Canım çok yanıyor...
Bir zamanlar, uçurumun kenarında, ya kanatlanıp bilge olacağım, ya düşüp boynumu kıracağım derken, düşüp kanatlarımı defalarca kırdığımı hatırladıkça, canım çok yanıyor. Bilgeliğin, uçurumun dibinde kanatların kırıldıktan sonra başladığına inanıp, acıyan yanlarıma rağmen bir parçacık umuda tutulup yola tekrar çıktığımı hatırladıkça canım çok yanıyor. Kendime doğru çıktığım her yolculukta, yolun sonuna varmadan, kendimi aynalarda bulup sonra kırdığım aynaları hatırladıkça, canım çok yanıyor.
Kaç büyücü geçti hayatımdan... Hangilerine dokundum yüreğimle...Hangileriyle birlikte attı kalbim...Hangilerinin yüreğini hissettiğimde benim de bir kalbim olduğunu unuttum...Hangisiydi o beni hayranlığın cezbesinde faniliğimle ilk tanıştıran...Hangisiydi perdeyi aralayıp ruhunun letafetinden kalbine baktıran...Keşke ruhların kokusunu duymayı hiç öğrenmeseydim...Bakışların ardında gizli duran her latif güzellikte eriyip gitmeseydim... Kendimi başkalarının rüyalarında görmenin, sonra uyanmanın yorgunuyum ben...
Hangisiydi, gözlerinde kendimi görüp, zamanın durduğu anlardan kaçmanın da erdem olduğuna inandıran... Hangisiydi tevbemi yeniden bozup, Kabilin Habil’e vicdan azabı çektirip durduğu dünyaya lanet etmeye tekrar başlatan... Kaç gözde izi kaldı yüreğimin...Hangi kelimeleri sundum kalbimden bir okyanus dökülürken...Hangi harfler mahcup olup kaçtı dilimden... Hangi harfler gamdan kederden paramparça olup varlık aleminde suret giyinemeden, kırılıp düştü gönlümden...Ne zaman sukut etmeye başladım...Ne zaman, havada asılı kalmasından korkmadan kelimelerimin, yeniden konuşmaya başladım... Ne zamandı, kaç kez kana kana içtiğim şarapları unutup yeniden susamaya başlamam.
Nasıl oldu da unuttum susuzluğumun hiç geçmediğini...Gün müydü, gecemiydi, alemin aydınlığı mı kamaştırdı gözlerimi yoksa gecenin karanlığı yüzünden mi görmez oldum kendimi...Nasıl oldu da acımı dindirsin diye susuzluğumu arttıran şaraplardan bir yudum daha içtim...Oysa biliyorum susuzluğumun hiç geçmeyeceğini...Biliyorum, her sarhoşluğun ızdırapla biteceğini.
Zihnime takılan bu kelimeler hangi yürekten kaçıp geldi de durdu orada: “Geliyorsun, baharlar getiriyorsun yanında.” Oysa ben en çok baharda üşüyorum. Mevsimlerin faniliğini hatırlatıyor bahar bana... Açıveren bir dağ çiçeğinin, az sonra boynunu bükmeye ne kadar yakın olduğunu...Dirilişin ölüme ne denli yakın durduğunu...Başlayan bir aşkın bitmeye yüz tutuşunu...Bana bahardan bahsetme. Ben mevsimlerin üstünden esip durduğu yorgun çocuğum. Gözleri, acının verdiği parlaklıkla gülen, küskün bakışlı çocuğum. Kalbinden boşalan nehri, taşları bile incitmeden, mahsun şehirlilerin arka sokaklarından geçirip, kafdağının ardındaki okyanusa götürmek isteyen, beceriksiz çocuğum...Ben...çok yorgunum...Varlığın yükünü bir lütüf gibi taşımak için doğanlar gibi değilim ben...Ben yokluğun karanlığından çıkıp gelen, o ilk nefesle varlığı yasa bürünen çocuğum. Çok, çok yorgunum. Ben daha çocuğum...Daha fazla incinemeyecek kadar yaralı ruhum...Peçemi sakın kaldırma olur mu?
Küskünlüğüme gülümserken, sana veda ediyorum..