Yukarı mahalle ile maçları varmış. Bu sefer mutlaka kazanmaları gerekiyormuş. Kalecisiz olmuyormuş.
“Canım istemiyor” demişti. Naz olsun diye değil ama. İçinden gelmiyordu işte. Çocuklar ne de ısrarcıydılar. Fakat sonunda mağlubiyeti kabullenmek zorunda kalmışlardı. Yüzlerinde başaramamanın can sıkıcılığı. Salih, üzüntüsüne üzüntü eklenerek kapıyı usulca kapatmıştı.
Rengi solmuş duvarlar, üstüne üstüne geliyor. Koridora açılan kapılardan yayılan sessizlik. Badanası yer yer çatlamış tavan, başının üzerine çöküverecek gibi. Salih'in adeta damarlarındaki kan çekiliyor. Ayaklarının altından kayıp gitmekte olan zeminden kurtulup bahçeye zor atıyor kendini.
Sararmakta olan yapraklarla birlikte derince bir nefes alıyor. Bir kuş konuyor kerpiçten bahçe duvarına, etrafına bakınıp biraz oyalandıktan sonra tekrar havalanıyor. Salih´in yüzünde bir çift özlem. Annesi de bazen böyle uzaklara dalar giderdi. Sonra tatlı tatlı eski günlerden bahstemeye başlardı. Salih´in zihninde her defasında kelimelerle resmedilmeye başlayan babasının uzak hayali. Çok iyi bir insanmış, herkes severmiş. Sevincinden ne yapacağını şaşırmış, baba olacağını öğrendiğinde. Gece demeden gündüz demeden daha çok çalışmaya başlamış. Sabahın erken saatlerinde “Hayırlı işler” diye uğurlarmış annesi. Babası da “Allah'a emanet ol” diye karşılık verirmiş. Birbirlerine söyledikleri son sözler bunlar olmuş. Öğlen olmadan evlerinin kapısı acı acı vurulmuş. Amcasının birbirine karışmış ağlamaklı sözleri; fabrika, patlama, yangın. Kısa bir süre sonra erken doğum yapan annesi hüzünle sevinci bir arada yaşamış. Doktorlar el kadar bebeğe bakarak “Acaba yaşar mı?” diye birbirlerine sormuşlar. Salih şimdi boylu poslu bir delikanlı. Ama omuzları çökük.
Bir sevdiğini özlemenin ne olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Bu son hafta çok değişmişti. Birden büyümüştü adeta. Amcası az mı şikayetlenirdi “Yenge bu çocuğa çok yüz veriyorsun” diye. “Askere gitti geldi, hala mahallenin çocuklarıyla top peşinde. Bulduğum işlerde doğru dürüst çalışmıyor. Ne zaman büyüyüp de adam olacak?” “Gün olur o da olgunlaşır”, derdi annesi. Kıyamazdı hiç.
-Salih oğlum, ne yapıyorsun?
-Hiç. Oyalanıyorum biraz.
-Az önce kuru fasulye pişirdim. Gel de bir tabak götür.
-Olur Ayşe teyze.
Komşu kadınla Salih'in annesi kardeş gibiydiler. Yedikleri, içtikleri ayrı gitmezdi. Emine işe gittiği zamanlarda oğlunu ona bırakırdı. Masraflar için para teklif etmeye kalkışınca Ayşe “Gücenirim ha, bir daha duymayayım” diye karşı çıkmış. Çok şükür rahmetli kocasından kalan emekli maaşı yetiyormuş da artıyormuş bile. Hem bu yaştan sonra parayı ne yapacakmış. Şimdiki gibi çoğu zaman balkonunda oturur o da uzaklara dalar giderdi. Bazen birkaç damla düşerdi yere. “Bir gün sevdiklerimize kavuşacağız”, derdi Emine. Ablası gibi sevdiği komşusunu teselli etmeye çalışırdı.
Hatıralarla hayallerin harman olduğu o güzel günler. Toprak, ilkbaharda yeniden canlanır, çiçekler tüm kış gizlendikleri yerlerden başdöndürücü güzellikleriyle ortaya çıkardı. Rengarenk bezenen bahçede kuş cıvıltılarına karışan sohbetler, neşeyle içilen çaylar. Hele bir de kurabiye varsa, Salih, o zaman mahalle maçlarını çoktan unutmuş olurdu.
