Koşuyordu. Aralıksız, durmadan koşuyor, yolları parmak uçlarıyla ezerek, kara dumanların kalbini delerek, ıssızlığa doğru soluksuz, koşuyordu. Sağına, bazen soluna atılan ölüm zarlarına aldırmadan koşuyordu. Dizleri yeni bağdan çözülmüş, yürümeye hasret biri gibi koşuyordu. Kulaklarını patlatırcasına çınlayan sesler arasından son sürat geçiyor, kucağındaki yükünü ayrımsamadan, tüy gibi yenlik, koşuyordu.
Neden sonra durdu. Betonun soğuğuyla buluşan topukları nefes nefese kalmıştı. Parmakları sızlıyor, dizleri zangırdıyordu. Kıpkırmızı bir halde durdu. Yüküyle birlikte, ıssızlığına hükmettiği yamuk, isli duvarın dibine sindi. Çocuk aklı, ölümü oradan ekarte edebileceğini sandı. Ama gördü ki, duvarın da eceli pek yakın. ‘Belki burada, bu son nefesini zaten verecek olanın yanında güvende olabiliriz,’ dedi ve birden tıka basa umutla doldu.
Issızlığın göbeğine düştüklerinde, kucağındakinin kulakları aşındıran sesiyle baş başa kalmıştı. Uzakta, çok uzakta patlayan bombalar, yükselen zifiri dağlar korkutmuyordu artık. Yıkılmış evlerin arasından, parçalanmış cesetlerin üstünden, dağılmış kol ve bacak parçalarına basmadan sığındıkları bu boynu bükük duvardan medet umarcasına, başını onun sert ve soğuk göğsüne yasladı. İçinde bir boşluğun giderek büyüdüğü, ayaklarından başlayarak tırmanan bir sızının kıvrımlarına dolandığını hissetti. Ama bu ses. Bu sesi durdurmanın bir çaresi yok muydu? Kesik parmaklarını yeniden doğruyordu bu ses. Kırılmış hayallerini özenerek yeniden dilimliyor, direncini bir kez daha kökünden kesiyor, nefesini sıkıştırıyordu.
Yırtılmış paçalardan sıyrılan minik ayaklar havada çırpınarak boğuştuğunda, karnı aç, dedi içinden. Evet, karnı aç. Annesinden, bütün bebeklerin karınları acıkınca böyle ağladıklarını duymuştu. Ne vermeli ona. Burada ne süt bulabilirdi, ne de mama. Azalan direnciyle aynı hızda çoğalan bir başkaldırma uyandı teklenen kalbinde. Bir isyan infilak etti göğüs kafesinin daralan çemberinde.
Ve birden, kendi yaralarının işgalinden sıyrılarak, kardeşinin acısına yumuldu. Kendi canını Azrail’e hiç pazarlıksız verebilirdi. Kendi kaderine sükûnetle sarılabilirdi. Koyun koyna yatabilirdi şarapnel parçalarıyla, ateşle ve dumanla.
Açlığı bilirdi. Acıyı ise henüz öğrendi. Çaresizliğin bu büyük harbinde mağlup oluyordu işte. Yenilgiyi de gördü.
Kardeşine, savaşta olduklarını, dolayısıyla açlığın ve soğuğun kaçınılmaz olduğunu, büyükler tarafından reddedildiklerini bir anlatabilseydi. Belki anlatabilseydi ağlaması dinerdi. Birazcık güç olsaydı bedeninde koşarak gider, açlığı bastırmak için bir şeyler bulur gelirdi.
Göz kapakları bütün bu tabloları görmekten yorulmuştu artık. ‘Biz daha neydik, bütün bu dramlar da neyin nesiydi.’ Bu, çocukça bir kızgınlığın, bir yumruğun inmesiydi kadere. Boğuşuyorlardı. Birbirlerinin boynunu kavradıklarında, biri diğerini yıkmak için kozlarını paylaşmaya başladılar. Boğuştular, yuvarlandılar, nefes nefese kaldılar.
