Menu
Semendlerin Yurdu
Öykü • Semendlerin Yurdu

Semendlerin Yurdu


Yurangil, sınır boyları sık ağaçlarla çevrili, ortasından Zeren ırmağının geçtiği bereketli topraklarıyla yerkürenin güneyinde yer alan bir memleket. Halkı binlerce yıldan beri yüksek medeniyeti inşa ettiler. Elbette çokça zaferle. Dövüş sanatları konusunda her bir fert pekçe mahir olsa da birkaç meşhur kahramanı öne çıkıyor. Yozak kahramanların efsanesi. Eski bir efsane. Şu sıralar biraz tozlandığını söyleyebiliriz.

“Günün şen olsun Yozak!”

“Senin de günün şen olsun Nerya. Yeni bir hikâye var mı?”

“Hikâyeden bol ne var! Falcı Venira haber saldı. Beni bekliyormuş.”

“Uzak dur o cadıdan.”

“Belki yeni bir hikâye öğrenirim. Fırsatı kaçıramam.”

“İyi o hâlde. Umarım bir gün helakinin hikâyesini müjdelemez.”

“Ağzını topla Yozak. Yurangil’in Efsanesi’ne yakışmıyor.”

“Yolun bulutsuz olsun Nerya!”

Nerede kalmıştık? Evet. Yurangil’in efsanesinin nasıl eski efsanesi olduğunu belki sonra anlatabilirim. Biraz hüzünlü bir hikâye. Şimdi Venira’yı görmem gerek. Yazdığım hikâyelerde çokça ilham kaynağım oldu kendisi. Bazen başıma bela açmıyor değil. Ancak iyi bir hikâyeye giden yol bazen belalardan geçiyor.

Yurangil’de halkımızın neredeyse dörtte biri çiftçilikle uğraşır. Halkının dövüş sanatlarından edebiyata, gök ilimlerinden el işçiliğine birçok alanda kendini geliştirdiği bu memlekette bu miktar hiç de az sayılmaz. Öyle bir meslek dahi var ki hakkını veren pek azsa da tüm ilim ehlini kıskandırmaya yeter. Çiçeklerin, bitkilerin, meyvelerin, sebzelerin, ağaçların, suların, dağların ve taşların sırrını bilmek gerekiyor. Yurangil’in en iyisi Şifacı Sohar. Biraz deli olduğunu söyleyebilirim.

“Günün şen olsun Sohar!”

“Sümbülteberler çiçek açarsa günüm şen olacak Nerya. Nereye böyle?”

“Falcı Venira’ya gidiyorum. Beni görmek istiyor.”

“Başına iş açma da nereye gidiyorsan git.”

“Merak etme. Sana kolay gelsin.”

“Kolay olmadığını biliyorsun.”

“Ahaha… Sümbülteberler açınca haberim olsun.”

“Mutlaka olur!”

Sohar biraz delidir işte. Şimdi de kafayı sümbülteberle bozmuş. Önceki yazdan elinde hiç kalmamış mı? Kesin gene bir şeyler deniyor. Neyse. Venira’nın şehrin çıkışına evini kurması hiç iyi olmadı. Ama o da haklı. Burada pek sevildiği söylenemez.

Yurangil’in daha birçok efsanesi var. Hepsi de alanında en iyisi. Dostlarım benim favorim. Yozak, Sohar ve Bardel. Bardel’i şimdi hiç anlatmayayım. O aksi adamı düşünmek bile ilham perilerimi kaçırıyor bazı zamanlar.

“Selam Venira!”

“Selam Nerya!”

“Sabahın pusunda ne bu acelen? Yoksa beni mi özledin?”

“Âh ne demezsin… Çok özledim!”

“Bu defa hangi felaketi müjdeleyeceksin? Yoksa yeni bir hazine mi buldun?”

“Beni alaya alma.”

“Sohbetin keyifli ama beş söylediğinden üçü tutmuyor Venira. İkisi de şansa.”

“Hadi oradan.”

“Senden yeni şeyler duymak güzel.”

“Bu sefer çok önemli. Çok ciddi bir mesele.”

“Anlat o hâlde.”

“İyice dinleyecek misin?”

“Evet.”

“Sözümü kesmek yok?”

“Anlaştık.”

“İnanacaksın?”

“Hadi Venira anlat şunu!”

“Tamam. Anlatıyorum. Semendleri hiç duydun mu?”

