Bir söylentidir dolaşıyordu: Ali, annesini öldürmüş.
Ocakçı Birol, kahvehaneden; manikürcü Derya, kuaförden; mahalle takımının forveti Messi Hasan, arka bahçeden bildiriyordu: Ali, annesini öldürmüş.
Söylenti farklı kaynaklardan besleniyordu. İlki Hatice Hanım’dan neşet etmişti. Anlattığına göre; her zamanki kahverengi hırkasını giyinmiş, elinde boş bir fileyle pazarın köşesindeki ağacın önünde durmuş ona bakıyormuş rahmetli. Yanına yaklaşıp “Nasılsın komşu?” diye sormuş. Fısıltıyla cevap vermiş merhume: “Ali beni öldürdü” İki gözüm önüme aksın ki böyle dedi, diye yeminler ediyordu Hatice Hanım. O sırada cep telefonu çalmış; çantasına eğilmiş kalkmış; bakmış ki kimsecikler yok karşısında ağaçtan başka.
Aynı gün rahmetliye tuhafiyede rastlayan kız kurusu Gülşen, korkudan tırnaklarını yiye yiye anlatıyordu; “Tokalara bakıyordum, birden arkamda bitiverdi. Kulağıma eğildi söyledi. Ayol ne diyorsun, dememe kalmadan kapıdan fırladı gitti. Arkasından koştum, kaybolmuştu”
Ali’yle annesi mahallenin tek gecekondusunda yalnız yaşıyorlardı. Babası, 80lerde bir kavganın ortasında kalmış; bıyığı olmadığı için sağ tarafından ağır darbeler alarak oracıkta can vermişti. O sırada Ali, annesinin karnında sağdan sola yüzmüş, belli etmişti konumunu. Kocası ölen talihsiz kadın, aynı mahallede oturan ağabeyinin himayesinde çocuğunu doğurmuş, bu yaşına kadar getirmişti.
Ali mahallede sevilen bir çocuktur, efendidir. Üniversite üçüncü sınıfa gitmektedir. Komünisttir, arada bildiriler dağıtır mahallede. Duvarlara afişler asar, sanayideki işçileri sever, mahallenin kızlarına yan gözle bakmaz, yaşı geçkin kadınların ellerini öper. Dayısından yediği dayaklar ruhunda ve vücudunun bazı bölgelerinde izler bırakmıştır. Minnet bekleyen bu insana karşı geliştirdiği kızgınlık, -annesinin de baskılarıyla- içe doğru yönelmiş; ergenlik döneminde ‘kendinden nefret etme’ şeklinde görülmüş; dayısının öldüğü gün ise bir gülümseme olarak yüzünde asılı kalmıştır. Şimdi mutludur. Annesini öldürecek bir çocuk değildir, hiç olmamıştır.
Bakkalda, çocuk parkında, sağlık ocağında; aynı gün muhtelif saatlerde muhtelif kimseler, Ali’nin annesinin fısıltısını duymaya devam ettiler. Anlam veremedikleri bu durumu inceleme işini ilk üstlenen yine Hatice Hanım oldu. Emekli fabrika işçisi Hatice Hanım, bir süre gecekonduyu dışarıdan izledikten sonra atağa geçerek zili çaldı. Kapıyı Ali açtı.
Buyur Hatice Teyze, hoş geldin.
Kadın tereddütle yaklaşıp kapıdan içeriye şöyle bir kafa uzatmakla yetindi.
Yok oğlum, girmeyeceğim. Annene bakmıştım, evde mi?
İçerde, mutfakta. Buyur geç, ben müsaadenle çıkayım. Okula geç kalıyorum.
