Menu
KUYUDA BİR GÜN
Öykü • KUYUDA BİR GÜN

KUYUDA BİR GÜN

Uykuyla uyanıklık arasında duyumsadığım ağır koku kuvvetlice öksürmeme neden olacak kadar ağır bir hâl aldığında aralayabildim gözlerimi. Diğer tüm duyularım da sanki onlara bağlıymış gibi ancak gözlerimi açabildiğimde harekete geçmişti. Kesif kokuyu anlamlandırmam uzun sürmedi. Metrelerce yukarıdan, bir iğne deliğinden geçer gibi süzülüp taşlara düşen bir ışık huzmesiydi kör karanlığı delen. Belleğimden silinmiş sepya bir çocukluk imgesini -hafta sonları soğuk bir odada gönülsüzce aldığım piyano derslerinden birinin sonunda tuşlara düşen o büyülü kış güneşi huzmelerini- bana hiç de olmayacak bir anda yeniden anımsatan ince bir huzme...

Uyuşmuş bacaklarımı güçlükle hareket ettirdiğimde yoğun kıvamıyla balçığa benzeyen bir su birikintisinin içinde durduğumu anlamıştım. Biriken yağmur suyu toprağın zeminini yarı bir bataklığa dönüştürmüş olmalıydı. Aynı soru kendini tekrar edip duruyordu zihnimde: Buraya nasıl geldim?

Ellerimi uzattığımda dokunabileceğim bir yakınlıkta birbiri üzerine yığılı taşlarla çevriliydi etrafım. Yılların nemiyle demlendiğini duyumsadığım taşların ıslak yüzeylerini yoklayarak kendi etrafımda döndüm. Zifte benzer koyu bir sıvı bulaştı parmaklarıma. Köşeli değil yuvarlaktı etrafımı saran duvar. Koku olmasa kendimde değilken buraya getirildiğimi düşünebilir, taşların etrafımda üst üste konarak duvarın o an hızlıca yükseltildiğine inanabilirdim. Suyu iyice çekilmiş, derin ve zincirsiz bir kuyunun dibinde miydim yoksa ölüp de mezara mı konmuştum anlayamadım... Galiba eski çağlardan kalma, yerini artık kimsenin anımsamadığı bir kuyunun dibindeydim... Gün ışığı huzmesi de belleğimin kötü bir oyunu olmalıydı...

İyi ama ben buraya nasıl geldim?

Olsa olsa bir karabasan olabilir bu ancak...

Peki ya nasıl uyanacağım? Kafamı bir metreyi bile bulmayan çamurlu suya sokup bir kaç dakika beklesem? Taşlara var gücümle kafa atıp ölmeye çalışsam? Yok yok kesin bir kâbus olmalı bu... Bir an önce uyanıp yatağımdan çıkmalı, sabah yürüyüşümü yaparken kafamı toplamalıyım. Bir iki lokmadan sonra duş alıp yola koyulmalı, trafikte saatlerimi harcamalı, bir an önce beni artık benimkinden daha büyük bir iştahla ve ellerini ovuşturarak bekleyen onca işe -bedenime sahip olsalar da ruhuma asla!- vermeliyim kendimi. Yapacaklarımı, yapmak zorunda olduğumu sandığım onca şeyi düşündüğümde taşlar yavaş yavaş yerine oturuyor sanki. Evet evet hemen o büyük binaya gitmeli, dış dünyanın tüm gerçeklerinden gizlenmeliyim şimdi. Her zamanki düzenime dönersem birkaç hafta içinde tarih kadar eski taşlara yine dokunabileceğim yeni bir yurtdışı seyahati -içine her gün kapandığım o çok yüksek ve içini ve içimizi göstermeyen plaza katından çıkıp kendi memleketimi gezmeme hiç izin vermem- çıkacaktır diye umuyorum. Henüz bu karanlık kuyuya düşmemişken kendinden her gün biraz daha uzaklaşan kafamın taşlara duyduğu özleminin nedenini daha iyi anlıyorum şimdi. Yüksek katedral duvarlarının soğuk taşları, bulvarlar boyu uzayan, düzensizliğin düzeniyle şekillenmiş ve aşındırılmaktan hiç şikâyetçi olmayan Arnavut Kaldırımı taşları... Taşlar... Anlamlarını şimdi daha iyi kavrıyorum sanki... Dibi görünen berrak suyun usanmadan dövdüğü, grinin her tonundan -elli değil- çakıl taşları... Köşe kahvelerinin dışındaki yuvarlak masalarda oynanmayı bekleyen akıl oyunlarının taşları... Ustasına herkesin siestada olduğunu söyleyen işgüzar çırağın bir sonraki durağı olacak mücevher işliğinde her anlamın üzerine yükleneceği ve geçici sahiplerinin taparcasına sevecekleri değerli taşlar... Hiçbiri şimdi etrafımı çevreleyen bu taşlar kadar değerli olamazlar. Keşke bilseydim... Keşke bilselerdi...