“Yapma ama…”

“Sözümü kesmeyeceğini söyledin.”

“Âh Venira. Ee ne olmuş Semendlere? Memleketimizi fethetmeye mi geliyorlar yoksa?”

“Nasıl bildin?”

“Ne? Ciddi olamazsın Venira. Dalga geçtim. Semendler mi? Hadi canım. Ben de Yermiyan kabilesindenim.”

“Yermiyanlar da gerçek.”

“Venira tüm keyfim kaçtı.”

“Neden huysuzluk ediyorsun. Dinleyeceğini söyledin. Sözümü kesip durma.”

“İyi be.”

“Evet söyledin zaten. Semendler, Yurangil’i işgal etmeye hazırlanıyor. Bu işgalin durdurulması mümkün. Seyenril Dağı’nı…”

“Sadece bir efsaneden ibaret.”

“Yozak gibi mi?”

“Pislikleşme.”

“Bence onu sen yapıyorsun.”

“Hadi devam et anlatmaya.”

Masanın üstündeki sandığı alıyor. Küçücük ahşap bir sandık. Kesin içinden harita falan çıkarır. Belki bir mektup.

“Bunu bana ihtiyar bir falcı vermişti. O da Semendlere inanıyor. Sandık bizi onlara götürecek.”

“Sandık mı götürecek?”

“Yani içindekiler.”

“Kesin bir mektup vardır.”

“Hayır. Bir not var.”

“Mektup yani.”

“Of Nerya! Yurangil’in en huysuz kadını sensin.”

“Hiç sanmıyorum. Sohar’ın kulak deliği bile olamam.”

“İçinde bir not var. Ve Ilmagın ipeğinden bir kumaş…”

“Hani şu yok edilen şehir olan Ilmagın?”

“Aynen öyle”

“Görmek istiyorum.”

“Göstereceğim. Bir de anahtar var. Notta her şey yazıyor.”

Söylediği gibi, sandığı açtığında içinden bir kâğıt parçası ile altın olmayan uyduruk bir anahtar ve bir de bir miktar kumaş çıkıyor. Tek tek hepsini masaya koyuyor.

“Kumaş yerine mendil deseydin.”

“Ne kadar sinir bozucusun.”

“Çok küçük.”

“Notta kumaşın büyük bir önemi olduğundan bahsediyor.”

Notu bana uzatıyor. Bir bakalım.

Altın Hanımeli buluştuğunda

Ilmagın İpeğiyle

Seyredersin Seyenril Dağı’nı

Güneşin doğduğu yerde

Anahtar buluştuğunda

Dağın deliğiyle

O heybetli dağ geçer yerin dibine! 

“Dağın deliği mi varmış?”

“Verebileceğin ilk tepki bu mu gerçekten?”

“Dağın deliği olduğunu söylüyor. Anahtar deliği gibi.” Yüksek bir kahkaha patlatıyorum. Kendimi yeterince tuttum zaten.

“Senin sanatla ilgilendiğine kimse inanmaz.”

“Eh biraz delilik bu işin de gereklerinden. Şimdi ne istiyorsun onu söyle sen. İnsanları inandıracak havalı bir hikâye mi? Kesin ertesi gün yola çıkarlar” Gülmekten yanaklarıma ağrı girdi.

“Senin yola çıkmanı. Bugün.”

“Yok filin pabucu!”

“Düşünsene Nerya. Hep bir maceranın içinde olmak isterdin.”

“Gerçek bir maceranın içinde, Venira.”

“Gerçek. Çok gerçek hem de. Neden inanmıyorsun?”

“Venira yapma lütfen… Semend halkı mı? Çocukken bizi korkutmak için söylenen hikâyelerden başka bir şey değil bu.”

“Sen hikâyelere inanırsın Nerya.”

“Bu öyle bir hikâye değil.”

“Semendleri anlatan ilk hikâyeci olmak istemez misin? Seyenril Dağı’na ulaşan ilk hikâyeci. Hepsi bir yana, bu yolculukta çok fazla hikâye biriktireceksin.”

“Bu yolculuğa tek başıma mı çıkacağım? Hikâyelerde anlatıldığı gibiyse türlü belalar, yırtıcı hayvanlar beni bekliyor.”

“Tek başına değil. Dostlarınla.”

“Yapma. Sohar ve Yozak bu deli saçmasına inanmaz.”

