Uçsuz bucaksız bir çölde nereden geldiğini ve nereye gittiğini bilmeden yürüyor, güneş hep aynı yerde hiç oynamadan, beynini kavuruyor, gözlerini ışık huzmelerinde eritiyordu. Yakıcı kumlarla, kavurucu güneş arasında, artık varlığından çoktan vazgeçtiği vücudu yere yığıldı, gözlerine kumlar dolmaya başladı,
ve çoktandır gel git olan zaman kavramı tümüyle yok oldu.
Nuru yerle gök arasını aydınlatan iki melek yeryüzüne indi. Tam o gencin başında durdular.
-Kurtulabilecek mi? dedi biri
-Cevabı bilirse evet.
-Soru nedir?
-Soru cevabın içinde, cevap soruda saklı. Bütün saklılar bir sır içinde... Sır ise kendi içinde...Kendisi..
-Anlayabilir mi? İnsanın yaratılışındaki sır... Bu çok zor bir soru.
-Anlayabilmesi için gereken her şey verildi. Ona düşen, sadece ihlas...
O çölde gencin altına atlas bir örtü, üzerine güneş geçirmeyen bir gölge çekti melek, diğeri, genç kendisinden istenenleri kavrayana kadar yerine koymamak üzere zamanı avuçlarına aldı.
Başı zonkluyordu gencin. Nerede olduğunu anlamaya çalışıyor, önünde biteviye koşuşturan kalabalığa bakıyordu.
Her şeyi hatırlıyordu, lakin bu her şey asla bir insanın hayatına sığacak, bir kişinin görebileceği, yaşayabileceği şeyler değildi. Önce sakinleşmeye çalıştı.
Göz alabildiğine uzanan bir meydandaydı. Binlerce insan vardı ama hiçbir gurup diğerine benzemiyordu. Giysileri, konuşmaları, hareketleri her şeyleri farklıydı. Buna rağmen genç herkesi anlayabildiğini, hatta o anda yaşananları daha önceden bildiğini hissetti.
Yürümeye başladı.
Uzun boylu güzel yüzlü bir adam, başında cennet çiçeklerinden bir taç, kendisi kadar uzun ve genç bir kadının elini tutmuştu. Birbirlerine bakıyorlardı. Hiç konuşmadan ve konuşmaya gerek duymadan. Gözlerinde derin bir hüzün gördü genç.
Adem diye geçirdi içinden, Adem ve Havva... Uzun boylu adam döndü,
"Ben topraktan yaratıldım. Ama o toprak, bu toprak değil..." Ayağının altındaki kurumuş toprağa baktı. "O toprağa ilahi rahmetin eli değdi, ruhundan üfledi. Meleklerin dualarını şeytanın nefretini aldı. O şeytan ki o zaman en bilgiliydi bana olan kıskançlığı onu kör etti de çirkinlerin çirkini oluverdi. O toprağın içinde aşk var. O aşk cismani görünse de, eğer yolunu kaybetmez, kurda kuşa yem olmazsa sonu o toprağı yoğuran ilahi rahmete çıkar." dedi ve gülümsedi.
Aşk için cennetten çıkmayı kabul etmişlerdi. Kuytu, ıssız ve zor bir gezegende sadece ikisi, dua ederek, bekleyerek ve birbirlerine sarılarak...
Yürüdü genç.
Yeryüzü değişiyordu.
Genç bir erkek sert yüzünü çirkinleştiren bir nefretle elindeki sivri taşı karşındaki kendine çok benzeyen erkeğe saplayıverdi.
İnce bir kadın sesi yürek burkan bir çığlık attı.
-Kabil! O sırada kara bir karga toprağı eşelemeye başladı. Genç hiç sevmedi bu görüntüyü. O delikanlıya sivri taşı saplayan gencin arkasında yüzü nefretle dolu insanlar vardı. Ellerinde bir sürü şey durmadan birbirlerine sapladıkları. Bir yol açan dedi kendi kendine... Kim iyi veya kötü bir şeye yol açarsa ve ardından gelenler ona uyarsa, o iyi veya kötüden payına düşeni alır.
Yeryüzü değişiyordu.
Genç kelimelerin arttığını fark etti. İsimlere isimlerin, isimlere eylemlerin eklenmeye başlandığını duydu.
Işıklar içinde bir adam kıraç tepedeki çadırının önüne oturmuş, karşısındakilere hakikat adına sözler dağıtıyordu. O zamanlar kelimeler altın kıymetindeydi. Sonra o adamı ateşe atılırken gördü. İnanılan bütün putları kırmıştı. Küçük bir serçe gagasıyla su taşıyor ateşi söndürmeye çalışıyordu.
Ansızın gelip geçen tufanlar, seller, depremler gördü, ve yaşadığı hiç fark edilmeyen aşktan yoksun insanlar...
Küçük ıssız bir kulübede elinde kanlı bir gömlek, oğlu Yusuf'un aşkından ağlaya ağlaya kör olan Yakup karşıladı genci. Havada yoğun bir hüzün vardı. Yaşlı adamın aşkın yakıp kavurduğu kalbinden yanık et kokusu geliyordu. Sonra Yusuf'u gördü. Yerden göğe bembeyazbir bulut gibi, bakmaya doyulamayan, bir bahar rüzgarı yanağınızın yanından ansızın geçiveren ve sizi ferahlatan, öyle bir şeye benzetti Yusuf'u. Yakub'un onu görünce açılan gözlerini gördü.
