaşmak istiyordu, ablasıyla dalaşmak en son istediği şeydi. Emektar katır aldığı bu tekmeye sinirlenmiş gibi kafasını, kulaklarını hızlıca salladı. Kuyruğunu sert şekilde savurdu, kuyruk ucundaki uzun tüyler Kerime’nin yüzüne çarptı. Kerime, ‘‘ Yaa napıyosun salak hayvan!’’ der demez, katır ona göre olabilecek en hızlı şekilde yerinden fırladı. Öyle koşuyordu ki Kerime düşmemek için kollarını hayvanın boynuna dolamıştı. Bacakları rüzgârda sallanan yapraklar gibi arkaya doğru havada asılı kalmıştı. Katır koşarken o çirkin sesiyle bağırıyor, kızın çığlığını bastırıyordu. Bostandakiler olayı görüp peşlerinden koşsalar da çok gerilerde kaldılar. Köyün yolundan yokuş yukarı koşmaya ve anırmaya devam ederken, Kerime başına gelebilecek kötü sonuçlardan çok bütün köye rezil oluşunu düşünüyordu. Köyün çocukları kendisiyle nasıl dalga geçecekler, bir katıra sahip olamadı diye ablası nasıl laflar edecekti kim bilir.

Köy yolunun ortasına doğru katırın önüne Kâzım amca çıktı: ‘‘ Ho ho, dur lan eşek katır, inatçı hayvan dur lan!’’ Yularından tuttuğu gibi kendine çekti, hayvanı konuşarak sakinleştirdi.

Köyün ahalisi hayvanın ve Kerime’nin başında toplanmıştı. Katırın semeri koşarken Kerime ile birlikte kaymış, hayvanın karnında durmuştu. Sonradan gelenler Kerimeciği arıyorlardı gözleriyle, kızcağız yaşadığı şokun etkisiyle hâlâ ters dönmüş semere sıkı sıkıya tutunmuş halde katırın altında asılı duruyordu. Kâzım amca gülerek elini uzattı: ‘‘ Gel gızım, bırak artık semeri, hadii akşama kadar orda mı duracan?’’

Kerime yavaşça ellerini bıraktı, ayakları yere değdi. Kerime önde, Kâzım amcayla katır arkada eve doğru yürüdüler, kalabalık arkalarından söylene, gülüşe dağıldı. Evin kapısını açtığında en sinirli haliyle ablasıyla burun buruna geldi. Hasibe öfkeden delirmiş şekilde bağırmaya başladı: ‘‘ Allah seni bildiği gibi yapsın gız, eli kolu kırılasıca, nerde galdın? Senin yüzünden bütün çamaşırı ben yıkadım ama bunun hesabını verecen sen görürsün.’’

Kerime hiç cevap vermeden sessizce ablasının yüzüne baktı, sonra ikindi güneşinin kızıllığında gözlerini kısarak bahçedeki çamaşır sepetinin yanına gitti.

Yıkanmış çamaşırları bahçedeki çamaşır tellerine asarken sırtındaki acıdan yüzü buruşuyordu.

Diğer Yazıları