Menu
HAYAL BABA
Öykü • HAYAL BABA

HAYAL BABA



Vapur iskelesinin jetonlu geçiş turnikelerine henüz varmıştı ki, görevlinin, ikinci ve son kapıyı da kapatıp, yetişmek umuduyla seğirten üç kişiye sırtını dönüverdiğini gördü. Kısa bir duraksamanın ardından, isteksiz ve keyfi kaçmış bir halde bekleme salonuna girdi. Sürgülenmiş kapının gerisinde çaresiz beklemeye koyulan o üç kişinin durdukları yere doğru ilerledi. İki cepheden Boğazı gören ve bel hizasından tavana kadar çepeçevre geniş camlarla kaplı ferah bölmenin, hemen dibinde duruverdi. Vapura sürülmüş seyyar iskelelerin kıyıya çekilişini, çımacının, çözülmüş olan bağlama halatını aceleyle toplayışını izledi. Ve nihayet, tiz bir düdük çalışıyla verilen işaretle, alışılmış hareketlilik bir kez daha başladı. Makinelerin çalışma hızı ve gürültüsü daha da fazlalaşırken, geniş bacadan sükunetle tüten gri dumanlar, öfkeli bir siyahlığa boğuldu. Vapur, iskeleden ağır bir manevrayla ayrılıp da yönünü asli rotasına çevirdiğinde, kaptanın, “belki de veda niyetine” öttürdüğü düdüğün sesi engin maviliklerde yankılanıp dağıldı.

Kaçırdığı vapurun uzaklaşmasını, can sıkıntısı içinde seyretmek zorunda kalmıştı. Ama Aykut isimli bu öğrencinin, şu kızgınlık ve sabırsızlığını haklı çıkaracak en ufak bir bahanesi bile yoktu aslında. Çünkü ne aceleyle yetişmesi gereken bir işi vardı, ne de buluşmaya gecikeceği bir arkadaşı bekliyordu onu. O halde nedendi bu manasız hayıflanma? Doğrudan anlam veremediği, üstesinden gelemediği bu sıkıntı, demek ki, sebepsiz bir hüzünden besleniyordu.

Dakikalar geçiyor, turnikelerin üçlü kolları mekanik devinimlerle dönüyor, salondaki yolcu sayısı an be an artıyordu. Gelenlerin bazıları, yan yana sıralı rahat sandalyelere oturuyor, bazıları da ayakta durarak, iskeleye açılacak kapıların olabildiğince yakınında bulunmayı tercih ediyorlardı. Ve hemen hemen hepsi de, gelmesi beklenen vapurun seçilebileceği en uzak noktayı gözlemekteydiler.

Bir ara, Aykut’un hemen yanı başında durmakta olan gençlerden birisi, bitişiğindeki duru yüzlü, aksakallı ihtiyara yakınarak,

“Ah amcacığım! dedi, yetişemedik deminki vapura. İşin yoksa bekle şimdi.

Yaşlı adam, bu hoşnutsuzluğu paylaşmadığını belli eden içten bir gülümsemeyle,

“Mesele değil evladım, dedi. Zaman, ne de olsa su gibi akmakta. Bunun gibi daha kaç vapur gelir gider... Aslında ben… Şimdi burada, başka bir düşüncenin bana önemli şeyler hatırlattığını fark ettim.”

Konuşmayı başlatmış olan kişi, konunun nereye geleceği merakıyla, sadece dinlemekteydi. Yaşlı adam, eliyle tam karşısını işaret etti;

 “Hep acele işler peşinde, bir yarı körlük içersinde gelip geçmiyor muyuz buralardan? Şu karşı kıyıların bu kadar güzel ve bulunduğumuz yere bu kadar yakın olduğunun kaçımız farkındayız acaba?”