“Ve Bardel.”

“Aklını kaçırmış olmalısın.”

“Onlarla ikimiz birlikte konuşalım. Bugün öğleden sonra buluştuğumuzda. İkna olacaklarına eminim. Karanlık çökmeden yola çıkarsınız.” 

Bu deli kadına ne diye inanıyorum? Gene beni kandırdı. Yeni hikâyeler mi biriktirecekmişim? Peh. Semendler mi? Çatlak karı. Yozak onun cadı olduğunu söylerken haklıydı. Peki neden buluşmayı kabul ettim? Dostlarımın önünde beni rezil edecek. Suç onda değil. Benim açlığımda. Yeni hikâyelermiş! Yurangil’in dibine batsın yeni hikâyeler!

Öğleden sonra buluşuyoruz. Bardel’i güç bela ikna ettim buluşmaya. Venira bana anlattıklarını aynen anlattı. Bizimkiler alaya aldılar tabii.

“Bizi ne motive edecek bunun için?” 

“Sohar, yolculuk boyunca çeşitli bitkiye rastlayacaksın. Semendlerin memleketinde de Yurangil’de olmayan bitkiler olabilir. Eşsiz ağaçlar, ender meyveler, türüne rastlanmamış otlar… Sonra sen Yozak. Tekrar bir efsane olmak istemez misin? Askeriye hakkını teslim etmedi. Ama şimdi kendi yolunu çizebilirsin. Özlemedin mi kılıç savurmayı, atını dört nala koşmayı?”

“At değil Çuğ.”

“Tamam işte… Çuğ ve sen eski günlerdeki gibi…”

“Peki Bardel’i nasıl ikna edeceksin?” diye atıldım. Venira ‘bana hiç yardımcı olmuyorsun’ dercesine bir bakış attı.

“Elbette bir asker de yolculukta faydalı olacaktır.”

“Ben kılıç ustasıyım, asker değilim.”

“Yaptığın oyuncaklarla nasıl oynayacağını bilmiyor musun?” Bardel dişlerini gıcırdattı öfkeyle. Bu Venira’yı biraz ürküttü.

“Birçok konuda yetkin bir kılıç ustasısın. Yön konusunda iyisin. Her şeyden silah yapabilirsin. Liderlik vasfın gelişmiş. Hem Büyük Sua Savaşı zamanlarında silah ustalığın dışında başka maharetlerinle de nam saldın.” Bardel öfkeyle ayaklandı.

“Sen de mi casus olduğumu söylüyorsun?”

“Halkımız için çalışan bir casus.”

“Casus casustur.” Bu başka bir hikâye. Bardel casus kelimesinden pek hazzetmez.

Saatlerdir konuşuyoruz. Daha doğrusu tartışıyoruz. Hava neredeyse kararacak. Neyse ki Venira sonunda herkesi ikna etti. Bir falcının insanları kandırması zor olmuyor.

Bohçalarımızı hazırlayıp yola koyulduk. Hepimiz birer at edindik. Yozak’ın Çuğ’u var. Sohar’ın tek marifeti şifacılıkla ilgilenmek değil. Mahir okçudur. Venira da bunu biliyor elbet. Tüm ekip, ben dahil, dövüşmeyi iyi biliyor. Yoksa Venira meşhur Semend halkının yanına böyle bir ekip göndermezdi. Askeriye bir şeyler yapamaz mıydı? Elbette hayır. Kral, Venira’nın idamını isterdi muhakkak. Her zaman olmasa da zaman zaman ona inanan deliler yalnız bizdik.

Zeren ırmağının karşı yakasına geçiyoruz. Buraya kadar yolculuk rahattı. Atlar da yorulduğundan bundan sonrasını yayan devam ediyoruz. Karşıya geçince geceyi burada geçireceğiz.

Buradan evlerimizin olduğu taraf bol ışıklı gözüküyor. Her bir hane küçürek ışık yığınıyla temsil ediliyor sanki. Atları bağladıktan sonra biz de oturuyoruz. Sohar’la Bardel ateşi yakıyorlar. Yozak yiyecek bir şeyler çıkarıyor. Bugün yıldızlar epey parlak. Yol bizi hangi hikâyelere götürecek düşünmeden edemiyorum.

