Menu
CEMAL ŞAKAR’DAN ÖRNEKLE SOSYAL ÖYKÜDE BİREYLİĞİN ROLÜ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • CEMAL ŞAKAR’DAN ÖRNEKLE SOSYAL ÖYKÜDE BİREYLİĞİN ROLÜ

CEMAL ŞAKAR’DAN ÖRNEKLE SOSYAL ÖYKÜDE BİREYLİĞİN ROLÜ

Edebiyatta sosyal bir meseleyi anlatabilmenin gücü bireyliğe yaslıdır. (Yazının bundan sonraki kısmı; okurun bireylik ile tekilliği, bireylik ile birinci tekil şahsı, bireylik ile bir-ciliği, bireylik ile bencilliği birbirine karıştırmayacağı ve de birbirine indirgemeyeceği ön kabulüyle kurulacaktır.) Bireylik nedir?

Bireylik, kendi varlığını tek başına anlamlı kılabilmektir ki Hz. İbrahim’in Allah’ı 
bulabilmesinde bireyliğinin rolü vardır. Bu anlamlı kılış, diğer tüm varlığı anlamlı, bilinçli kabul etme üzerinden olabileceği gibi, kendi dışında her şeyi bilinçsiz, anlamsız var sayma üzerinden de olabilir. Peygamberlerin inzivaya çekilme hâllerini düşünelim. Dünyayı anlamlandırma çabalarının hepsi kendi varlıklarının farkına varmaları sayesindedir. İnanç yaygın kanaatin aksine bireyliğin sonucudur. İnancın bireyliği (kendi varlığının anlamlı olduğu düşüncesini) gerektirmesi gibi sanat da bunu gerektirir. İşlenen konu ne kadar sosyal olursa olsun onu yorumlayan bireyliktir. Hem okur hem de yazar bağlamında yorum yapacak olan bireyliktir. Bireylik, kişinin sezgisel ve algısal bütün melekelerini en iyi şekilde kullanabilmesiyle mümkündür. 

Bireycilik hayatımızda modern yaşamla birlikte gücünü artırmış, daha fazla dile getiriliyor 
olabilir ancak bireyliğin tarihi Hazreti Adem’e kadar dayanır. İlk insan peygamberdir ve ilk insan bireydir. İnsanı kutsal kitapla muhatap kılan bireyliğidir. Bireyliğin tarihi cemiyet toplumuna geçişten daha öncedir. Bireyciliğin tarihi ise yakın geçmiştir. İnanmak ve birey olmak arasındaki önemli/değerli ilişki; modernizm ve bireyciliğin insanın varlığını, kendi dışındaki tüm varlığı değersiz kılacak şekilde konumlandırması nedeniyle zarar görmüştür. İnanmak ve inancın cemaat olmaktan çok daha fazla bireylikle bağıntısı vardır. Bireyliğin farkındalığıyla kurulan inancın zemini, entegre/cem olma kaynaklı inancın zemini kadar kaygan değildir. İnanç derken kastımız bütün değerler toplamıdır. Sadece dinî olanı kast etmiyoruz. Sanat da en az inanç ve değer kadar bireyliği gerektirir. Yüzyıllar öncesine ait bir çömleği sanat eserine dönüştüren unusur, onu var eden kadar eline alıp yorumlayanın da bireyliğidir. 

Eser konu itibariyle sosyal/ toplumsal olabilir ancak onun yorumu eseri ortaya koyan şahsın 
bireyliğidir. Sosyal bir meselenin anlatımını işlevsel kılan, yorumlayanın bireyliğidir. Sanatçının içe dönük kat ettiği yol ne kadar uzunsa sosyal meseleyi yansıtabilme ihtimali o kadar yüksektir ki sosyal meseleler ilk katmandan sunulduğu zaman gücünü korur. Cemal Şakar’ın öykülerinde sosyal meseleler bireyliğin etkinliği üzerinden sunulur. Her sosyal mesele bireylikle ilişkisini sürdürür. Bununla ilgili Şakar öykücülüğünden iki örnek  üzerinde duracağız. 