Sonra ani bir hareketle kurtuldu rakibinin gücünden. Koşmaya başladı. Olanca hızıyla koşuyor, soluk soluğa, ardında kırmızı damlalardan izler bırakarak, kulaklarında yorgunluğu bilmeyen bir sesin eşliğinde vara doğru, kalabalığa doğru koşuyordu.
‘Bombalar,’ dedi. ‘Bombalar yolumu kesemez. Dumanlar. Yükselen, görüş alanımı yasa boğan dumanlar beni çaresiz koyamaz.’ Ateşin üstünlüğüne aldırış etmeden, korkunun kışkırtmasına yüz vermeden, koşuyordu.
Yıkıntılar, cesetler ve sağına soluna, tam ayakucuna düşen ölüler hızını azaltıyor, dermanını ürkütüyordu. Yine de durmadı. ‘Geriye, kanlı izlerimi takip edip geriye döndüğümde, açlığın sesi dinmiş olacak. Daha hızlı koşmalı, daha çabuk dönmeliyim.’
Bu düşünceyle sendeleyerek dumanların içine daldı. Rakibi peşinden geliyordu. Soğuk bir hışımla ensesine çöktü. Yakalanmış olmanın getirdiği irkilmeyle gözlerini açtı; yırtılmış paçalardan sıyrılan pamuk bacaklar havada çırpınıyor, mora kesmiş yüz giderek buruşuyor, hıçkırıkların ömrü uzuyordu.
Kucağındaki göle, kan gölüne düşen hayalleri, evleri, arkadaşları, misketleri ona bakıyordu. Artık ütülüyorum, dedi. Başını omzuna dayadı. Bedeni takat denilen şeyden pazarlıksız vazgeçiyordu.
Bütün sesler kulağından indi. Savaş bitti sandı. Fakat o ses. Açlığın ve kimsesizliğin sesi neden hâlâ kesilmemişti. Cılız kollarıyla minik yükünü sarmak istedi. İstedi ki eskisi gibi, çok eskiden olduğu gibi onu kucağına alsın, gülümseyen bir evin sıcacık duvarları ve yumuşak bir anne şarkısıyla öpücüklere boğsun. İstedi ki bu beyazlığın, bu yükselişin içine kardeşini de çekebilsin. Burada ona süt verirlerdi, annemizi bulur, tekrar evimize gidebilirdik. Ben yine arkadaşlarımla misket oynar, bütün payları toplardım.
Sonra hep birinci olduğum o koşulara yine başlardık. Mavi bakkalımız başlama noktamız olur, aşağı mahalleye doğru koşardık. Akşam olunca da annemin sesini işitir, bir koşuda merdivenleri üçer dörder atlayarak eve varır, kardeşimin yanaklarından öper, onu kucağıma alır, evin içinde döndürürdüm. Sonra babam gelir yine kapıyı ben açar, boynuna sarılır ve hep beraber annemin donattığı akşam yemeği için soframıza otururduk.
Daldığı günlerden döndü. Başı omzuna doğru kayıyor, dudakları geriliyordu. Kocaman gözlerinin önünde haline ağlayan kesik parmakları vardı şimdi: Kanlar damlıyordu uçlarından. Bütün sızılarının tükendiğini hissetti. Ağrıları da geçmişti. Yarım yamalak bir mecaldi uğurlamaya gelen. Bu uğurlamanın armağanı olan hafif güç, uçlarından kanlar damlayan parmakları minik dudaklara doğrulttu. O saniyede damlaları emmeye, açlığını gidermeye başladı ses. Yırtık paçalardan sıyrılmış minik ayaklarsa, hissini kaybetmiş bir dizin üzerinde tepiniyordu şimdi. Diğeri ise, sessizliğin içine doldurduğu dinginliği ve çaresizliğe eğmediği boynuyla dik, kocaman gözlerini masmavi bir gökyüzüyle buluşturmuş, koşuyordu.