Lina, mandaların en irisi...
Kocaman gövdesini zar zor taşıyan bacakları hayli yaşlı olduğunu gösteriyor.
Kastamonu’nun İnebolu’suna ta Afrika’nın Tanzanya’sından nasıl düşmüşse düşmüş.
En iyi bildiği şey, miskin miskin göletlerde yuvarlanmak, çamur banyosu yapmak ve bir de kolay kolay kurutamadığı kalın derisini güneşe verip saatlerce öylece kaşınıp durmak.
Rivayete göre, Amerika, Avustralya çok yer gezmiş bu hayvan.
Tanzanya’nın çamura doyduğu Dodama denilen bölgesinde muson yağmurlarının -ne var ne yok- her bir şeyi önüne katıp götürdüğü bir günde dünyaya gözlerini açmış.
Her şey gibi isim kıtlığının da hat safhaya ulaştığı bölgede Dodama’lı yaşlı köylü herkes gibi seslenmiş yavru mandaya: “Synoerus Cafer”. Birkaç sene içerisinde hayvan ihracat şirketlerinin elinde diyar diyar dolaşmış, gittiği yerlerde ne kendisi gün yüzü görmüş, ne de kimseye gün yüzü göstermiş.
Buraya gelmeden evvel tam beş yıl bir Avustralyalı çiftçinin kapısını beklemiş. Çiftçi gövdesine göre ince bir ruh taşıdığından olsa gerek ona “Lina” adını vermiş.
1,5 arşınmetre omuz yüksekliği ve 800 endazekilo ağırlığıyla bu hayvan azmanının alıcıların iştahını kabartmasına rağmen, kısa zamanda yürüyen bir enkazdan farksız olduğu anlaşılmış.
Anlaşılmış ama ne fayda.
Cüssesi, kocaman bakışları ve neredeyse 1,5 metreyi bulan sivri boynuzlarıyla ‘öte git’ denilecek durumda olmayan bu hayvanın boyunduruğa ya da işe koşulması deveye hendek atlatmaktan daha zor olduğundan, çaresiz hayvanın sahipleri onun hizmetkârlığını yapar hale gelmişler.
Çayır çimen dolaşıp bir güzel beslenmesine rağmen ne etinden hayır gelmiş ne sütünden. İşte şimdi, içecek suyu, yuvarlanacak çamuru varmış ki Batı Karadeniz’in bir sahil kasabasında İnebolu’da sanki Çayırlarlı Recep’in sabrını ölçmeye gelmiş.
Sabahtan akşama kadar eski harman yerinde güneşe karşı yuvarlanmakla geçiriyor vaktini.
Güneşte fazla alazlandığını anlayınca da kendini yokuş aşağı hemen söğüt ağaçlarının dibindeki bataklığa atıyor, orada derisi ve uzun siyah kıllarını tava getirinceye dek kendi kendisiyle güreşip duruyor.
“Geçtim olsun!” diyor Çayırlarlı Recep “Gözümün önünde kara talihim gibi yatıp duracağına, varsın sürsün kendini uzaklara, çoluk çocuktan ırak olsun!”.
Vakit akşamüzeridir.
Sıradağların arkasından bir gözüküp bir kaybolan yağmur bulutu bağ bahçe işlerinde koşuşturanları yağmur konusunda uyarır gibi, sanki işlerini bitirmeyenlere biraz daha vakit vermek için ertelenip duruyor.
Koyunlar, kuzular, sığırlar en önde deh dehlerle ağır aksak giden eşeğe adımlarını uydurarak köy boyunca yürüyorlar.
Yerden bir çöp bile kıpırdamadığına bakılırsa, yağmur nefesini tutmuş ha yağdı ha yağacak.
Çayırlarlı Recep sırtına yüklendiği kocaman bir un çuvalını iki büklüm koşarcasına ıslanmadan eve atmaya çalışıyor.
Tam seyrek döşenmiş taş merdivenleri aşıp bahçe kapısına adımını atmıştı ki ağır bir gök gürültüsüyle beraber gelen çatırtıya gökyüzü daha fazla dayanamadı. Sürgüyü açıp evin ahşap kapısından içeri girinceye kadar olan olmuş, Çayırlarlı Recep sırtındaki un çuvalıyla birlikte sucuk gibi ıslanmıştı. Saçlarından, kırçıl bıyıklarından dudaklarına doğru sular akıyordu. Evlerin çatılarından ve taraçalardan parmak kalınlığında akan yağmur suları tarlaları yarıp arklar açarak aşağıda devirmen yanında akan dereye karışıp çağıltısına eşlik ediyordu.
