Menu
HIRS DUVARI
Öykü • HIRS DUVARI

HIRS DUVARI

Anlatmak istediğimiz hikayeler çoğu zaman hiç bir sahnesini değiştiremediğimiz, karakterlerin bizi duymadığı cam duvarlar arkasında geçiyor ve biz yazıcılar, çoğu zaman o duvarları farketmeden, bütün o yaşananları sahiden kendimizin yazdığını düşünüyoruz. Oysa o cam duvarların arkasında görünenleri kayıt altına alıyoruz ya da aldığımızı sanıyoruz... Hikayenin sonuna yazdığım notu başa aldım. İyi, güzel de şimdi başlangıç ile son arasındaki ayırımı nasıl yapacağım? Belki de yapmamam lazım... Kimbilir son notlar belki
ilk yazmamız gerekenler, ilk cümleler son cümlelerin çocuklarıdır...
Ona ilk kez abonesi olduğum edebiyat dergisinin öyküler bölümünde, bir kadın yazarın yazdığı kısa bir hikayede rastladım. Adı bile yoktu. Acaba ben mi yanlış hatırlıyorum, veya okurken atladım galiba duygusuyla hikayeyi ikinci kez okuduğumda da adını göremedim.Hikaye boyunca üç yerde baba, iki yerde adam diye geçiyordu. Hikayenin kahramanı bir kadındı. Üniversitede tam doçent olacağı zamanlarda özürlü bir çocuk doğurmuş, çocuğuna bakabilmek için,üniversiteden ayrılmış, çocuğunun peşinde koştururken, kocası ile arasında açılan uçurumu farkedememiş ve bir süre sonra terkedilmiş bir kadın... Aslında hikayenin, bir kadın olduğum, anne olduğum, iş ve ev kadınlığını bir arada götürmeye çalıştığım için bana çok dokunması gerekiyordu, ama ne gariptir, hikayenin özürlü bir çocukla bir başına
bırakılan, ve sonunda terkedilen kadın kahramanını hiç sempatik, merhamet edilesi bulmadım, hatta kendi baktığım noktadan itici ve şirret buldum. Adamı, hikayenin içinde, her yerde kavga çıkaran, özürlü bir çocuğu olduğu için, -sanki dünyada tek özürlü çocuk doğuran oymuş gibi- bu kocasının, başkalarının suçu imiş gibi sürekli öfkeler içinde gezinen karısının arkasında ne yapacağını bilemeden şaşkın şaşkın bakarken yakaladım.
Adam öylesine şaşkındı ki...
Ortada bir şey yoktu.
Bir şey olmuştu. Ellerinde olmayan, adına kader deyip kabullenmeleri gereken bir şey..
Kızının doğduğunu öğrendiği o büyük sevinç anında... Kızı doğmuştu.
Hastane koridorlarındaki koşuşturmalar. İlaç alkol kokuları, klimalardan yayılan yapay serinlik, doktorların telaşları, bekleyenlerin umutları,acıları, bir uğultu haline dönüşen konuşmaları. Hepsi bir anda uçup gitmişti. Hiç bir şey hissetmeden etrafına bakınıyordu. Uçsuz bucaksız bir ovanın ortasındaydı. Üzerinde beyaz, kar beyazı bir elbise olduğu yerde döndüğünü hissediyordu. Ayakları iki değil tekti sanki. Kolları yavaş yavaş kalkıyor, göge
doğru yükseliyor...Uzaklarda başlayan bir ses yakın ve daha yakın oluyordu. Çocukluğunda duyduğu sonra unuttuğu bir melodi, bir tanıdık nefes yaklaşıyor, yaklaştıkça unuttuğunu sandığı bir sevginin mutluluğun kokusu bedenine yayılıyordu. Başı bulutlarda ayağı ovanın
toprağında döndükçe dönüyordu. "Beyefendi bebeği görmek ister misiniz!" Hemşirenin sesi ile kendine geliyor. Bulutlar, ova, o müzik kalbinin içine akıyor.
"Kızınızı görmek ister misiniz?"