***

Her yerim tutulmuş olarak uyanıyorum. Diğerleri de benden farklı değil. Bardel casus olduğundan… yani Bardel zor şatlara alışkın olduğundan bizim kadar etkilenmiş görünmüyor.

Altın Hanımeli için Bahçıvan Berçe’ye gidiyoruz. Kendisi hanımelleri yetiştiriyor. Venira, Altın Hanımeli’ni de onda bulacağımızı söyledi.

Bahçıvan Berçe Yurangil’in sınır komşusu Pevke şehrinde yaşıyor. Biz de şehre varmış bulunuyoruz zaten. Sora sora Berçe’nin bahçesini buluyoruz.

“Gününüz şen olsun!”

“Âh misafirler… Sizlerin de günü şen olsun! Size nasıl yardımcı olabilirim?”

“Nadir bir hanımeli çeşidi hakkında bilgi almaya geldik.” Bizi temsilen Bardel konuşuyor.

“Hanımelinin çok çeşidi var. Siz hangi çeşidini arıyorsunuz?”

“Altın Hanımeli.” Duyar duymaz suratı değişiyor kadının. İlk başta bilmiyormuş gibi yapıyor. Mecburen tüm meseleyi ona da anlatıyoruz. Burada bizi Sohar kurtarıyor biraz da. Ee iki kadın da çiçeklerin dilinden anlıyor.

Berçe bizi içeri alıyor. Kilere benzer bir odaya giriyor. Bir müddet sonra elinde bir kavanozla dönüyor. Kavanozda altın sarısı bir çiçek var. Altın Hanımeli olmalı. Olağanüstü gözüküyor. “Peki Altın Hanımeli kumaşla nasıl buluşacak?” diye soruyorum. Berçe kavanozdan dikkatlice çıkarıyor çiçeği. “Sadece bir adet yetişmiş Altın Hanımeli var elimde. Bir de tohumu var. Bir çiçeğin yetişmesi yirmi yıl sürüyor. Doğru iş yaptığınıza inanmak istiyorum.” Kumaşı istiyor. Çiçeğin taç yapraklarını nazikçe kumaşa sürtüyor. Kumaşın üstünde birtakım şekiller ve harfler beliriyor. “Bu… Bu bir harita!” diye çığlığı koparıyor Yozak. “Olayı ne kadar dramatikleştirdin.” diye söyleniyor Bardel. Bu ikili sürekli atışmasa olmaz.

Berçe’ye şükranlarımızı dillendirip ayrılıyoruz. Haritaya göre Güney’e gitmeliyiz. Venira da öyle söylemişti zaten.

***

Yedi gün ve altı gece yol alıyoruz. Yolda bazı eşkıyalarla karşılaştık. Onları atlatmak zor olmadı. Eğer Semend halkı gerçekse asıl o zaman ne yapacağız bilmiyorum.

Haritaya göre epey yol kat ettik. Sarnıç ağaçlarının bizi karşıladığı ormana giriyoruz. Geçtiğimiz şehirlerin halkı bu orman için bizi uyardı. Ben de daha öncesinden birkaç hikâye işitmiştim. Haritaya göre ormanın adı Ceyan.

Ormanda ilerledikçe çeşit çeşit ağaçlar üzerimize doğru eğiliyor. Sohar yol boyu çeşitli bitkileri topladığı gibi burada da topluyor. “Bakın burada ne var!” diyerek dikenli bir bitkiyi gösteriyor bize. Biraz zorlayıp koparıyor. İşte tam o anda yer sarsılmaya başlıyor. Çok kalabalık bir yarasa sürüsü tepemize çöküyor. “Şu anda gündüz değil mi?” diye bağırıyor Yozak. Bardel “fark eder mi?” diye karşılık veriyor ona. Yarasalarla epey cebelleşiyoruz. Kılıçlarımızı savuruyoruz. Sohar ok atıyor. Geldiğimiz yönün aksine koşmaya başlıyoruz. Bir yandan amansız mücadelemiz devam ediyor. Hep birlikte çalıları itiyoruz. Dallar tenimizi kesiyor. Nihayet ormanın dışındayız.

“Vay be! Dağ! Tam karşımızda. Bu kadar kolay mıydı? Yani tüm mesele ormanı geçmek miydi sadece?” Elbette bu sözlerin sahibi Yozak. Ve evet, dağ tam karşımızda duruyor. Haritayı kontrol ediyoruz. Birkaç yüz metre ötemizde. Önümüz bomboş. Şaşkınlığımızı atıp yürüyoruz.