Gözleri, son karanfillerden geriye kalan boşlukta gezindi bir süre. Akşam serinliğine bürünmüş rüzgâr saçlarını okşadı. Kararmakta olan gökyüzü ağır bir yorgan gibi üstüne serilmekte. Salih'in içi titredi birden. Ayşe teyzesinden bir kap sıcak yemek almak üzere bahçe kapısına yöneldi.
...
Boğazında acımsı bir tat hissetti Salih, buzdolabını açtığında. Poğaçalar da epeyce azalmıştı. Naylon poşette birkaç kıymalı, bir iki de peynirli. “Sakın kahvaltı etmemezlik yapma” diye sıkı sıkı tembihlemişti annesi. “Yemek de yaptım sana. Ameliyat iyi geçerse birkaç gün içinde taburcu olurmuşum. Ben eve dönünceye kadar sana yeter” Onlar da çoktan bitmişti. Sabah kahvaltısından kalma ekmek kırıntıları. Oysa yemekten sonra sevinçle masayı silerdi. Annesi bulaşıkları yıkarken o da çay suyunu koyardı. Az sonra mis gibi bir koku yayılırdı demlikten. Ana oğul karşılıklı oturup çaylarından yudumlarlardı. Tekdüze yaşamlarında yine de birbirlerine anlatacak birşeyler olurdu hep.
Salih isteksiz istekiz cilası kaybolmaya yüz tutmuş ahşap sandalyeye oturdu. Elinde kaşık öylece oyalandı biraz. Ayşe teyzesi bugünlerde hep sevdiği yemeklerden pişirmekte. “Aman dikkat et üstüne dökme çok sıcak” demişti tabağı uzatırken. Üzerinden yükselen buhar çoktan uzaklara karışıp gitti. Bir yaprak daha eklendi masa örtüsünün rengi soluk desenine. Karanfillerin başları eğik. Hastaneden getirdiğinde solmuşlardı zaten. Ama onların çöpe atılmalarına razı olmamıştı. Annesinin son bakışları değmişti onlara. Kim bilir birer çocuk gibi başlarını okşayıp onlarla sohbet etmişti. Çok severdi karanfilleri, hele hele kırmızı olanlarını. Babası aşkını onlarla dile getirirmiş. Bir bayram sabahı kabristana giderlerken öyle anlatmıştı annesi, karanfillerin rengi yanaklarında...
Mutfağın açık penceresinden duyulan çocukların hayalkırıklıklarıyla dolu bağrış çağrış sesleri. Belli ki maçı kaybetmişler. “Salih Abi olsaydı mutlaka kazanırdık” derken seslerini daha da bir yükseltiyorlar. Sonra sessizlik sürüklenip geliyor arkalarından. Akşam karanlığına bürünmüş rüzgâr pencerenin kanadını örtüyor.
Canı pek bir şey yemek istemiyordu. Bardaktaki suyun bir kısmını içti, geri kalanını önündeki vazoya boşalttı. Sonra doya doya karanfilleri kokladı. Annesinin kokusu sinmiş. Birkaç damla akıp gitti kalan son yaprakların üzerinden. Çiçekler bir an için başlarını kaldırıp “Üzülme ilkbaharda tekrar açacağız” dediler. Salih gözyaşlarını sildi. Tebessüm etti.
Sabah çok erken uyanmalıydı. Artık çalışması gerekiyormuş. Kendi dükkanına yakın bir fırında iş bulmuş amcası. Hem öyle her gün evde oturmak iyi değilmiş. İnsan içine çıkmalıymış. Salih yatağına uzandı. Bir süre gözlerini yarı açık kapıdan ayırmadı. Sanki her an için annesi gelecek ve “Allah rahatlık versin” diyerek yanaklarına birer buse bırakıp gidecek. Gözleri ağırlaştı. Az sonra rengarenk karanfillerle dolu bahçelerinde annesine doya doya sarıldı.