Menu
MUSA DİYARINDAN
Öykü • MUSA DİYARINDAN

MUSA DİYARINDAN

Kahreden Kahire,
Güneşin ve Nil’in şehri..
Güneş’ten uzak, Nil’den habersiz Kahire.
Üşüyorum ve susuzluktan ölüyorum.
Sende gerçeği aramak, pırıltılı güneşinin yansımalarında kaybolmak demek,
Sende var olmaya çalışmak zehrin bin bir türlüsünün rengarenk boyadığı Nil’de susuzluktan ölmek demek.
Sende O’na teslim olmak, Teb’in uçsuz bucaksız dehlizlerinde iflah olmaz ayinlerin kurbanı olmak demek.
Güneş’in ve Nil’in şehri,
Üşüyorum ve susuzluktan ölüyorum.
Benliğimi içinde eritmek için gemiler yaktığım “Vaat edilmiş
Gerçek”se ‘Çöl’ün ve ‘Deniz’in öte yakasında.
Varmaya çalışıyorum,
Bir yiğit Musa, ve bir Asa ve bir Yed-i Beyza bulamıyorum..

Aralık 2005-Kahire

Jerusalem”e (Selâm /Barış Yurdu)’e

Sana baktım Nibo dağından... Sina’dan sana kaçtım. Çölü aştım sana geldim. Sana söz vermek için tekrar, güvercinler uçurmaya geldim sonunda.
Sığamadım aleme, alem bana sığsa da.Sığıp da tüm hücrelerimi kuşatsa da benliğimin, bir türlü kurutamadığı yalnızlığıma meydan okuyup sana baktım o tepeden..Geniş vadide Selâm aradı gözlerim.
Kuzey’den bir yolcu geldi ilkin, Bahrul Meyt’ten. Kararlı duruşunun, asil adımlarının arkasındaki hayal kırıklığını fark ettim o an. “En yakınımdakiler yanımda değiller” diye fısıldadı. “Sesi duyuramadım, Söz’ü anlatamadım. İyi bak bu topraklara, bak ve gör. Kıvılcımları ateşe çeviremeyenlerin karanlıklarını gör. Sözü yankılandıramayanların sessizliklerini dinle..”
Ve yol boyunca benden ayrılanları düşündüm, karanlığı izledim, sessizliği dinledim. Sonra sana baktım, baktıkça yaralarım iyileşti, baktıkça Söz’ü gördüm, umudum kanat çırptı vadinin semalarında. Kuşatılmış topraklarımdan askerler çekildi bölük bölük.
İncecik bir su sızdı yedi yıl süren kuraklığın kavurduğu toprağa. Oysa taze hurma acıydı, yapraklarıysa kibirli. Bir ateşkesi, bir de vahayı aradım gölgesi az kendisi mağrur hurma dalının telaşıyla. Ancak günün son ışıkları seni alevlere boğduğunda, ‘ben kaybolup gideni sevmem’ diyebildim. Yine de işgal devam ediyordu işte. Ve yüzümü güneye çevirdim.
Kayalara mağrurca oyulmuş o şehirden gelen yolcuyu gördüm bu kez. Yorgunluğu meşakkatli yoldan değildi. O güçlü görünümüne ve meydan okuyan simasına karşın saklayamadığı ihanet yaralarına dokundum. “Söze sadık ol” dedi. “Sakın boğazlama bereketi. Söze sadık ol,sakın öldürme tek şansını, sakın kaybetme yolunu aydınlatan ışığı. Kızıl kayalarda yankılanan kızıl çığlıkla ödüllendirildi Söz’e ihanet. Söz’e sadık ol. Güneş’in kızıllığı Petra’ninkine karıştığında gelen bir çığlık değil Söz. Onu anla ve Ona sadık ol”.
Tam da o an, kızıl ve sarı kumun incecik çizgiyle ayrıldığı, yüzü kızıl kayalara dönük o çölün rüzgarı tebessüm getirip koyuverdi kucağıma. Ne olur gözlerime ışık olsun , ne olur kalbimi med-cezirlerden dinginliğe eriştirsin,ne olur hiç kaybolmasın... ‘Güven bana’ diye haykırmak istedim coşkuyla, Roma eyaletlerinin içime işleyen umarsızlığı ve dehşetini yok sayarcasına. Umudu umut edişime şahit olsun o yolcu. Sözü anlamak istedim, sözü yasamak.. Ve Sana baktım Nibo’dan.. Selâm aradı gözlerim.
Ve kırk yılın bitkinliğiyle geldi diğer yolcu Sina’dan. Kulağında Söz, ayaklarında çöl kumu.. Kendi ardı sıra yürüyerek Kızıldeniz’i geçip de Sina’da boğulanların şaşkınlığı yüzünde. Söz’ün müjdecisi olarak Tûr-i Sînâ’dan indiğinden beri altın buzağının tekmesi onu acıtan... “Söz’e sadık ol” dedi. “Nankörlük değildir müjdelere teşekkür. Her defasında ışığıyla umutlanıp Söz’ün, sonrasında yine karanlığı tercih etmek değil”.“Söz’e boyun eğip özgürlüğe eriştikten sonra, benliğinin kölesi olmak değil gerçeklik. Selâm’a ulaşmak için yola çıktığını unutmak değil. Yolu tamamlayamasan da yoldan dönmek değil”.
Bıldırcına ve helvaya lanet etmenin içimdeki derin pişmanlığıyla sana baktım.