'Kızı!' o küçük pembe vücut, kuvöze yeni yatırılmış, henüz giydirilmemiş, gözleri kapalı. O an içinden geçen tek şey o minicik ayakları gözlerine sürmek...Bir daha hic bir şeye öyle
sevinemeyeceğini sanırken, onun diger çocuklardan farklı olduğunu anlattıklarında, ki kızı iki yaşına girmişti ve hala konuşamıyordu. Bir daha hiç bir şeye bu kadar üzülemeyeceğini , dünyada bundan daha büyük bir üzüntü olamayacağını farkettiğinde Yakup dağların arasındaki kulübesinden çıktı. Yüzyıllar sonra bir şair buraya ahzan-ı külub diyecekti ve sonra biri hüzünler külübesine çevirecekti bu adı. Kalbinin acısı her yeri duman duman görülmez yapıyordu. Sevgilisi dünya aşkı, Yusuf'u yoktu. Onun kokusu, onun sesi olmadan yaşamak
imtihanların en büyüğü idi ve Yakup, imtihanı verenin yardımı olmazsa kalbinin bir anda kül oluvereceğini biliyordu. Uzak dağlarda kar yağıyordu. Ovaları sis basmış, kuşlar susmuş, acı zamanı yoketmişti.
Yakup hüzünler kulübesine geri dönerken, adam, kelimelerin bittiği, dağbaşlarında donmak üzere olanların seslerinin kesildiği yerlerdeydi,başını sessizce eğdi, sustu. Karısı, önünde tırnaklarını etine geçirmiş, "Nasıl olur!" "tanrım, biz sana ne yaptık!" cümleleri içinde dolanıp duruyordu. Adam ne karısına bakıyordu, ne doktora. Ne doktorun soğukkanlı duruşu, ne karısının ağzından çıkanı kulağı duymaz hezeyanları., acısını bastırabiliyordu. Sadece karısına "sus! Sus!" "sus artık!" diye bağırmak istiyordu.
Öyle üzüldüm ki adamın haline. Elini tutmak, gözlerinin taa içine bakmak, "Bu da geçer ya Hu!" demek istedim.
"Merhaba!" diyebildim. Bütün o acısının içinde bir an baktı.
"Merhaba !" dedi. "İsminizi öğrenebilir miyim?"
'Niye?' diye sormadan "Tuncel!" dedi.
Gülümsedim.
İsmini öğrenmiştim, 'Niçin soruyorsunuz?' demesine fırsat vermeden yürüdüm. Sorsaydı, 'Hikayenizi yazacağım, adınızı uydurmak istemedim mi?' diyecektim.
Tuncel... Adamın ismini koyunca, Tuncel, kanlı canlı bir insan olarak ayağa kalktı. Doktora kısa bir teşekkürden sonra hala ağlayan karısının koluna girdi. "hadi gidelim!" diye mırıldandı."Hayır! Bir yere gitmiyorum!" diye tersledi kadın. "Birisi bunun bana neden olduğunu söyleyecek..." Tuncel karısının herkesi suçlayan laflarına aldırmadan, sesini biraz yükselterek, "Hadi bunları sonra konuşuruz, şimdi gidelim!" dedi.
Kadın daha bir hırsla bağırmaya başladı. Tuncel artık karısının dediklerine dikkat etmiyordu. Sadece sesinin inip çıkışını izliyor, odadaki eşyalara kayıyor bakışları. Uzun zamandır silinmemiş kirli camdan görünen bulutların hızla geçişlerine bakıyor, karısına sakinleştirici iğne yapıyorlar, o arada doktor, kendisine, yumuşak bir sesle, bilmem kaçıncı genin bozuk olmasının sebeb olduğu anomalilerden bahsediyor. Aslında bunları duymak istemiyor... Olmuş. Çaresi yok. Çaresi olmayan şeyin sebebini anlamaya çalışmak beyhude. Kimi suçlayacak? Dedesinin dedesini mi? Erken farkına varsalardı alabilirler..miş... İyi ama o zaman, kızının doğduğu andaki o büyük sevinci ve hayatın satın alınabilir, her şeyden farklı bir yönü olduğunu öğreten o büyük anın değiştirici gücünü nasıl yaşayacaktı. Tuncel karısının biraz daha sakinleştiği ilerki günlerde, insanların fiziksel farklılıklarının aynı zamanda bir zenginlik olabileceğini, görmeyen birinin farklı renk tarifleri ile zenginleşebileceğimizi, yürüyemeyen birinin beyninin ışığı ile dünyayı algılamamızın değişebileceğini anlatmaya çalıştı. Kadın, artık ben adını söylemek istemiyorum. İnsanlar eylemleriyle isimlerini hakederler, veya eylemleriyle isimlerini kaybederler. O artık benim gözümde ismini kaybetmiş bir kadındı.