Uzun boylu kıvırcık saçlı, güçlü bir adam bir elinde ateş, bir elinde insanlığa yön verecek tabletler tur dağının zorlu yamaçlarından iniyordu. Aşağıda sabırsız bir kalabalık vardı.
Küçük bir karınca gördü genç. Dev bir orduya eşlik eden kumandanı durdurmuş, dik dik konuşuyordu. Güçlü Süleyman, görünen ve görünmeyen askerlerini o yoldan geri çevirdi. Karınca gururla sevdiklerinin yanına döndü. Karıncanın içinde aşkı gördü genç.
Ve ihaneti gördü. Güzelliklere aşık, narin yüzlü İsa, hakikatın ışığıikindi güneşi gibi üzerine düşmüş, gözüne perde çekilenlerin önünde avuçları kanıyordu.
Gül kokulu Muhammed'i Taif'de gördü. Hakkı anlatmaya gitmişti, hakikatın gölgesinden korkanlar taş atıyorlardı. Ayakları taşlanmaktan kan içinde kalmıştı. Bir melek dağı omuzlarına almış, isterse intikam için bölge halkını yok edebileceğini söylüyordu.
"Hayır!" dedi Muhammed, "umulur ki iman ederler..."
Gencin bu sözden anladığı, O büyük kalbin neredeyse bütün insanları içine alıp, Hakkın kokusuna ulaştırmak istemesiydi.
Bir başka adam gördü genç... Gül kokulu Muhammed'in anlattığıhakikatlardan bir cümleyi öğrenmek için Buhara'dan yola çıkmıştı. Arabistan yarımadasını dolaşmış, aynı cümleyi duyan altı kişi ile konuşmuştu. O mecliste bulunan yedinci kişi Mısır'daydı ve oraya gidiyordu. Zaman geçmek bilmiyordu, yorgun bir devenin sırtında Aşktan alnı ve diz kapakları keçi derisi gibi nasırlaşmış, adamın Mısır'a vardığını gördü.Mısır sarı bozbulanıktı. Adam aradığı kişiyi buldu. Atının önüne yem torbasını tutmuş, gel gel yapıyordu. Delikanlı dikkatle izlemeye başladı.
"Gel! Gel!" At yaklaşınca,adam atı birden tuttu, yularından çekti, direğe bağladı,döndü.
O sözü öğrenmeye gelen kişi
"Merhaba!" diyerekselam verdi sordu.
"Ata yem torbasını uzattın ama sonra yem vermeden, bağlayıverdin!"
"O torbayı atı yakalamak için kullandım, içinde yem yoktu."
İnanılmaz bir şey oldu. Bir cümle öğrenmek için aylarca deve sırtında yol alan, pis kervansaraylarda bitlenen, geçit vermez vadilerden kaybolan adam hiç bir şeysormadan geri döndü. Adamı kendi kendine 'Aşkta kandırmak yoktur...' diye mırıldanırken duydu genç.
Yürüdü. Çok uzaklarda dev bir duvarın yanında eşşeğine binmiş 103 yaşında bir adam dağlardaki mağarasına gidiyordu. Yaşlı adam, o yaşında oturdu. Hiç okumadanve bir hocası olmadan dağlara, rüzgara ve kalbine bakarak öğrendiklerini yazdı.
Geri döndü. Halkına verdi. Ölmek üzere dağlara doğru yol aldı. Aşkın bir gözü deerik ağacının altında doğduğu için li denilen (LaoTzu) o adamdı.
Genç yürüdü.
Görüntüler hızlandı. Ölenler, doğanlar, acılar, sevinçler... her şeyin iç içe geçtiğini, birinin aynı zamanda diğeri olduğunu ayrımsadı... Dünya solmuş, bir çiçek gibi ıpıssız kalmıştı şimdi. Çok uzak yanmış yıkılmış şehirlerin birinde, viran bir evde uzun boylu bir erkek kendisi kadar uzun boylu bir kadının elini tutmuştu. Gözlerinde derin bir hüzün vardı. İnsanın dünyadaki zamanı bitmişti. Genç onların yanında durdu.
Genci fark etmediler. Birbirlerine baktılar ve sarıldılar. Nereden geldiği belli olmayan bir rüzgar esti. Her şey savruldu gitti.
Genç kavrulmuş bir yeryüzünde, yanıp yıkılmış bir şehrin ortasında yapayalnız, bütün o görüntüden uzak oturdu. İlk gördüğü çiftle son gördüğünü kıyasladı. Sonra düşündü. Tek sır var dedi kendi kendine bütün o görüntülerin, kavgaların acı ve sevinçlerin arkasında, kelimelerin içinde...Ve benim içimde... Tek sır...
Aşk
Aşk neydi peki...
Zevk mi?
Haz mı?
Hayır şu an bedeni yoktu ve aşkı hala hissediyordu.
O zaman anladı ki aşk yaradanınhakikatında, yaşayabilmek ve onda yok olabilmektir. Gerisi zaman kalkınca kaybolan şeylerdi.
Aşkı içinde hissetti. Yeryüzü halkının nasıl adlandıracağını bilemediği bir ışık kalbine doldu.
Hücre hücre yandı. Sayıklamaya başladı.
Melek eğildi altından atlas örtüyü üzerinden gölgeyi çekip aldı. Genç yavaş yavaş kendine geliyordu, diğer melek zamanı, ellerinin arasından bırakırken gülümsedi.
-Dinle dedi.
Genç o ıssız çölde yankılanan bir fısıltıyla
-Leyla Leyla diye inliyordu. .