Güneşin tüm cüretkarlığıyla perdeleri aşarak odasına dolduğu bir ilkbahar sabahı göz kapaklarını araladı. Duvarlar beyaz olmasına rağmen odaya loş bir kırmızı hakimdi. Güneş, perdenin bordoyaçalan kırmızı rengini odaya iyice aksettirmişti. Yatağında biraz gerinerek gözlerini iyice açtı. Bakışlarını sol tarafa, komodinin üstündeki saate çevirdi. Yediyi beş geçiyordu. Her sabah –Pazar günleri hariç- hemen hemen aynısaatte kalkmasına rağmen saate bakmadan yataktan kalkmazdı. Yataktan ağır hareketlerle doğruldu, üzerindeki yorganı ayaklarının yardımıyla itti. Sonra yan dönüp bacaklarını karyolasından aşağı sarkıttı. Ayaklarını tam da olması gereken yere, terliklerin hizasına indirmişti. Yılların alışkanlığıyla pörsümüş, rengi iyice kaçmış, kahverengi deri terliklerini giydi ve ayağa kalktı.
Gözlerini ovuşturarak pencereye yöneldi. Perdeleri kenara doğru sıyırdıktan sonra pencereyi açtı. Sokak her zamanki gibi sakindi. Ufak tefek değişiklikleri saymazsa, 17 yıldır hemen hemen aynı sokağa bakıyordu. Ankara’nın eskiama temiz sokaklarından biriydi işte; binalar en fazla 4-5 katlı, her birinin küçük de olsa önünde çiçeklerle süslü bir bahçe , yol kenarlarında taş kaldırımlar ve bunların aralarına dikilmiş dizi dizi ağaçlar… İnsana huzur veren, kendini güvende hissetmesine vesile olan bir manzara. Mevsime bağlı değişiklikler dışında hep aynı dinginlik… Gözlerini boylu boyunca sokaktagezdirdikten sonra geri çekildi.
Son günlerde üzerinde bir kırgınlık vardı, hiç uyumamış gibi dinlenmeden kalkıyordu yataktan. Şakaklarını ovuşturduktan sonra yorgun adımlarla kapıya doğru yürüdü, anahtarı çevirip açtı. İlk gençlik yıllarından kalma bir alışkanlıkla gece yatarken kapısını hep kilitlerdi. Annesinin kızmasına aldırmazdı o zamanlar. Ki artık yıllar geçmişti, annesi de alışmıştı bu duruma. Odasından çıkıp uzun holü geçti ve lavaboya girdi, ardından banyoda ellerini ve yüzünü yıkadı. Yine aynı alışkanlık mutfağa götürdü ayaklarını, kahvaltı hazırdı. Annesi her zamanki gibi ondan yarım saat önce kalkmış çayı demlemiş; peynir, zeytin, yumurta, domates, salatalık ve reçelden oluşan kahvaltıyı masaya yerleştirmişti. Sandalyeyi çekip oturdu. Hemen önünde, masada reçel kasesi duruyordu. Bir an daldı gözleri, maziye taşındı. Eskiden annesi evde yapardı reçeli; vişne, çilek,kayısı,kiraz,portakal… Ama babası öldüğünden beri annesi reçel yapmayı bırakmıştı, iki kişi için değmeyeceğini düşünüyor ve marketten hazır alıyordu. Tadı aynı değildi bunların.Ne de olsa evde yapılan gibi anne eli değmemişti . Anne eli… Gözleri oelleri aradı. Annesinin elleri de kendisiyle birlikte yaşlanmıştı. Yıpranmış, damarları iyice kabarmış, nasırlaşmış…Gençken ince, uzun ve zarif olan parmakları bile kabalaşmıştı. Yıllar insandan çok şey alıp götürüyordu. Ama bir o kadar da eklediği gerçekti. Ruhen ve fiziken…
Tezgahın üzerinde hala bir şeylerle uğraşan annesi sonunda akşamdan kalma keki de masaya koyup sandalyesine oturdu. Karşılıklı günaydınlaştılar ve annesi çayları doldurdu. Ekmeği de bölüştükten sonra kahvaltılarına başlayabildiler. Annesi konuşacak bir şey olmadığından akşamki diziyi anlatmaya başladı. Halbuki diziyi beraber izlemişlerdi. Annesinin hafızasıson zamanlarda iyice kötüleşmişti. Eskiyi çok iyi hatırlamaklabirlikte yakın zamanı aklına bir türlü yerleştiremiyordu. Fakat bunun yaşamlarını çok da olumsuz etkilediği söylenemezdi. O kadar durgun bir hayatları vardı ki her gün adeta bir öncekinin kopyasıydı. Hep aynı günleri, haftaları, ayları tekrarlıyorlardı; değişen sadece kendileri dışındaki dünyaydı. O yüzden bu unutkanlıklardan o kadar da şikayetçi değildi. Keza şimdi de kafasını sallayıp arada bir onaylayarak annesini dinliyormuş gibi yapıyordu. Kadıncağızın televizyondan başka meşgalesi yoktu zaten. Arada bir ziyaretine gelen komşular olmasa büsbütün yalnızlığa gömülecekti. Kendisi ne de olsa işe gidiyor, neredeyse tüm günü dükkanda geçiriyordu. Gerçi bu hayatı öylesine kanıksamışlardı ki annesinin durumuna çok da üzüldüğü söylenemezdi. Sanki annesi ömrünü hep bu evde, bu rutinlegeçirmiş gibiydi.