Çayırlarlı Recep bir süre taraçalardan ve saçaklardan akan suyun akışını seyretti. Uzakta söğüt ağaçlarının dalları yüzlerini yağmur ve fırtınadan koruyan bir nazenin kadın edasıyla sağa sola savrulup duruyordu. Yağmur altında her biri en az yüz yıllık ahşap evler korunaksız ve çelimsizdiler. Lina söğüt dibindeki bataklıkta hâlâ kıpırtısız yatıyordu. Çayırlarlı Recep Lina’nın öyle karartıya dönüşmüş gövdesinden yansıyan soğuk gölgesini salonun küçük pencere camından görür görmez içinin acıdığını fark etti. “Zavallı hayvancağız!” diye söylendi kendi kendine. İlk kez Lina’ya hayvan yerine “hayvancağız” diyordu. Evladı geç vakit eve dönmeyen babalar gibi hissetti kendisini. Kafasının içerde kalıp sadece bakışlarının sığabildiği pencerenin camını yukarıya doğru kaldırdı. Bir anda yağmur, rüzgar ve yeni okunmaya başlayan ezan sesi bir olup içeriye doluştu. Her üçünü de dolu dolu içine çekti Çayırlarlı Recep. Hâla içinde yeri doldurulmayan bir şeyler vardı...
Yağmur şiddetini artırdıkça Lina’nın uzun tüyleri birbirinin üzerine yatıyor, derinin gözeneklerinden karnına doğru tatlı ve ılık bir yürüyüşle akıyordu. Kaç saattir yattığı yerde çamura kendinden bir şeyler katmış ve kendisi de çamurdan bir şeyler kapmıştı. İnsanlardan bulamadığı ilgi ve sevgiyi, insanın özü ve hamuru olan çamurda bulmuştu. Belki kalın ve sert derisine şefkatle hiçbir insan eli değmemişti ama, suyun toprağa değip onu çamura kalbetmesi gibi çamur onun bütün hayvan yanlarına dokunarak insana yaklaştırmıştı. Döl yatağı gibi yerleştiği çamurda kendini ve diğer hayvanlardan farkını düşündü. “Yeryüzünde ne kadar çok yer kaplarsanız o kadar da sorumluluğunuz artıyor galiba?” diye bir soru hiç bir yere sürünmeden geçti içinden. Neye yaradığını anlamaya çalıştı bir süre. Hiçbir şey çıkaramadı bu sorulardan. Hantal bedeninde insanları kızdıran bir şeyler vardı. Belki de hayvan demek hareket eden canlıya eş değer bir şey demekti insanların gözünde. Ya da bir organik makina. İnsanlar ne istiyor ve ben acaba ne yapmıyorum?..Bir türlü bulamadı bunun cevabını.Bir süre kocaman gözlerini yukarıya dikerek gümüş bir tepsi gibi parlayan gökyüzünde aradı bunun cevabını. “Gökyüzü bile yerinden bir saniye oynamazken hiç göze batmaz da, neden benim yerim yadırganır.” diye içli içli söylendi. İnsanların şerrinden gizli gizli kendi kendine söylediği şarkıyı bir kez daha tekrar etti:
“Özgür bir kuş olup
Uçmak varken ormanda
Kolay değil hiç kolay değil
Böyle bir zamanda
Olmak bir manda!”
“Dilde bir tatlı söz
Elde oyuncak
Tatlı bir panda
Bir meyve olsaydım
Bari turfanda
Böyle zamanda
Kim olur manda?”
Kuşlar uçsuz bucaksız gökyüzünde serazat bir şekilde dolaşırken, karıncalar bile hiç gidilmedik yerlere gidip girilmedik yerlere girerken, bir mandanın gökle yer arasında kendine çamur teknesi dışında bir yer bulamaması elbette kolay geçiştirilebilecek katlanılır bir durum değildi.Ah, üzerindeki o hantallık denilen görünmeyen ağırlık yok mu, hep o kendisini bir kaya gibi toprağa çivileyip sonra da kendisi çekip giden.