"Tabii senin işin kolay! Sabah git, akşam gel! Hastane hastane koşturan benim!" diye bağırıverdi.
Tuncel'e göre hastane hastane koşturmasına gerek yoktu. Kızları sağır ve dilsizdi. İşe bunu belki olmaması gereken, ama olmuş bir varoluş biçimi , diye kabullenerek başlayabilirdi.
"Sonra!" diye bağırıyordu kadın.
"Günü gelince, biraz daha büyüyünce, bu çocukların gittiği özel bir okula yollarız!"
"O özel okullardan her yerde var değil mi Tuncel efendi! Bu sokakta, arka sokakta dolu dolu!"
"Canım ne yapalım o okulların sayısı azsa. Biz bir tane buluruz. Olmadı yurtdışına yollarız.."
Karısı öfkeyle söylenmeye devam ediyordu.
"Hahh tabii tabi! Nasıl olacak o? Aldığın iki kuruş öğretim görevlisi maaşı yanında , ek olarak verdikleri doçentlik pirimiyle mi?"
Tuncel'in içini en çok da karısının her fırsatta kendisine güvenmeyen, hiç bir şey beceremediğini , bilmediğini ima eden tavrı acıtıyordu. Oysa ilk tanıştıklarında nasıl da kendisine güvenir, anlattıklarını ilgiyle dinler, hatta pek çok cümlesini derslerde öğrencilerine
aktarırdı. Kızının sağır ve dilsiz hali bir duvar gibi aralarına girmişti. Ya da yuvada dönen anahtar sesinin farketmediklerini gösterdiği o güne kadar, Tuncel Öyle sanıyordu. Çelik kapının kilit yuvasında dönen anahtarın sesi kapının metal aksamında yankılandı. Elindeki poşetleri, giriş kapısının hemen yanına bıraktı. Anahtarı kapının üzerinden alarak, kapıyı kapattı.
Ayakkabılarını ayakkabılığa koydu. Pardesüsünü çıkararak girişteki dolaba astı. Poşetleri koyduğu yerden alarak, bir kaç adım ilerdeki mutfağa yöneldi. Aralık kapıyı ayağı ile iterek, içeri girdi.
Poşetleri küçük örtüsüz masanın üzerine bıraktı. Ocakta duran tencerenin kapağını kaldırdı, içinde akşamdan kalan yemek vardı. Anlaşılan bu gün de yemek yapmamıştı karısı. Derin bir nefes alarak durdu. Küçük mutfak camından giren ilk akşamın cılız ışıkları, hafif ağarmış saçlarını belli belirsiz aydınlatıyordu. Ocağın üzerindeki çaydanlığı doldurarak, altını yaktı. Alt dolaptan rasgele bir tencere seçerek, onu da suyla doldurdu, ocağın arka gözüne yerleştirdi. Üst dolaba kısa bir göz gezdirdikten sonra bulduğu yarım paket makarnayı,yarısı boş tuz kavanozunu, henüz açılmamış yağ şişesini tezgahın üzerine indirdi. 'Çayımı içtikten sonra domatesli makarna yapayım!' diye düşündü. Karısı geldiğinde en az bir saat bütün gün
neler yaşadığını, kimlerin onu nasıl sinir ettiğini, uzun uzun anlatacaktı.
Tam o sırada evin sessizliğini bozan bir sesle mutfaktan çıktı. İnce dar koridoru geçerek, banyonun karşısındaki çocuk odasına yöneldi. 'Cam açık kalmışsa kedi girmiştir...' düşüncesinde, kapıyı açtı. Şaşkınlıktan bakakaldı. Karısı önünde bir sürü kitap olduğu yere
sızmış, uyuyordu. Kızı, camın önündeki kanapenin üzerine çıkmış, açık bırakılan camın mermerine dizili küçük oyuncaklara, süslere uzanmaya çalışıyordu.