Ali, kapının arkasından sırt çantasını aldı; kadının şaşkın bakışlarını fark etmeden yanından geçti gitti. Hatice Hanım kapının eşiğinde ne yapacağını bilmez halde çakılıp kaldı, titriyordu. Yanına birini çağırmaya karar verdi. Kapıyı kapatmadan sokağın başındaki kahvehaneye koştu. Ocakçı Birol’u kolundan tuttuğu gibi gecekonduya sürükledi. Tüm bunlar bir dakika içinde gerçekleşmişti. Birol’la ikisi bembeyaz olmuş yüzlerle eve girdiler. Korkak adımlarla ilerlerken, mutfaktan gelen yemek kokusunu duyuyorlardı. Mutfağın kapısından aynı anda girdiler. Mutfak boştu. Masanın üzerinde iki kişilik bir kahvaltının bulaşığı, ocakta da kaynayan bir tencere vardı. Şaşkın şaşkın birbirlerine bakıp, diğer odaları kolaçan ettiler. Bütün odalar kusursuzca tertipliydi. Ancak kimse yoktu. Ölü ya da diri…
Hatice Hanım’la Birol dağılıp bu olayı herkese anlattılar. Kimisi polise gitmeyi önerdi, ama ne anlatacaklardı? Bu fikirden hemen vazgeçildi. Bu olayı kendi yöntemleriyle çözmeliydiler.
Ertesi gün Hatice Hanım yanına kız kurusu Gülşen’i alıp gecekonduya tekrar teftişe gitti. Ali okulda olmalıydı. Kapıyı çaldılar, açan olmadı. Evin etrafında dolaşıp eski pencerelerden içeriyi görmeye çalıştılar. Hatice Hanım mutfağın camına doğru yönelmişken, yatak odasının penceresini kontrol eden Gülşen bir çığlık kopardı.
Gardırobun arkasında biri var, yeminlen gördüm abla!
Ay üstüme iyilik sağlık! Ne oluyo burada böyle? Sen akıl fikir ver Rabbim!
O gün de bir sonuç alamadılar.
***
Ali’nin bu sırada hayatında bir değişiklik yoktu, okula gidip geliyordu. Önceki gün dernekten bir arkadaşına Marlboro içiyor diye çıkışmıştı sadece. Ama bu bir değişiklik sayılmazdı. Komünist derneklerin çoğunda olan bir şeydi bu. Arkadaşı da Ali’ye “Sen önce Puma ayakkabına bak lan! Geçen de gördüm McDonalds’ta oturuyodun. Marboro kapitalist de onlar değil mi sanki!” demişti. Sonra Gençlik Kolları Başkanı araya girmiş, barıştırmıştı yoldaşları.
Aslında bir değişiklik vardı Ali’de, ama annesinin durumundan önce mi sonra mı bilinemez. Bunun için bir zaman vermek mümkün değildir çünkü. Aşktır. Sinsi sinsi yerleşir insana. Anlamadığın bir zaman dilimi vardır. Sonra bir bakarsın ki “Ulan ben hep âşıkmışım bu kıza be!” diyorsun. Ali’ninki de o hesap... Kız bir üst sınıftan, yaşı da büyük. Ama nasıl olduysa kız da Ali’ye hasta. Bahçede, kantinde birbirlerini kesiyorlar bir haftadır; ama ikisinde de açılacak cesaret yok.
Ali günün sonunda yine düşünceli düşünceli eve dönerken kesin kararını veriyor: yarın ne olursa olsun açılacağım.
***
Ali’nin annesi, tehlikenin geçtiğine emin olunca gardırobun arkasından çıkıyor. Oğlu aç gelecektir, yemek yapmalı. Mutfağa yöneliyor. Pirinçleri yıkarken gözlerinde yaşlar beliriyor. Ali âşık, anlamıştı bir haftadır. Başka başka bakıyordu gözleri. Oğlunun daha geçen güne kadar söylediklerini düşünüyor. “Benim için bir tek sen varsın anneciğim.”
Annenin gözlerindeki yaşlar pirinçleri tuzluyor. “Yarın açılacak kıza,” diye düşünüyor. “Yarın tamamen yok olacağım”
(Şubat’11)