“Atları geride bırakmamız hiç iyi olmadı Nerya.”

“Hı hı… Onları da ormandan geçirirdik Sohar. Belki yarasalarla savaşırlardı.” Sohar dudak büküyor. Yorgunluktan böyle laflar ettiğini biliyorum. Yine de  laf olsun diye boş boş konuşması canımı sıkıyor. Uykusuzum. Sinirlerim çok yıprandı.

Boş vadide üç gün boyunca dinlene dinlene yürüdük. Sonunda dağa vardık. Her şeyin bu kadar kolay olması elbette şaşırtıcıydı. Çünkü çok geçmeden Semend halkı bizi karşıladı. Yabancı olduğumuz elbette çok belliydi. Ve pek misafirperver sayılmazlar. Kılıçlarımızı çektik. Onlar önce atıldı. Dövüşte pek mahir değillerdi. Ancak üstümüze yırtıcı hayvanlar salıyorlardı. Bir yere kadar güzelce ilerledik. Yani mamutları ve aslanları geçmek kolay olmadı elbet. Yurangil’in Efsanesi yanımızdayken pek korkmuyorduk. Semend halkını da korkuttuğumuzu söyleyebilirim. Ta ki…

“Ejderhalardan söz etmemiştiniz.” diye atıldı Sohar.

“Efsanede yırtıcı hayvanlar diye geçiyor.”

“Ejderha yırtıcı hayvan mı?”

“Değil mi?” Sohar’ın bileğinin işlemesi gereken yerde ağzı laf yapıyordu. Ejderhanın çift başı vardı. Masallarda olduğu gibi. Ama ilk kez canlısını görüyorduk. Aramızdan bir Bardel şaşırmamış gözüküyordu. Bu duruma da biz şaşırmamıştık. Casustu işte.

“Ejderhanın ağzının altında yer alan ön boynuna yakın olan bölgeyi hedef alacağız.” dedi Bardel. Yozak onu biraz kıskanmış gözüküyordu. O ve Yurangil’in efsanesi önden koşmaya başladı. Sohar, Bardel’in işaret ettiği bölgeye ok atışları yapıyordu. Yozak ve Bardel ustaca koşuyordu. Ejderhanın üstüne tırmandılar. Kılıç darbeleriyle hayvan sağa sola savruluyordu. Bu darbeler oyalamaydı. Asıl iş Sohar’da. İşte ok tüm hızıyla gidiyor.

Ejderha, çift başıyla birlikte yere yığıldı. Halktan geriye öncü birlik dışındakiler kaldı. Birer at alıp dağa sürdük.

Dağın eteğinde sanki bir evin veya mağaranın girişi gibi bir çıkıntı var. O çıkıntıyı incelediğimizde deliği buluyoruz. Sandıktan anahtarı çıkarıp deliğe taktıktan sonra Bardel anahtarı çeviriyor. O anda yer tüm şiddetiyle sarsılmaya başlıyor.

Hepimiz sarsıntıya karşı ayakta zor duruyorduk. Atlarımıza binip süratle sürdük. Ardımıza baktığımızda dağın taş ve toprak yığınlarına döndüğünü gördük. Toz bulutu tüm şehri kaplamıştı. Dağın yıkılması ile Semend halkı yok olmuştu. Anlatılagelen masallar artık gerçekle buluştu. Dilden dile dolaşacak bir efsane hâlini aldı. İşin komik yanı, Venira haklı çıkmıştı.

Yol boyunca soluksuzduk. Dinlene dinlene üç günde aldığımız yol, korkudan emin olduğumuz için bir gün kadar sürmüştü. Nihayet ormanın girişine vardık.

“Tamam millet. Sanırım yarasalarla baş edebiliriz.”

“Ejderhadan sonra, elbette.” Herkesin keyfi yerindeydi. Atlarımızdan indik. Birbirimizi başımızla onaylayıp çalılardan içeri daldık.


Hasna

1999 Gaziantep doğumlu. Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde okuyor. Öyküleri matbu olarak Çâre, Aşkar, Berdücesi, Mostar ve Kayıp Kayıt; edebifikir ve daima edebiyat gibi matbu ve online dergilerde yayımlandı. İnceleme yazıları ise Hisdüşüm dergisinde ve kitaphaber.com'da yayımlandı.