Doğruldum yerimden pişmanlığın ağır yüküne inat. Sana dokunmak için yürüyenlere katıldım. Varlığını hissedip, sana bakıp Nibo’dan, sana ulaşamama korkusunda kayboldum. Doğruldum yerimden, pişmanlıklara inat, umutsuzluğu unutup umutla, sana gelmek için yola çıktım. Yüreğimdeki işgalden kurtulup arınmak için kaçtım sana, kutsallığının sınırlarına kabulüm için.. Yalnızlığım mücadelemin kalabalık gücü, isyanım sana boyun eğişimin sembolü oldu. Öylece yürüdüm. Hücrelerimde hissettiğim Söz tek hediyemdi sana. Bir de yalnızlığım, tüm işgallerden uzak. Çıplak ruhuma sadece Söz’ü giydirdim, sana gelirken,
Sana ulaşamama korkusu içimde. Selâm kentine Selâm olarak girememe endişesi bir de.
Derin mahzenlere girdim, yolumu bulamamaktan korkmadan. Bir kandil yaktım şüphelerimin karanlığına inat, yolumu aydınlatan biricik ışığım oldu eskilerden bende kalan. Yol boyunca nehirler aktı yanımdan, susuzluğumu dindirdim asırlar sonra. Şüphe çöllerimde çiçekler açtı, Sana ulaşmanın büyüsüyle umutlar kök saldı topraktan başlarını çıkarıp gökyüzüne uzanarak. O an nefesimi içime çekmem saatler aldı.Ve kanıma Taberiye’nin lotuslarının kokusu karıştığı an Sen’deydim.
Beyaz güvercinlerin özgürce kanatlandığı kente girdim. Selâm yurduna ayak basmanın büyüsüyle çarptı yüreğim. Kulaklarımda kanat sesleri, Söz’e karıştı..
Sonsuzu gördü gözlerim, “Selâm” oldu dudaklarımdan dökülen ilkin. Selâm sana ey Selâm Yurdu. Benden uzak ülkelere uzandı gözlerim. Sen oldum o an. Yeni doğmuş bir bebeğin şaşkınlığı gözyaşlarımda. Sana söylenen şarkılar ne kadar da senmiş. Doğduğum, şarkılarımı söyleyeceğim ve kendisinde toprağa kavuşacağım vatanımmışsın. Kan değil sende akan, gözyaşının saflığı, nehirler kadar gözyaşı. Özleminden.. Sana bakmıştım Nibo’dan, yolcuların sözleri kulaklarımda.Ve bir de Söz, ille de Söz.. Sana geldim, Sen oldum simdi.
Gözlerimi ayırdığımda sonsuzluğun bahçelerinden, nefret çığlıkları sardı her yani. Via de la Rosa’dan yükselen haykırışlardı aydınlık bahçelerimin Selâmını bozan. Müjde’yi müjdeleyen adamın çile yolunda ne aradığını sordum. Tüm alemi derin uykulardan uyandıracak Müjdecinin habercisi, neredesin? İmran’ın sessiz cesareti, Anna’nın güzel Maria’sının oğlu, neredesin? Denizler üstünde yürümediler mi seninle? Gözlerini güzel bahçelere çevirmedin mi onların? Selâm sofrasına davet etmedin mi hepsini? Bu
çığlıklar neden?
Ve söze başladı.
Selâm’ından akan şiirler nehirlere karıştı o an.
Yüzündeki ihanetin yorgunluğunu görünce, Yahuda Iskaryot olup
Zeytin Dağı’ndan attım benliğimi. ‘Arınmak için yeter mi’ dedim, ‘vazgeçmek her şeyden?’
Yüzüne düşen uzun saçlarını çekerken eliyle,
“İhanet Söz’e” dedi. “İnsanoğlu’na değil ki,”
“Söz’e kulak verip, bilincin sınırlarındayken ona ulaşamadan geri dönmek değil sadece beni üzen. Doğuştan bu yana -müjdelere rağmen- Söz’e ihanet, denizleri kurutan. Öğretilmişliğe rağmen bilmezlik, merhamete rağmen nankörlük, Selâm’ın varlığına, Selâm Yurdu’na rağmen huzursuzluk.”
Ve sonra Çile yolunda yürüyen Yahuda Iskaryot oldum. Bıldırcına ve helvaya lanet etmenin pişmanlığı içimde. Denizi aşıp da yürüyerek, Sina’da boğulmanın utancı yüreğimde. Boğazlayarak son şansımı, bereketimi öldürmemin ardından Petra’nin kızıllığına karışan bir akşam kızıllığında gelen çığlık kulaklarımda. Sözü yankılandıramamanın sessizliği, alevi ateşe çevirememenin acısı tüm bedenimi kaplayan.Via de la Rosa’nın kesme taşlarına aktı gözlerim.
Birden lotus kokusu sardı etrafı, saatler süren bir nefes daha çektim içime. Daracık yol uçsuz bucaksız genişledi. Sonsuzluğun aydınlık bahçeleri oldu Çile yolu. Aramice’nin şiirselliği akmaya devam etti:
“Müjdeciye değildi gelen son. Söz’ü tutup Söz’ü yaşayanlara değildi. Ruhunu soyup, Söz giydirerek sadece, yüreğini işgalden kurtarıp Söz vermek için beyaz güvercinler uçuranlara değildi gelen son. Bir kez arındıysan, bir kez büründüysen gerçekten Söz’e, senin de sonun değil”.
“Kulak ver Söz’e, O’nu anla ve O’na sadık ol”.
Ve sana baktım Nibo’dan. Çölü aştım sana geldim. Selâm Yurdu’nda Selâm olmak istedim. Yolcuların sözleri kulaklarımda, Sonsuzluğun aydınlık bahçelerinden çevirince gözlerimi, sana baktım. Selâm Yurdu’nda Selâm aradı gözlerim.
Selâm olmalı söz dedim. “ Söz” yaşam olmalı.
(Ocak 06 Kudüs)

Diğer Yazıları