Cemal Şakar öykü dilinin “gösteren” ve “anlatan” formatından yararlanır. Yazarın öykü dilini 
tek başına “gösteren” ya da tek başına “anlatan” formuna indirgeyemeyiz. Bu bütün yazarları tarif ederken sınırlı olacağı gibi Şakar’ı tarif ederken de kısıtlı bir yoruma yaslanmak olur. Yazar, her iki imkânı da göz ardı etmez. Çünkü Şakar öykücülüğü temayı forma oturturken  asla statik değildir. Hep yeni formlar peşindedir, bununla birlikte formu konuya giydirirken aktif ve gençtir. Tekrar altını çizmek isteriz: Cemal Şakar öyküsü genç bir öyküdür. İşte bu aktif ve genç öykünün bireyliğin gücünden yararlanmaması düşünülemez. Kara isimli öykü kitabında yer alan “Adı Leyla Olsun” öyküsünde sosyal bir mesele bireyliğin gücünden yararlanarak anlatılmıştır. Ahlâk, kişinin varoluşsal anlamda ayırdına varacağı sosyal bir meseledir. İyi bir gözlemci ahlaklı olabilir. “Adı Leyla Olsun”da ahlakilik ile ahlakçılık arasındaki farkı vicdan sahibi, iyi bir gözlemci olan anlatıcıdan dinleriz. Tıpkı ahlakın “ben” ve “o” boyutu olması gibi öyküde de anlatım dili birinci tekil şahıs ile üçüncü tekil şahıs arasında gider gelir. Anlam daralıp genişler, tıpkı bir kalp kapakçığı gibi açılıp kapanır. Daralıp genişleyen anlam metne kan/can pompalar. Böylece metin canlı ve nefes alır hâle gelir. Onu hayatla bütünleştirir. Düşmek sosyal bir meseledir. Düşmeyi bireyliğin duyarlılığı üzerinden anlatan bu öyküye biraz daha yakından bakalım. Hece Öykü dergisinin 2008-Ağustos sayısında Ayşe Kara’nın sorularını cevaplayan Cemal Şakar’ın bu öyküyle ilgili yaptığı açıklamada bireyliğe ilişkin düşüncelerini okuyabiliriz: “Kader bahsiyle birleştirmek bana kolayı seçmek gibi geliyor; böyle olacakmış böyle oldu. Hayır, böyle olmamalıydı; eğer böyle olduysa bunda bizim payımız ne? Her çocuk temiz doğar, hiçbir anne- baba çocuğu büyüyünce fahişe olsun diye yetiştirmez; Allah da böyle bir yazı yazmaz.” 

Empati kurabilme ötekini yansıtmak bireylikten tamamen bağımsız değildir. İyi bir 
gözlemcinin bireyliğe ihtiyacı olması gibi iyi bir aynanın da bireyliğe ihtiyacı vardır. Ayna bireydir. Aynı cümlelerin devamından da anlaşılacağı gibi ahlaki olan ile ahlakçı olanı birbirinden ayırabilmek için bireyliğe ihtiyaç vardır. Bireyliği bertaraf eden anlatı, meselelere sadece sosyal boyuttan bakacağı için ahlakçı olan ile ahlakî olanı birbirinden ayıramaz. Devamında şöyle diyor Cemal Şakar; “Bu öykünün yazılma sebebi de aslında yukarıdaki can sıkıcı soruyla yüzleşmek içindir. Tertemiz doğmuş bir çocuk hangi koşullarda böyle bir yere sürüklendi. Bu sürüklenişte toplumun ve bizim payımız nedir? Ne yaptık ya da ne yapmadık da böyle oldu? Yoksa bugün sarin gazıyla öldürülen masum insanlar için de tehlikeli bir kapı açmış oluruz. Kader deriz, yazı deriz, yazgı deriz ve kolayca işin içinden sıyrılıveririz ama öyle değil! Bana öyküyü yazdıran galiba böyle olmayışı.” 