Dünden kalmış ekmeğin neredeyse tamamını bitirdiler. Sabah kalkıp markete gitmeye üşendiği için akşamdan bir ekmek fazla alıyor, sabah da bunu yiyorlardı. Her zamanki gibi… Önündekikırıntıları ıslattığı parmağıyla toplayıp ağzına götüren annesine eline sağlık deyip odasına gitti. Dün akşam bıraktığı yerde, sandalyenin üzerinde duran pantolonunu ve çekmeceden çıkardığı ince örgülü kazağı yavaş yavaş giydi. Zaten en son ne zaman bir şey için aceleetmesi gerekmişti hatırlamıyordu. Çoraplarınıayaklarına geçirdi ve dişlerini fırçalamak üzere banyoya gitti. Köşeleri yer yer kararmış olan aynada kendine baktı, saçını elleriyle düzeltti, taramaihtiyacı duymadı. Zaten iyice seyrekleşmişti, yakında babası gibi kel olacağını düşündü ama bir parça da olsa mutlu oldu. Babasına benzeme fikri hoşuna gitmişti.
Küçüklüğünden beri babasına özel bir hayranlığı vardı, onun tüm sözlerini kanun kabul eder her yaptığını tartışmasız doğru olarak görürdü. Babası öğretmen olduğu için bir çok arkadaşınınkinden daha kültürlü ve saygı duyulan biriydi. Bu da hayranlığın oluşmasında etkili olmuştu. Hep onun gibi olabilmeyi istemişti. Onun gibi bir öğretmen, onun gibi bir koca, onun gibi bir baba… Lakin bu hayallerinin hiçbirini gerçekleştirememişti. Kırk bir yaşındaydı, liseyi güç bela bitirmiş babasının yardımıyla açtığı sahaf dükkanını işletiyordu ve hiç evlenmemişti. Sanki hayalleriyle arasında aşılmaz duvarlar vardı da birine bile ulaşamamıştı.
Aslında hayal kırıklığının nedeni öğretmen olamamak ya da evlenememek değildi.O, babası gibi olamadığına üzülüyordu. Ama artık bunları düşünmenin , geçmiş günler için hayıflanmanın bir anlamı yoktu. Geçmiş; geçmişti. Babası vefat etmiş, annesiyle birlikte bir hayat omuzlarına yığılmıştı. İkisi de tüm güçleriyle bunu taşımaya çalışıyor, babasının gidişiyle yaşamlarında oluşan koca gediği kapatmaya uğraşıyorlardı.
Kendi kendine ‘yeter ‘ dedi, böyle ayna karşısında dikilmeye devam edersegeç kalacaktı. Bir yardımcısı olmadığından dükkanı her sabah kendisi açardı. Bu yüzden gecikmese iyi olurdu. Hoş, çok satış yaptığı, iyi parakazandığı da söylenemezdi ya; annesiyle kendisine yetiyordu kazandığı üç beş kuruş. Bu yaştan sonra ne yapabilirdi ki ; sahaflıktan başka. Onu da babasına borçluydu zaten, her şey gibi. Bu düşünceler kafasındadönüp dururken dişlerini fırçalamaya başladı, önce sağa-sola sonra yukarı-aşağı; küçükken babasından öğrendiği gibi. Ağzını çalkalayıp fırçasını yerine koydu , son kez aynadakendine baktıktan sonra banyodan çıktı. Tekrar odasına girip yatağını topladı. Odayı son kez gözden geçirdi, bir dağınıklık göremeyince masanın üzerinden anahtarlarını ve cüzdanını alıp odadan çıktı. Mutfaktan tabak çanak sesleri geliyordu, annesi bulaşıkları yıkamaya başlamış olmalıydı. Mutfağa gidip annesine akşama bir şey isteyip istemediğini sordu. Annesi sadece ekmek almasını söyledi, market alışverişini geçen gün yapmıştı ne de olsa. Vestiyerden kahverengi süet ayakkabılarını alıp giydi, kenarlarındaki dikişlerin iyice açılmış olduğunu gördü. Akşam dönerken ayakkabıcıya uğrayıp kenarlarını diktirse iyi olacaktı. Annesine hoşça kal deyip kapıyı ardından çekti. Merdivenlerden yine ağır adımlarla indi, hayatı ağır çekimde yaşıyordu sanki. Apartmanın demir kapısından çıktı, bahçeyi de geçip işine doğru yollandı.