Oda kapısının açılması ile karısı aniden sıçradı. Tuncel karısının uykulu şaşkın haline aldırmadan, küçük kızı uzanmakta olduğu camın önünden çekti. Pencereyi sertçe kapattı.
"Uyuyakalmışım..." diye mırıldandı kadın. "Ne zaman geldin?"
Tuncel, "Neler oluyor burada?" diye sertçe sordu. "Ne yapıyorsun mualla?"
"Uyuyakalmışım..."
Adam kendine hakim olamayarak
"Neden?" diye bağırdı.
Kadın cevap vermedi. Oturduğu yerden doğruldu. Sağına soluna dağılan kitapları toplamaya başladı.
"Doçentlik tezin için mi? Onu hallettiğini sanıyordum .." dedi adam, kadının kendisiyle konuşmasını kendisine bir açıklama yapmasını istiyordu. Kadın yakalanmış olmaktan tedirgin, "Profesörlük için..." diye söylendi. "Yazacağım kitabın konusu hakkında araştırmalar yapıyorum,"
"Allahaşkına!" diye bağırdı adam.. "Daha doçentlik tezini yeni bitirdin. Hani konuşmuştuk, çocuk büyüyene kadar bir süre ara verecektin...Üstelik çocuğun yanında uyuyakalmak, ya bir şey olsaydı..."
"Tamam Tuncel, bağırma! Her zaman uyuya kalmıyorum. Hem niye bağırıyorsun... Sen çalışırken ben bir şey diyor muyum? Profesörlüğü de şimdiden düşünmem lazım, arkadaşlarımla aramı fazla açmak istemiyorum..."
Karısı ile aralarındaki duvarın kızının farklılığı degil, karısının hırsları olduğunu o gün farketti. İlkokulu, ortaokulu, liseyi birincilikle bitirmişti karısı. Üniversitede kalmaları için hocaları adeta yalvarmışlardı. Her şeyi mükemmel yapabilirdio. Alanında yazılmış bütün tezleri doktoraları bilir, konusuyla ilgili hangi arşivde ne var ezbere söyleyebilirdi. Daha şimdiden doçentlik tezini hazırlarken, profesörlük için yazacağı kitabın dökümanlarını
topluyordu. Aralarındaki duvarın kızı olmadığını farkettiğinde, ilk yıllarda karısının yaptığı mesleğine ait, küçük kıskançlıkları, şakaları hatırladı. O küçük kıskançlıklar, kendisiyle şaka yollu minik tebessümler eşliğinde yapılan alaylar, demek hepsi şimdi farkettiği büyük hırs duvarının ortak yaşamlarına yansımaları imiş.
Tuncel'in içinde bir yerler geceler boyu çöktü. Garip seslerle ağlayan kızını kucağında susturmaya çalışırken, arada bir okuduğu kitaptan başını kaldırdığında, alışveriş dönüşü açılan kapının önünde karşılaştığı karısının bakışlarındaki o suçlayıcı, hatta bazen aşağılayıcı tavır... Kızını boğucu bir sevgiyle sarıp bir an bile vermek istememesi...Sonra dönüp hiç ilgilenmiyorsun suçlamaları. Hepsi bir tuğla gibi aralarındaki duvarı durmaksızın örüyordu ve Tuncel hepsine sırtını dönmek, içine düştüğü bu sevgi yoksunu tuzaktan kurtulmak, hatta kızını da alıp uzaklara gitmek istiyordu. Kızı narin yüzünde , parlak bilyeler gibi duran mavi gözlerini açıp, kendisine baktığında düştüğü tuzaktan sıyrılır gibi oluyor, kendini bir yabancı
hissettiği bu babil kulesinin boşluğunda, kızının mavi gözlerine gizlenmiş anlamak ve anlaşılmak adına tanıdık, ulaşılabilir, bir umut görüyordu. Ancak kızı birden önünden alınıveriyordu.
"Yemek saati, sonra oynarsınız.."