Öykünün ilk paragrafında sargılar içinde bir kadına rastlarız. Adı Leyla’dır. Burada mit devreye 
girer. Dünyadan vazgeçecek kadar sevilebilecek, uğruna çöllere düşülebilecek, yani en tepede, en ulaşılmaz olabilecek bir varlık “düşmüş”tür. Sargılar içindedir. Bir hastane odasında başlayan öyküdeki kahraman sargılıdır. Sargı alegorik bir ifadedir. Darp almaya işaret eder. Hayattan manevi anlamda darp görmüş kahramanın her yanı toplumun onu görmezden gelişine işaret edercesine sargıyla kaplıdır. Sargılardan görünmeyen Leyla, o sargılar açıldığında da insan içine çıkamayacak hâldedir. Bu olayın bir intihar girişimi mi yoksa kurtulmaya çalışan bir kadına yönelik hesap görme girişimi mi olduğunu bilmeyiz. Zaten bunu bilmemizin de önemi yoktur. Yalnızca ziyarete gelenlerin “Değer miydi?” şeklinde hayıflandığını bilir okur. Okuma eylemi bundan sonraki kısımda olay üzerinden değil kahraman üzerinden devam eder. Yazar bazen “o” bazen “ben” anlatım dilini tercih eder. Yazarın kadın kahramanın/karşı cinsin yerine geçerek konuşabilmesinin de öyküde bireylikle  ilişkisi vardır. Öykü boyunca hep tekrar edilir: Ben Leyla’yım. Uğruna çöllere düşülesi varlıkken çöle düşmüş, aslanlara kaplanlara yem olmuş bir Leyla. 

Öyküde “kaldırım” ve “düşmek” sözcükleri birlikte kullanılır. Kaldırım herkesin üzerinden 
geçtiği, herkesin bastığı yerdir. Dolayısıyla kaldırımı toplum oluşturur. Kaldırıma düşmeyen biri düşmüş de sayılmaz. Asıl düşmek herkesin üzerinden geçtiği yere düşmektir. “Kaldırımda her şey meşru” denilir öyküde. 

Öykünün başında bembeyaz sargılar içindeki Leyla öykünün sonunda yine beyaz, temiz bir 
sargının, bu kez kundağın içindedir. Kundak da Leyla’yı hastanedeki sargıları gibi sarar. Öykünün başında ve sonunda küçük bir kız çocuğudur Leyla. “Adı Leyla olsun. Kokusu gönle dolsun. Annesinin canı, babasının ciğeri olsun. Aklıselim, bahtı güzel olsun. Gözü aydın, gönlü ferah olsun. Ömrü uzun, yaşamı bereketli olsun. Saklansın, beklensin, noksansız, kâmil olsun. Şeytanın şerrinden, zalimin zulmünden, kem gözlerin nazarından uzak olsun.” Kulağına ezanla adı okunan Leyla ikinci bir ezana ölüm ezanına hastane odasında yaklaşmıştır. Birinde kundağın beyazlığına diğerinde sargının beyazlığına bürünmüştür. Sargılar Leyla’nın gerçek yaralarını asla kapatmayacaktır. Düşmüş/düşürülmüş bir kadının, kadınların en güzeli, en sevilesi Leyla’nın doğum anına, var oluş anına döner öykü. Öykü varlık tartışması üzerinden başladığı yere dönerek daireyi tamamlamış olur. Daire kozmosu simgelediğinden deklanşörün sesini burada duyarız.  

“Dört Güzel Şey” öyküsünde ise Cemal Şakar, “imkânsız” olanı, imkân dâhilinde 
olanın/varlığın dört unsuru üzerinden anlatır. “İmkânsızlık” dediğimiz olgu, tam da kişi ve topluluk arasındaki mayınlı alandır. Yani imkânsızlık çift cepheli bir duvar ise bir yanı kişiye diğer yanı topluluğa bakar. Kişi tek başına olsaydı bu öyküde metaforik şekle dönüşen “imkânsızlık” diye bir şey olmazdı. Kişinin bireyliği söz konusu olmasa, kişi varoluşunu tamamen içinde bulunduğu topluluğa yaslasa yine imkânsızlık diye bir sorun ortaya çıkmaz, çıksa dahi kişiye acı vermezdi. İmkânsızlık konu itibariyle hem sosyal hem de bireylikle ilgili yanı bulunan bir olgudur. 
“Dört Güzel Şey”de imkansızlık/var olması mümkün olmayan her ne ise, mümkün olan/var olabilen/ ortaya çıkabilenin (varlığın) dört unsuru üzerinden anlatılmış, harika bir diyalektik dengesi kurulmuştur. Dört güzel şey; su, hava, ateş, toprak. 

