(Eksiklik Teoremi I)
1- Usturlabın ucundaki gümüş mil hareket etti, Güneş koçburcuna girdi.
2- Bakır tas mermer kurnanın içinde boynuz çizdi. Belki hilaldi ama ben boynuza
benzettim.
3- Gümüş böceği, kuyumcu esnafıyla ilgili varaktan iştahlı bir ısırık aldı.
4- Benim kulaklarımla gözlerim bir ölününki kadar açıldı, Kebikeç duasının kadı
sicillerini kemiren haşerata işlemediğini gördüm ve işittim.
O doymak bilmez haşerenin, yorgun he’nin gözünü oyarken çıkardığı şapırtı sinirlerimi
harap ediyor. Üstelik aramızda koca bir boğaz, boğazda akıntı, akıntıda rüzgar, rüzgarda
hışırtı, hışırtıda dünya, dünyada insan varken. İnsan sandalda aşağı yukarı eğilip bükülürken.
Genişleyip daralırken… Uzayıp kısalırken insan, ben o sürüngenin ağız şapırtısını olanca
gürültüsüyle duyuyor, duydukça sinirden kasılıyorum. Ölüler çıldırır mı? Şimdi çıldırsam,
Münker Nekir’i tanımasam, kabirde tuhaf hareketler sergilesem evvelki günahlarım için
ehliyetsiz sayılır mıyım? Ölüyüm ben, boğazın iki yakası neden birleşiyor bende. Hayattayken
de en tahammül edemediğim şey ağız şapırtısıydı. Ömrüm boyunca yalnız yemek yemiştim.
Neyse ki kendi ağzımın şapırtısına dayanabilmiştim. Ne sünnet ne nişan ne düğün ne de
benzeri münasebetle tertip edilen hiçbir törene katılamadım. Kendi düğünümde bile iki
elimle kulaklarımı tıkayarak, bağırarak sofrayı terk etmiştim. Soranlara ağız şapırtınıza
tahammül edemiyorum, diyemedim. Sen bizim dirimize gelmedin biz de senin ölüne
gelmiyoruz, dediler. Sen bizim sevincimize gelmedin, biz senin kederine niye gelelim, dediler.
Hoş, sadece sevinçlerine değil, helva kavurdukları için kederlerine de gitmemiştim. En son
gittiğim cenazede çığlığım mevtanın yakınlarını bile bastırmış, yine ellerim kulaklarımda
sokağa fırlamıştım. Ne kadar gürültülü helva yiyorsunuz siz! Mevtanınkini bile. Biri tabağına
mevtanın yerine helva koymuş, onun yerine yemişti. Sonunda garip guraba gibi yıkanıp
kefenleniyorum işte. Bu hassasiyet yüzünden yalnız yemeyi yalnız ölmeyi göze almışken,
şimdi bu adı gümüş olan böceğin ağız şapırtısı!
Kurna doldu.
“Buz gibi su dökme. Ilıt.”
“Hissetmez ki…”
“Hisseder.”
Doğru söylüyordu gassal. Yirmili yaşlardaydı. Nedense hep gassalların yaşlı olacağını
düşünmüştüm. Ölünce bu yanılgımdan kurtuldum. İnsan ölünce pek çok yanılgısından
kurtuluyor. Yıkadığı ilk ölü olmalıydım. Korkuyordu. Bu nedenle yüksek sesle ve kendi
kendine konuşuyordu. Sınavda gibiydi. En iyi ezber ettiği yerde en çok tereddüt eden bir
talebe gibi kendi soruyor kendi cevaplıyordu. Bedenimin kötü koku salmaması için soğuk
suyla mı yoksa tenimin ürpermemesi için ılık suyla mı beni yıkaması gerektiğinde
müteredditti. Neyse ki doğru cevabı buldu. Cevap verecektim. Korkar diye sustum. Yalnızdık.
Genç ve yaşlı. Ceset ve gassal. Ölüm ve hayat. Üzerinde yattığım buz gibi mermeri
hissediyordum. Tir tir titrememe rağmen öldüğüme inanmışlardı. Hadi titrediğimi
görmüyorlardı, dişlerimin takırdamasını da mı duymuyorlardı. O, başımın üzerindeki düğümlü
çaputu çözdü. Ölülerin çeneleri aşağı, gözkapakları yukarı düşer. Dünyada yukarı düşen tek
şey insanoğlunun gözkapağıdır, ben başkasını hatırlamıyorum. Bu dünyada en gözü
olmayanların bile geride görmek istedikleri manzaralar, söylemek istedikleri sözler yarım
kalmış gibi. İnanmazsanız bana sorun. Sonra gözlerim kapalı mı diye kontrol etti gassal.
Kirpiklerim titreşmesin diye dua ettim. Gassal da korkup kaçarsa, o da beni terk ederse ne
yapardım. Zaten ardımdan dua edenim yoktu, bari yıkayıp kefenleyeni kendimden
uzaklaştırmasaydım. Her şey ağız şapırtısı yüzünden. Kebikeç’e bana mısın demeyen o
mendebur, şimdi yorgun he’nin diğer gözünden aldığı ısırığı ağzında geveliyor. Antenleri
oynuyor. Görüyorum. Çünkü bir ölüyüm artık. Daha çok duyuyor daha çok görüyorum.
