Menu
MÜDÜR BEY
Öykü • MÜDÜR BEY

MÜDÜR BEY

Alnındaki çizgiler, mesleğinde katmerleşmenin bir hatırası olarak sanki gizil bir el tarafından oraya işlenmişti. Odasına girdiğimizde, çoğunlukla evraklarla uğraşırken görürdük onu, ya da ellerini çenesine dayamış, düşünceli gözlerini odanın bir noktasına bakarken bulurduk.. Kim bilir, o noktadan hangi hayallere kapı açılırdı. Pek fazla konuşmazdı. Az konuşmak, sırrını aşikâr etmemek, oturduğu makamın gerektirdiği bir haslet olsa gerek diye düşünürdüm. İnsanlarla konuşmaması bence cehaletinden kaynaklanıyordu. Hatta kendi kendime düşüncelere daldığımda;

“Ne biliyor ki o. Gelmiş, başımıza müdür olmuş işte nasıl olduysa. Acaba nereden amcası dayısı var da onu buraya koymuş. Ah şu koltuğa ben bir otursam, şöyle karşıma alsam onu. İki eli dizlerinde, kırk büklüm olsa karşımda. Ne de olsa iki yıllık fakülte okumuş. Ben yüksek tahsilimi yaptım. Bir konuşsam silinir kalır karşımda, sonra da azarlayıp uzaklaştırırım yanımdan. Hep böyle yapmıyor mu o. Dur bakalım, Allah nasip eder bir gün. Onu indirir, bizi bindirir...” diye hayaller kurardım.
Neden böyleydi ki sanki. Biraz gülemez miydi... Gülemezdi tabi ya. Gülerse bir şeyleri eksilecekti belki de...

Bu düşünceler sürekli beynimde dönüp duruyordu. Kim bilir, belki bu düşünce girdabında boğulduğum bir akşam vaktiydi yine. Okulun çıkış saatinin gelmesiyle birlikte, nöbet defterini imzalamak için beklerken telefon çaldı. Karşıdaki, Müstahdem Mustafa’nın oğluydu. Yalvarırcasına konuşuyordu.

-Hocam kurban olam. Gardaşıma yine bir haller oldu... Öylece baygın yatıyo. Gurban olam, babama diyin tez gelsin...
Telefonu kapatıp, koşarak Mustafa’nın yanına gittim. Mustafa gelişimden anlamıştı bir şeyler olduğunu. “Ne oldu Öğretmen?” dedi. Mustafa dedim, senin çocuk hastalanmış galiba, büyük oğlan aradı. Çabuk babam gelsin dedi.

