Hayatın sarkık bacağına tekrar sarıldığında; geride birikmiş yıllarını bırakmıştı. Yıllanmış şarap gibi geçmişin izleri belleğinde tortularını bırakmıştı. İzlerini silmek namümkündü. Neme lazımcılık bir isyan bayrağı gibikutsal bir hazine immişçesine durmadan elden ele dolaşıp duruyordu. Zaman solgun bir yaprak gibi rüzgârın terekesine binmiş bir o yana bir bu yana sallanırken zihninde birikmiş anılarını da depreştiriyordu.
Yorgun adımlarını açmak, zaman arasındaki yolculuğuna ara vermek istiyordu lakin buna kadir olamıyordu.
Zaman zaman kendisindeki rengini yeryüzüne dağıtmış olan yıldızların asi ruhunda aradığı geçmişin izlerini devraldığı mızrağın ucunda sallandırırken sevda yüklü geminin bilinmeyen rotasında dümendeki kaptan olarak afakları gözleyen bir rasathane müdürünün kaftanları arasında görüyordu sabah sabah bu ne celal bu ne hikmet derken en ummadığı bir anda zalim fırtınanın beleğindeki o taze ve nazenin ırmaklardan bir peştamalın cevahir tadındaki saklama kabına sıkıştırılmış ruhunun derinliklerindeki bulmacanın bulunmayan parçasını bulmuştu.
Derkenarında yapay salkım saçakların boy attığı aynaya yansıyan resminde bir tutam tütsünün ruhuna canlılık verdiğini anladığında çok geç olduğunu anladı.
Ayaklarını sedirin kenarında aşağıya doğru sarkıtırken bilmecenin parçaları hafızasında yer edinmişti bile. “Evet” dedi kendi kendisine. Ben bu hale nasıl geldim. Sevda denen merak usunu kemirdiğinde en onarılmaz acıları beyninin kılcal damarlarını zorluyordu. “Evet, ben bu gidişle kafayı yiyeceğim” Yeni yeni kendine geliyordu. Kısa bir baş dönmesiyle birlikte tansiyon düşüklüğü bedenini esir almış ve güçsüz bırakmıştı.
Dolap gibi dönmeye başladı kendisi mi dönüyordu yeryüzümü kestiremedi dağlık arazide kayıp yılların barınağında bir çoban kulübesinde başında sarık elinde tespih bir o yana bir bu yana dolanıp durdu Yer yarılmış sevdası karanlık kuyuda kara atlaslara sarımlı bir kutsal hazine gibi saklanmıştı eğilip almak istedi ama o elini uzattıkça sevda sarılı nadide hazine hep uzaklaşıyordu o elini uzattıkça uzaklık mesafesi kendini koruyordu ne yapmalıyım diye debelenirken karanlık kuyu üstüne kapanıyordu.
Kısa bir baygınlık geçirmişti. Aman Allahım. Bana neler oluyor böyle. Sen aklımı koru. Bildiği tüm duaları bir çırpıda okumuştu. Durdu dinginleşmeye çalıştı. Başı zonkluyordu. Etrafında pervane olmuş karartıları seçmeye çalışıyordu.
Siluetler durmadan dönüyordu renk renk albenili pervaneler durmadan dönüyordu zaman içinde yolculuğun tatlı rüyasına adım attığında kalabalığın homurtuları can yakıcı bir azap gibi kapısına dayanmıştı durmadan etrafındaki nesneleri içine doğru çeken girdabın fütursuz kanatları arasında yol aldığında artık iş işten geçmiş diye düşündü ruhlar âleminin efendisi kendisine biçtiği zaman dilimini durdurmuştu nihayete ermişti zaman “Ha! “ diyebildi. Bunca zaman ben burada baygın mı yattım. Aslında ne kadar zaman geçtiğini kendisi de bilmiyordu. Bilmeden soruvermişti. Belki de boş bulunmuştu.
Hala tam olarak kendisine gelememişti. Zonklayan kafası karma karışıktı. Zihni bulanmıştı. Kapılar bir kapanıyor bir açılıyordu. Donuklaşan bakışları kör bir noktada birleşiyordu. Dalgınlık etrafındaki kalabalığın en korktuğu bir durumdu. Kendisini meşgul etmek için çaba üstüne çaba sarf ediyorlardı. Nafile. Buzdolabını andıran bakışları kara bir tablonun arkasına saklanan ruh gibi durmadan dolaşıp duruyordu her adım atışı perdeye yansıyan korku filmlerindeki vahşi karakterler gibi durmadan etrafındakileri etkisi altına alarak şizofren bir vakıanın baş aktörleri gibi dans ediyordu rakkasın maharetli kıvrak figürleri aynaya yansıyan kendi görüntüsü gibi zihnine kazınıyord.
Karaya dönüşen perdeye renklerin efendisini çağıralım.
“Bir çare dilenelim... Bir çare...”