Duvardaki mükemmelliyetçilik tuğlası kızını koruma adına yabancılaştırmaya dönüşmüş, Kızına yakınlaşmak istediği bütün çabalar kısa ve acıtıcı darbelerle kesiliyordu.
"Şimdi parka gidemezsiniz! Öksürüğü yeni geçti, ne işi var o pis yerlerde.." cümlesi yabancılaştırma tuğlasının gözesokulması, veya "Aaa ne alışverişi çocukla?" cümlesi ona hemen kızının yanından uzaklaşması gerektiğini hissettiriyordu. . En çok da şunu duyuyordu:
"Allahaşkına Tuncel, bir de seninle uğraşmayayım!"
"Uğraşmayayım!"
'Uğraşmak' kelimesi zihninde yankılanıyor Tuncel'in. Kendisini üzerinde uğraşılan bir nesneye, balıkçıların onardığı ağlara, kadınların işlediği dantellere, firinciların yoğurduğu
hamura,terzilerin kestiği kumaşa benzetiyor. Nesnellikten sıyrılmak,uğraşılan biri değil, sevilen biri olmak istiyor.
Tuncel o gün eve gitmek istemedi. Sonraki günlerde ve sonraki günlerde.
Üniversiteden evine gidip gelen hayatı, üniversiteden sokaklara gidip gelen bir hayata dönüştü. Sokaklarda, gençliğinin geçtiği sokaklarda dolaştı durdu. Geceleri bazen bir arkadaşında, bazen ucuz birotel odasında kalıyordu. O gün de Unkapanı köprüsünden indi.Laleli'ye, oradan Aksaray'a, Fındıkzade'ye yürüdü. Vatan caddesinde Molla Fenari mescidinin taşlarına oturup, zamının geçişini hissetmeye çalıştı. Denizden uzak düşmüş bir martının çığlıklar atarak uçuşuna takıldı gözleri. Trafik ışıklarında eğlenen çocukları seyrederek, Fatih'e doğru çıktı. Caminin avlusunda oryantalist bir tablodaymış gibi oturdu.
Çarşaflı kadınları, tesbih şeker satıcılarını,düşük bel pantolanlarından göbekleri görünen genç kızları, sakallı, şalvarlı başka bir zamana ait erkekleri izledi. Yaprakları dökülmüş çınarlara
konan kargalarla, güvercinlerin savaşında taraf oldu.uzak dükkanlardan birinden yayılan "Yemen ellerinde Veysel Karani" ilahisine ayakları ile tempo tuttu. Burası girenin çıkanın belli olmadığı bir insan lunaparkıydı. Tuncel orada ne kızını, ne karısını düşünmeden saatlerce oturdu.
Yaprakları dökülmüş çınarın dallarında kargalarla güvercinler yeni bir kavgaya tutuşmuşlardı. Camii cemaati ikindi namazından dağılıyordu. Kadınlar caminin taş merdivenlerinde
kiminin elinde örgüsü , kimi aylak laf yarışına girmişlerdi.
Hikayeyi ben yazıyordum. 'Kadının kahraman olduğu hikayedeki gibi davranıyorsun Tuncel! Kalk hemen! Karının, ilk hecelerini söyleyen kızının yanına dön!' diye yazdım. Ama farkettim ki yazdığım cümleler kendime bile saçma geldi. O karısının büyüttüğü, aşamadığı, belki de aşmak istemediği duvarlardan kaçmış, İstanbul'un sokaklarını arşınlıyordu. 'Tam Tuncel! Evine dön, kendinize yeni bir şans daha ver!..' diye yazıyordum ki, cümlenin devamını getiremedim. Tuncel, benim yazmakta olduklarımı umursamadan kalktı.
"Tuncel!Tuncel!" diye bağırdım. İlk hikayeyi yazan kadın yazarı haklı çıkarmak istemiyordum.
'Evine dönmeli, kızına sarılmalı,karısının öfkelerine sabretmeli, sabırdan mutluluk çıkarmayı bilmeliydi.' Ama ne yazık ki yazmak istediklerimin hiç biri olmadı. Adamın hiç bir hesabı kitabı yoktu. Sadece omuzlarına binen yükü şöyle bir bırakıp, derin bir soluk almak istiyordu...

Diğer Yazıları