Mustafa ben sözlerimi bitirmeden, okulun koridorunda dizleri üstüne çöktü kaldı. Vay sinine yandığım vayyyy, ben ne ederim şimdi diye haykırdı. Çaresizlik dört koldan etrafımızı sarmıştı o an. Mustafa hıçkırarak ağlamaya başladı. Ben sadece izliyordum, ne yapabilirdim ki. Her şey öğretilmişti okuduğum okulda! Lakin çaresize nasıl çare olacağımı bana belletmemişlerdi. Ben, bir an bunları düşünürken müdürün kapısı açıldı. Mustafa kapının açıldığını duyunca hıçkırıkları boğazına düğümlendi. Şimdi yanı başımda dizleri üzerine çökmüş oturan adamdan, sadece homurtular duyuluyordu. Müdür gelen misafirlerini uğurladıktan sonra, hızlı adımlarla yanımıza geldi. Mustafa onu görünce, birkaç dakikadır gizlemeye çalıştığı hıçkırıklarını açığa vurup, ağlamaya başladı. İlk defa karşılaşıyordum böyle bir olayla. Müdür ise belli ki alışıktı. Yapılacaklar, önceden kendisine öğretilmiş bir tiyatro oyuncusu gibi hareket ediyordu. Mustafa’yı kollarından tuttu. Mustafa hemen ayağa kalkıp başını öne eğdi, ceketinin önünü ilikledi. Ben dışarı çıkıyorum, sen Mustafa’yı al, gel dedi bana. Mustafa’yla birlikte dışarı çıktık. Müdür de okulun karşısındaki kırtasiyecinin arabasını almış, bekliyordu. Arabaya bindik. Mustafa hala ağlıyordu. Bir ara müdür direksiyondan kafasını çevirdi. “Ne ağlıyorsun lan karı gibi. Erkek adam ağlar mı. Elli sefer dedim sana, ağlamayacaksın diye. Allah vermiş bir dert. Sen Allah’tan iyi mi biliyorsun tövbe haşa...” diye azarladı. Mustafa’ya söyledikleri tuhafıma gitmişti, biraz gülümsedim. Benim tebessümümü de görmüş olacak ki “ Sen niye gülüyorsun. Allah’ım hiç mi akıllısı beni bulmaz kaza mı yaptıracaksınız bana.” diyerek bu kez bana çıkıştı. Biraz sonra, Mustafa’nın evinin önündeydik. Arabadan indiler, evin önünde iki eli böğründe bekliyordu Mustafa’nın hanımı. Gözleri ağlamaktan şişmişti. Müdürün de geldiğini görünce, omzunun iki yanına saldığı başındaki yemenisini yaşmak yapıp bağladı. Evin kapısından kenara çekildi. Mustafa eve girerken bir kez dönüp baktı karısına. Çaresizliğin alışverişiydi bu bakışlar sanki. Biraz sonra, çocuk kucaklarında arabaya geldiler. Çocuğun benzi solmuş, hastalıklı vücudu ip gibi olmuştu. Çocuğu arabanın arka koltuğuna boyluca yatırdılar. Müdür bana dönerek sen istersen dön, biz gideriz dedi. Ben de sanki bu sözü bekliyordum. Arabadan inip, onları uğurladıktan sonra yavaş yavaş eve doğru yürümeye başladım.
Adımlarımı attıkça, bir vicdan muhasebesinin orta yerine doğru ilerliyordum. Onları o halde oraya göndermiştim. Belki günümü kurtarmıştım ama yaptığım doğru muydu?

Yorgun bedenimi yatağın üzerine bıraktım. Beynimde bugünkü yaşadıklarımın hayali dönüp duruyordu. Telefonu açmasaydım, şimdi bu rahatsızlığı yaşamayacaktım. Ne Mustafa’nın çocuğunun hasta olduğunu duyacaktım, ne Mustafa’nın ağlayışına şahitlik edecektim. Üzülmeyecektim belki de. İlahi kudret beni yaka paça tutmuş, bu muhasebe meydanının orta yerine atmıştı. Böyle uzanıp yatmakla olmazdı. Bir şeyler yapmalıydı elden geldiğince. Neden dönüp gelmiştim ki sanki. Hiç değilse onlarla gitseydim. Yanlarında olsaydım... diye düşünceler beynimde dolanırken, uyuya kalmışım.

Uykudan gözlerimi ilk açtığımda, saat sabahın beşiydi. Bugünkü yaşadıklarım yeniden aklıma geldi. Telefon yanı başımdaydı. Arasam mı diye düşündüm. “Bu saatte de aranmazdı ki, ya uyudularsa, belki de uyumamışlardır” elim tereddütle telefona gitti. Numarayı çevirdim. Birkaç kez çaldıktan sonra, Mustafa telefonu açtı. Uyudunuz muydu, diye sordum. “Yok, hala hastanedeyiz, Müdür Bey tahlilleri almak için şimdi laboratura gitti.” deyince uyuduğum uyku, yattığım yatak, oturduğum ev sanki bir diken oldu, bedenime, yüreğime, her tarafıma batmaya başladı. Yüzümdeki utancın kızarıklığını hissediyordum. Fazlaca konuşamadım. Allah sağlık sıhhat versin deyip, telefonu kapadım. Yataktan kalktım, saatlerin geçmesi için, bir an önce okula gitmek, içimde ne varsa dökmek için dakikaları sayıyordum. Okula geldiğimde, kimseyle konuşmadan müdürün odasına gittim. Odasında demli çayını karıştırıyordu. Gözlerinin altı torba torba olmuştu uykusuzluktan. Mustafa’nın çocuğu nasıl oldu dedim. Hastaneye yatırdık, sara hastasıydı, yine nöbet geçirmiş müşahedeye aldılar dedi. Başım önümdeydi. Yüzüne bakamayacaktım. Utanıyordum. Tüm cesaretimi toplayarak hakkını helal et dedim. Anlamıştı aslında ne için dediğimi... Anlamıştı... Bir çay da bana istedi... Sonra yine sustu.

Diğer Yazıları