Dostlarım beni bugüne kadar görmezden geldiklerimi keşfetmem için bu kuyunun dibine bırakmış olabilirler mi? Dostlarım?     Benim hiç dostum olmadı sahi... Yine de benden beklendiğine inandığımı yapmaya çalışacağım... Aklımda tuhaf sorular olsa da gözlerimi kapayıp içindeyken yaşamadığım kadim kenti bir nefeste uçacak ve tıpkı ikinci ismini bana verdikleri Hezarfen misali keşfedeceğim şimdi.

Serbest çağrışım serdestî çağırışım mı? Toprak, bir tutam yeşillik, bolca beton ve taş. Taşlar biz insanlara mı -biz dediğim ben- benziyor ne? Elleri işaret parmaklarından alınlarına dayalı, çivi gibi dik durup selam duran askerler, parlak göğü yırtarcasına yanımda çığlık çığlığa uçuşan martılar, bazılarını isimleriyle çağırıp aslında kendilerine hakaret ettiğimiz hayvanlar -Kapalıçarşı'nın kentsoylu kedilerinden biri ölü martının etini fazla tüylü bulduğundan mı beğenmedi?-, köprüler -ki ne kadar uzaktan bakarsam o kadar yakınlar birbirlerine- ve hızlı bir gösterimde altlarından akar gibi geçen ışıl ışıl vapurlar ve onların altında bulana durula akan su, durmadan birbirlerini kovalayıp kavuşamayan gün ve gece -bu hasret geceyi hâlâ mecnun etmedi mi?-, ağaç gölgeli bahçelerdeki mutlu yüzleri okşayıp geçen akşamüstü meltemleri, konfor alanları olan balkonlardaki saksılarında isimlerinin anlamlarını bu coğrafyada hiçbir zaman bilemeyeceklerinin farkındaymış gibi uyuklayan barış çiçekleri, göğü kuşlardan daha dik delen, çalanın kılıfını hazırladığı, -şerefesinden at beni, in aşağı tut beni- sivri minareler, "inananlara güçlük yoktur" ile "inanmıyorum ama bir güç var" arasında geçen günlerinden pişman yaşlılar, dayak yiyen çocuklar, dayak atan büyükler, büyüklere dayak atan kafası güzel çocuklar, mutlu mutsuz balıkçılar, yosunlu denizin kokusuna karışan benzin kokusu ve bitmek bilmeyen yolcular... Nihayet mezarlar ve onların taşları... Taşlar... Bir de başlar... Mayaların taş basamaklarından aşağıya taklalar atarak yuvarlanan kesik başlar... Mumyalanmış bedenlerinin yanında servetleriyle gömülen krallarınkilerden elçilerin bedensiz dönmüş kellelerinin konduğu mezarların taşlarına binlercesi... "Kimi yiğit, kimi koca, kimi vezir, kimi hoca, gündüzleri olmuş gece, karanlığa girmiş yatar..."

Taşlar... Hiçbiri etrafımı çevreleyen bu taşlar kadar değerli değil şimdi.

İyi ama ben buraya nasıl geldim?

Taşlar düşündüğümün aksine yılların nemiyle demlenmemişti. Etrafımda yükselen duvarı oluşturan her bir taş bir günüme eşitti. Günlerimi zararda, birbirinin aynı olacak şekilde geçirip kendim örmüştüm etrafımı saran bu duvarı. Parmaklarıma bulaşan koyu sıvı umursamazlığımdı. En korkuncu yüzleşmek zorunda kaldığın değil de belleğinde yaşattığın korkundur dediklerinde en çok korktuğumla yüzleşmek için kendimi bir taş gibi bırakmıştım kuyunun derinliğine... Bir deli de bendim, kırk akıllı da. Gözlerim kapanmadan ben kapadım onları.

Diğer Yazıları