“Yağmur sularıyla coşan nehri paçalarımı sıvayarak geçmemi istiyorsun. Ayakların dahi 
ıslanmayacak diyorsun, bana güç vermek için”: Kahramandan imkânsız bir şey talep edilir. Coşkun bir sudan ayaklarını ıslatmadan geçmesi istenir. Bu ifade onun içinde bulunduğu durumun çıkışsızlığını gayet iyi yansıtır. 
“Sen ardında yağmurlar bırakarak giderken, ben yağmurdan korunmak için sığındığım salkımsöğüdün altında yalnızlığın tedirginliğiyle kalakalmıştım. Sen sürekli beni karşıya çağırdıkça, benim tedirginliğim artıyordu” : Kahraman edilgen durumdadır. Bu edilgenlik fiziksel yetersizlikten kaynaklı değildir elbette. Manen yetersizlikle ilgilidir. 
“Güvenliğim için nehre bir sepet bile  bırakılmamışken”: İmkânsızlığı aşmak için manevi engeller olduğu mitle anlatılır. Musa kıssasına gönderme vardır burada. Kahraman “seçilmiş bir kul, bir peygamber olmadığını, kendisi için akarsuya bir sepet bile bırakılmadığını dile getirir. Bir çırpıda karşıya geçemez. Nehrin akıntısına kapılıp bilmediği yerlere sürüklenmekten, güvensiz ellere geçmekten, dahası boğulup kavuşmak istediğini tamamıyla yitirmekten korkar. 

“Salkımsöğüdün altından kalkıp nehrin kıyısına yürüyorum. Onunla son kez oturduğumuz 
taşın üzerine oturuyorum. Paçalarımı sıvayıp ayaklarımı suya salıyorum”: Yine de elinden geleni dener kahraman. “Bir avuç su alıp onu nefesimle buharlaştırmaya çalışıyorum. Bulut olur ona tutunur, karşıya geçerim diye düşünüyorum. Onunla aynı renge boyanır, yağmur olur bir başka iklimde toprağa düşer, tohuma can veririz diyorum”: Fakat aklının köşesindeki bilinç/mantık gerçeği hep hatırlatır. 
“Başımı kaldırıyorum, sen yoksun. Ardında bıraktığın yağmurlar şimdi ayak izlerini tarumar ediyor. Ardında suya ve göğe çizilmiş resimler bırakarak gittin. Ancak seninle renklenen, ayrıntıların seninle öne çıktığı bu resimleri sensiz yorumlamam olası mı ”: Varlığın bir unsuru olan su, başka bir varoluşun önünde engel. Su aslında varlığa hizmet etmesi gerekirken burada yokluğa/imkânsızlığa hizmet ediyor. Kahraman bir kendisiyle bir karşısındakiyle konuşuyor. Çünkü “ben” ve “sen”in varlığı birbirine o kadar karışmış ki ayırmak mümkün değil. Nehrin, akarsuyun bölüp parçaladığı “ben” ve “sen” kahramanın zihninde ve bedeninde bölünememiş hâlde duruyor. 
“Elimde bir çakıl taşıyla durgun suya eğildim. Suda, elinde bir çakıl taşıyla göğe doğru bakan bir insan gördüm. Bulutsuz masmavi bir gök vardı, beni  kuşatan. Bir ucuyla masmavi bir okyanusa, diğer ucuyla masmavi bir okyanusa ulanıyordu. Masmavi bir nehir okyanusun bir ucundan diğer ucuna hızla akıyordu. Elimdeki çakıl taşını suya bıraktım. Küçük küçük dalgalar oluştu. Her dalga başka bir dalgayı kuşattı. Her küçük dalga diğerini büyütüyordu. Taşın şiddetinden bir dalga doğarken, diğeri kıyıya ulanıyordu. Oradan dağa ve göğe. Kendimi taşın düştüğü yerdeki dalgalarla çoğalan; her dalgayla kıyıya varan ama hep taşın düştüğü yerde bulunan o insanın yanına bırakıverdim” : Ufukla okyanusun birleştiği noktada yani suyun/varlık unsurunun en yoğun ve en latif (buhar) halinde bulunduğu, suyun varlığının kendi içinde zıtlığı taşıdığı o noktada insan bir çakıl taşı gibidir. En yoğun ve en latif arasında dibe hızla düşen, bazen dalga oluşturan bazen sürüklenen bir çakıl taşı gibidir insan. Gökyüzünün yüceliği ile yeryüzünün alçaklığı arasında bir çakıl taşı gibi duran varlıktır insan. Onun en latif ve en yoğun halinin birleştiği nokta kavuşma arzusuyla çağıldadığı noktadır. Suyun birbirine zıt iki hâli gibi, insanın hâlleri de zıttır. O zıtlığın birleştiği yerde dalgalar oluşur. İnsan, varlığının hikmeti olarak o dalgalara tutunur. Daha doğrusu dalgalanmaya tutulur.