Gözlerim kapalıyken gassalın yüzündeki korkuyu gördüğüm gibi.
Soğuk mermerin üzerinde, dünya ile edebim arasında incecik bir örtü varken, Rabbim
beni, beni yıkayıp arındıranın bile gözüne emanet etmemişken, omzumda cürmümle son
gusül için beklerken, dünyaya dair her şey daha da netleşiyor gözümde. Başımı çevirip
bakamadığım halde tasın desenini, içinde bulunduğumuz gasilhanenin duvarındaki kıvrımları
görüyorum. Anadolu Sadareti Mahkemesi’ne ait bir kadı siciline musallat olmuş obur gümüş
böceği. “Amid’in kuyumcu esnafı şeyhinin vefatıyla yerine Seyyid Ali b. Seyyid Mehmed
Said ve Seyyid Ahmed b. Yakub’un şeyhlik talepleri”ni iştahla kemiriyor. Ama en çok yorgun
he’yi. Koca sayfada okuma yazma bilir gibi yorgun he’yi bulmuş. Ne şiş karınlı ayn’ı ne cim’i
ne nun’u. Böceğe direnmeye gücü yok. Adı üzerinde yorgun he… Göğüs kafesinden gelecek
ses. Böyle… Yorulmuşsun gibi. Nefesini veriyormuşsun gibi. Yorgun he.. Ha gibi değil. Hı gibi
de değil. Hangi he ile yazılıyor benim adım? Bununla mı? Ama ben en çok yorgun he’yi
sevdim. Adımı yorgun he ile yazsam olur mu hocam? Yorgun zel var mı? Yok. Yorgun ze var
mı? O da yok. Ama he var. Neden yorulmuş hocam? Çıldırtacak şu sürüngenin ağız şapırtısı
beni! Hükmü veren kadı mezarında ters dönüyor. Gözlerim kapalı ama görüyorum. Benden
sadece bir hafta önce ölmüş. Daha çok yaşlı da değil. Neden ters döndü şimdi bu adam?
Kuyumculara yanlış şeyh mi seçmiş.
Gassal ayak başparmaklarımdaki çaputu çözdü. Ensemden tutarak beni doğrulttu.
Karnımın üzerine bastırdı. Midem de bağırsaklarım da boş. Uzun zamandır. Çünkü ölümüme
yakın kendi ağız şapırtıma bile tahammül edemez olmuştum. Bir şey yiyip içmiyordum. Sonra
yeniden yatırdı. Namaz ve boy abdestimi aldırdıktan sonra beni iyice kuruladı.
“Ne kokuyor?”
“Kömür”
Korkusu arttıkça kendi kendine soruları da artıyor. Kafur serpti. Haşeratı uzak tutmak
için. Oysa ben sabahtan beri gümüş böceğinin kuyumcu esnafının hükmünde yorgun he’yi
kemirirken çıkardığı şapırtıların sesini duyuyorum. Keşke biraz kulağımın içine de kafur
serpse. Kefen gömleğini başımdan geçirdiği andan itibaren, şimdinin yanı sıra geleceği de
görmeye başladım. Asırlar sonrayı, torunlarımdan birini görüyorum. Bir elinde fırça,
diğerinde kova, kovanın içinde kireç boya, şehrin arka sokaklarında yürüyor. Gassal ikinci
kefen bezini sararken torunum duruyor. Fırçayı kovaya batırıyor. İki kaldırımın arasına uzun
beyaz çizgiler çizmeye başlıyor. Sokağın iki yanı, yıkılmış evlerin duvarı. Son çizgiyi çekip
başını kaldırdığında duvarda bir küfür okuyor. Bütün bunlar olurken gassal üçüncü bezi
bedenime doladı, ayakucumu düğümledikten sonra başucuma geçiyor. Kefenimi tam
tepesinden düğümleyecekken kafur mu kaçtı ne olduysa burnum kaşınıyor. Ölü olmama
güveniyorum. Keşke güvenmeseydim. Tam düğümü atarken kendimi tutmalıyım,
tutamıyorum… Haaa haaaaaa haaapppppşuuuuu! Gassal nerde? Gitmiş. Kapıyı da açık
bırakmış.
İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik ve Anadolu ÜniversitesiSosyoloji bölümlerini bitirdi. Öyküleri ve yazıları Yedi İklim, Dergâh, Hece, Hece Öykü, Türk Dili, İtibar,Post Öykü ve Muhayyel, Muhit dergilerinde yayımlandı.Öykü kitapları: Cam Koridor (2011), Ağır Boşluk (2014), İnatçı Leke (2015 Türkiye Yazarlar BirliğiÖdülü), Açık Unutulmuş Mikrofon (2019)Roman: Kaybolmuş Kaderler Müzesi (2017)İnceleme: Karanlıkta Patlama (Dünya Öyküsünün Anıtları) 2020