Yağmur üç gün üç gece dinmeksizin yağdı. Lina çamurun koynunda hiç yatışını bozmadan tatlı bir rüyanın uykusuna dalmıştı. Önlerinde baltalar ve eşeklerle yağmur yağış oduna giden kadınlı erkekli köylüler çamura boyanmış bu hayvan azmanının önünden çoğunlukla hiçbir şey yokmuş gibi geçiyor, kimi zaman içlerinden bazıları Çayırlarlı Recebin talihine acıyor ve “çok para saydı bu enkaza yazık, yatıp duruyor günleridir “gönü çarık olasıca!” diye söylenmeden geçmiyorlardı.
Lina kulaklarına konan sineklere hiç aldırış etmeden bir gözü açık diğeri kapalı bir manda uykusuna yatmıştı. Her an teyakkuzda bulunmak ve tetikte olmak için mandalar tek gözleriyle uyurlarmış. Lina insanların kendisine olan uzaklığını sineklerin kulaklarının içine kadar giren yakınlığıyla dengelemek istediğindendir ki sinekleri başından savmak için hiç kılını kıpırdatmıyordu.
Göğün kimbilir hangi evde geceleyin lambaları erkenden söndürüp birbirine kavuşmuş kaç bedene evlat müjdelediği bir günün sabahında yağmur dinmiş, kurşuni ve kuzguni gök gitmiş ve yerini günlük güneşlik masmavi bir gökyüzüne bırakmıştı. Çayırlarlı Recep kalkar kalkmaz her sabah olduğu gibi yatak odasının üste açılan pencere sürgüsünü yukarıya doğru kaldırıp yine söğüt dibine dikti gözlerini. Linayı her zamanki yerinde göremedi. Gözlerini ovuşturarak tekrar tekrar baktıysa da mandanın yattığı yerde ellerinde çakılarıyla ince söğüt dallarından kendilerine kamçı yapmaya çalışan iki çocuktan başka kimse yoktu ortalıkta.
Çocuklardan biri söğüt dalının yeşil kabuklarını çakısıyla sıyırıp adeta çıplak bir bedene dönüştürdüğü çubuğu var gücüyle sağa sola sallayıp duruyordu. Rüzgarın ve soğuğun suratına indirircesine ileri geri savrulan çıplak söğüt çubuğunun yaylanırken çıkardığı “huvv! huvv!” sesi Çayırlarlı Recep’in evine kadar ulaşıyordu. Daha, kısa bir zaman önce, sadece kendi ağırlığı değil bütün insanların ağırlığını cüssesinde taşıyarak göze batan Lina, şimdi sanki yer yarılmıştı da içine girmiş gibi gözden kaybolmuştu. Lina’nın yokluğuna alışmak varlığına alışmaktan daha zor gelmişti insanlara. Araya giren yeni meşguliyetler, dertler ve tasalar Lina’nın yokluğunu da unutturmuştu. Zaten Çayırlarlı Mehmet bile peşini bırakmış, soranlara; “aman, nemelazım, değmez...” diyordu. Gel zaman, git zaman, aradan nerdeyse bir asır geçti, tam “artık kimse arayıp sormaz” derken İnebolu’lu köylüler bir Kastamonu türküsünde rastladılar ona:
“Manda yuva yapmış söğüt dalına
Yavrusunu sinek kapmış gördün mü”
Ama bu kez yatmıyordu Lina, çünkü duası kabul olmuş gövdesi küçülmüştü. Çamuru döllemiş ve ondan yavru sahibi olduğu bir anda, kulaklarına dek üşüşen sinekler yavrusunu onun elinden kapıp gitmiştiler. Şimdi zavallı Lina, bir zamanlar insanların kendisini aradığı gibi gözleri yollarda yavrusunu arıyor. Kimbilir belki gün gelir, yavrusunu da bir Orta Anadolu türküsünde bulmak mümkün olur.
Söylencelere göre Lina, modern zamanların müzik zevkinin çok uzağına düştüğü zehabına kapılarak, “sentetik bir çağın metalik müziğe uyarlı kulakları da benim varlığıma ve sesime katlanamazlar” diyerek kokusunu, rengini ve görüntüsünü oracıkta bırakıp bir meyvenin dalları arasına sığınmıştır. Her ellerine aldıklarında yumuşak narin tüylerini yolsalar da şimdi insanlar onu “Mandalina” diye çağırıyorlar.
(Hüseyin Akın, Hepsi Hikaye, İlke Yayınları, İstanbul 2007)