“Dalgaların hepsi etrafımı kuşatıyordu. Kendimi güvende hissettim. Etrafımda durmadan 
çoğalan dalgalara tutundum”: İnsanoğlu hep dalgaya tutunan bir varlıktır. Çağıltıya, gel gite tutunur. 

“Sen yoksun diye kuşlar da yok. Ben nehrin kıyısındaki ateşi ne kadar harlı, alevlerini ne kadar 
yüksek tutmaya çalışırsam çalışayım, ne bir kuş, ne bir böcek onun etrafında pervane oluyor. Alevler gözlerimi alsa da, her yanımı karanlıklara boğsa da, ateş beni yaksa da; ben hep bir yanımı ateşe vererek alevlerini yüksek tutmaya çalışacağım”: Yokluk, buraya kadar varlığın su unsuruyla anlatılırken, ardından ateşle ifade bulur. Ateş ve su yan yanadır. “Işık öncemi karanlıklarla örterken karanlık şahidim olsun, sonramı sen alıp götürdün. Bana şimdiyi yaşamak kaldı. Bu karanlığın ortasında sadece alevlerin karşısında var olabiliyorum. Onun ışığı yüzüme vurdukça ışıyorum. Onun ışığı daha güçlü yüzüme vursun diye hep bir yanımı koparıp koparıp ateşe atıyorum. Onun etrafından uzaklaşsam karanlıkta yok olacağım. Ona kendimden bir parça vererek, onu büyütsem büyütsem alevlerden kuşlar uçuşur, senin kokunu bana getirirler mi? Senin kokun bu karanlığı dağıtır mı?” : Gelenin gelişi ışık iken gidişi karanlıktır. Bu geliş müthiş bir aydınlığı nasıl beraberinde getirdiyse gidiş de o denli şiddetli bir karanlığı beraberinde getirecektir. Bu müthiş yokluğa varlığın bir unsuruyla ateşle karşı koyar kahraman. O ateşi diri tutabilmenin bedeli ise kendinden parçaları koparıp onun içine atmaktır. Yanmanın en yavaş şekli anlatılmıştır. Suyu aşıp karşıya geçemeyen kahraman duçar olduğu karanlıktan kurtulmanın bedeli olarak kendini tüketir. 

Toprak ise insanın hem yaratıldığı madde hem de öldüğünde kavuşacağı yerdir. Su gibi 
çağıldamayan ve ateş gibi eritip kül etmeyen toprağın sessizliğinde büyük bir kuşatıcılık vardır. Öykünün bundan sonraki kısmında imkânsızlık/yokluk, varlığın toprak  unsuru aracılığıyla anlatılır. “Senden haber sorduğum çocuk bir avuç toprakla birlikte adını ve giysilerini bana getirdi. Giysilerini kuşandım, adını takındım, toprağı alıp başıma saçtım. Toprak bana, seni hatırlattı. Sen olmayınca... ben böyle... eksik... kör kuyu...” : “Sen” ve “ben” burada tekrar birleşir. 