Dükkanı evine çok uzak değildi, on beş dakika ağır tempoda yürüyerek gidebiliyordu. Havanın , hafif de olsa, rüzgarlı oluşuna aldırmadan güneşin tadını çıkararak aheste aheste adımladı sokakları. Ana cadde üzerindeki dükkanına vardığında saat sekizi geçmişti. Kepenkleri kaldırıp kapıyı açtı. On metrekareden biraz daha büyük olan dükkanı oldukça düzensizdi. Kitaplar dergiler üst üste yığılmıştı. Raflara sığmadığı için bir kısmı karton kutular içinde istiflenmiş olan kitapların üstünü kalın bir toz tabakası kaplamıştı. Yeni ve eski her şey bir aradaydı. Özenli temizlenmediğinden olsa gerek dükkanda hep kesif bir koku olurdu. Tam olarak rutubete de benzemeyen değişik bir şey, sanki yılların kokusu… Dükkanküçük olduğundanpekhavadar sayılmazdı, güneş de almadığından kokuve rutubet her daim vardı. Aslında kitaplar içinhiç de uygun bir ortam değildi burası, özellikleeski kitaplar çok çabuk yıpranıyordu. Ama bunları pek de umursadığı yoktu. Ayda bir üstünkörütemizlik yapar, kitapların tozunu alırdı o kadar. Fazlasını gerekligörmezdi.
Bugünün de öncekilerden farksızdı,öğleye doğru hava iyice ısınmıştı. Bunu fırsat bilip dükkanının önüne koyduğu sandalyeye kurulmuş,gelen geçene bakıyordu. Sabahtan beri siftahyapmamıştı ama buna aldırdığı söylenemezdi. Dükkan komşusu tavla atmak için çağırmıştıama onada hayır demişti. Karşıdaki parkta kavgaeden gençlere takılmıştı gözü. Müdahale edipayırmak aklından bile geçmedi. Hemen her gün butarz kavgalar olurdu, yakınlarda bir lise vardı. Gençler artık sözcüklerle değil yumruklarıylakonuşuyordu maalesef. Kendi gençliğini hatırladı, bir parça hüzünlendi. Belki en güzel yıllarıydıonlar, babası da hayattaydı. Tatlı bir hüzünçöktü üstüne, iç geçirdi. Günler hesapsızcaakıp gidiyordu, birbirinin hemen hemen aynısı olsada.
Akşama doğru güneşkaybolmaya yüz tutmuştu. Parktaki ağaçların üzerinden görünen, turuncuyaçalan bir kızıllık bırakmıştı kendindengeriye. Dükkanını kapatıp eve doğru adımlamayabaşladı. Havada hafif bir esinti vardı, burahatsız etmekten çok yüzünü okşayanzarif bir elin dokunuşu gibiydi. Hazla geçiyordu yolları amakendi sokağına gelince nedendir bilinmez kalbine bir sıkıntı çöreklendi. İçi cız etmişti. Adımlarını biraz hızlandırıp mahalle bakkalınagirdi, iki ekmek aldı; biri akşam diğeri sabah için. Sonraeve doğru yürüdü. Merdivenleri yorgunadımlarla çıkıp kapıyı açtı. Burnunu acı biryanık kokusu sızlattı. Annesine seslenirken mutfağagirdi hızla. Yemeğin suyu bitmiş,tencerenin dibiyanmaya başlamıştı. Annesinin yine unuttuğunudüşünüp ocağı kapattı. Salona girdiğinde onukanepeye yayılmış buldu. Önce uyuduğunu sanıpüstünü örtmek için bir battaniye getirdi. Amaannesinde bir gariplik sezmişti. Battaniyeyi kaldırıp yaşlı bedeni sarsmaya başladı, sonra kulağınıgöğsüne dayadı. Ses yoktu. ‘Anne!’ diyebildisadece. Ki sesinin çıkıp çıkmadığından eminbile değildi. Annesinin hemen yanına kanepeye yığıldı; kıpırdayabileceğinden bile şüpheli,öylece kalmıştı. Hayatının tamamen değişeceğinifarketmesi birkaç saniye sürdü; artık tamamen yalnızdı.