“Toprağa tutunmadan, ulaşabildiğim kadar derinliklere uzanıp kavramadan toprağı, her an 
yinelenen haşra ve neşre şahit olamayacağımı söylemiştin. Toprakla, var olmak arasındaki o ince sırrı, bana anlatabilmek için cebinde sürekli taşıdığın birkaç buğday danesini elime alıp toprağa bırakıverdim” : Tıpkı doğum ve ölüm gibi birleşir “sen” ve “ben”. Başlangıç ve bitiş gibi birleşirler. 

“Göz pınarlarım kuruyuncaya dek toprağı suladım. Balçık ellerime, ellerim balçığa bulandı. 
Balçığa bulanmış ellerimi üstüme başıma sürdüm. Etim toprağa, toprak etime benzemiyordu. Yerden keskin bir taş alıp bileklerimi kanattım. Kanım toprağa, toprak canıma değdi. Ayağa kalktım. Seni bulmalıydım. Ayak bileklerime kadar çamura gömülmüştüm. Kanımla sulanan toprak yumuşadıkça beni kendine çekiyordu” : İnsanın yaratıldığı toprakta herhangi bir tohumun büyüyüp gelişebilmesi için insana ait olan kan ve gözyaşına ihtiyaç vardır. Kan ve gözyaşı olmadan insanlık bir buğday tanesi kadar bile yol alamaz. Çünkü insanı doyuracak buğday tanesi kan ve gözyaşıyla elde edilebilir. 

“Sen olsan belki bu resmi tamamlayabilir, bedenimi toprakla tanımlayabilirdin. Şimdi sen 
yoksun, ben toprakta kayboluyorum. Benim elbiselerimi ve adımı sana getiren çocuktan toprakta yitişimin hikâyesini dinlerken, sen var olacaksın” : Varlık ve yokluk yine “sen” ve “ben”in birleşmesiyle bir araya gelir. Bu “sen” ve “ben” dünyadaki bütün senleri ve benleri kapsar. Çember bir kez daha tamamlanır. Son olarak hava/soluk duayla varlık bulunur. Çünkü dua nefestir. Nasıl ki hava her yeri kapladığı hâlde göze görünmüyor ise dua da her yanı kapladığı hâlde gizli olandır. Bu nedenle öykü su, ateş, toprak gibi görünür olandan batın olana, gizli olup hislerle bulunabilene yolculuk yapar ve burada noktalanır. Varlık ve yokluk arasındaki o gidiş geliş dua ile anlamlı kılınır: 
Dua: O hangi aralıktadır, hangi kapı ona açılır? Bir neşter vursam göğüs kafesime, ruhum açsa açsa kanatlarını, bir kuş olsa uçsa uçsa iklimine doğru, var olmanın sükunetine kavuşsa orada, nehri bir çırpıda geçmiş, ona kavuşmuş olur muyum? Olsam; doğru sözcüğü öğrenmiş, beni efsunlayan aynaların sırrını geçip arkalarındaki karanlıkta var olmayı öğrenmiş olur muyum? Etrafımdaki çember daralıyor. Uzunca bir zamandır bir ucundan tutup kendimle birlikte sürüklediğim bu çemberin belki de başlangıç noktasına geliyorum. Beni  çevreleyen bu hale onun varlığına değsin istiyorum.” 

HANDAN

İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik ve Anadolu ÜniversitesiSosyoloji bölümlerini bitirdi. Öyküleri ve yazıları Yedi İklim, Dergâh, Hece, Hece Öykü, Türk Dili, İtibar,Post Öykü ve Muhayyel, Muhit dergilerinde yayımlandı.Öykü kitapları: Cam Koridor (2011), Ağır Boşluk (2014), İnatçı Leke (2015 Türkiye Yazarlar BirliğiÖdülü), Açık Unutulmuş Mikrofon (2019)Roman: Kaybolmuş Kaderler Müzesi (2017)İnceleme: Karanlıkta Patlama (Dünya Öyküsünün Anıtları) 2020

Daha fazla görüntüle