Sözünün devamında, bu defa, bekleme salonunu çevreleyen camlı bölmeyi kastederek,

“Şu koca camekânın her bir bölümüne bakıyorum da…”

Biraz durdu. Söylediklerini ilgiyle dinleyenlerin sayısı birkaç kişi daha artmıştı. Yaşlı adam bu kısa bekleme süresini; duygularını tazeleyip, anlatımını güçlendirecek bir fırsat olarak değerlendirdi. En son söylediği yarım kalmış cümlesiyle, konuşmasına tekrar başladı,

 “Şu koca camekânın her bir bölümüne bakıyorum da, denizden karşı kıyılara, gökyüzünden bulutlara birbirlerini tamamlayan canlı tablolara dönüşmüşler adeta. Ve bütün doğallığıyla camların üzerlerine sinmiş, yakışmış olan bu doyumsuz manzara, kendi hal lisanıyla sessiz bir anlatıma koyulmuş. Hangimiz kaçırmıyoruz bu güzellikleri, yetişemediğimiz bir vapurun telaşına kapılıp da.”

Aykut, bu sözler üzerine, genelde maviliğin hâkim olduğu bu nefis panoramaya bu kez daha bir dikkatli baktı. Bir uçtan diğer uca, bütün kıyı şeridini alıcı gözle taramaya başladı. Sahiden de tanıdık birkaç şaheser yapı, tarihi bugüne taşımanın gururuyla “ben buradayım” der gibiydiler. İşte Galata kulesi, Yeni camii, Topkapı Sarayı, Beyazıt yangın kulesi…

Ne kadar süreceği kestirilemeyen bir sessizlik oldu. Beklenen vapur da uzaklardan görüş menziline girmiş, şimdiden dikkatleri üzerine toplamaya başlamıştı. Aykut, kaçamak bakışlarla, onu, sezdirmeden izliyordu. Yaşlı adam bir ara, pantolonundaki özel cepten köstekli saatini çıkardı. Düğmesine basınca otomatik olarak açılan kapak Aykut’un ilgisini çekmişti. Vakti öğrenip de bakışlarını kadrandan kaldırdığında, Aykut’la göz göze geldiler. Yaşlı adam yine gülümsedi.

“Büyüklerinizden kullanan olmuş muydu bu türden bir saati?”

 “Hayır,” dedi Aykut. Kısacık cevabının ardından, bu kez kendisi sordu,

 “Saatinizi koyduğunuz böyle bir cebi ilk defa görüyorum. Özel olarak mı yaptırdınız?”

 

“Evet, hep böylesini tercih ettim. Ama yelek cebinde taşıyıp da, şık zincirini göğsünde bir aksesuar olarak kullanan insanlar daha çoktur. Ben ise, ısmarlama diktirdiğim pantolonlarıma, bu özel cebi hep yaptırdım.”

Hala elinde tuttuğu saatin camını, silmek bahanesiyle okşadı. Sonra da gümüş renkli metal kapağı özenle kapattı.

 “Çocukluğumda, sahip olmayı en çok hayal ettiğim şeydi bu saat. Rahmetli ağabeyimin hatırasıdır. Düğmesine basınca açılıveren kapakta parlayan o bir anlık ışıltı, hala ilk zamanlardaki canlılığında görünür bana.”

Yaşlı adam, kısa süreli bir dalgınlık hali içinde suskunlaştı… Bu arada, iskeleye yanaşmış vapuru son yolcuları da terk edince, bekleme salonunun kapıları açıldı. Anlaşmışçasına, birbirlerinden ayrılmadan yürüdüler. Vapura bindiklerinde pencere kenarındaki koltuklardan birine yan yana oturdular.

Nihayet, Eminönü’ne doğru yola çıkıldı. Üsküdar kıyılarından henüz ayrılmışken, o sevimli ve telaşlı halleriyle, martılar da peşlerine takılmakta gecikmemişlerdi tabii. Yine, ümit ve direncin eşlik edeceği tanıdık, uzun bir yolculuk daha başlamıştı onlar için. Kim bilir kaçıncı kez, hayat kavgası adına başlattıkları zorlu ve gerekli bir serüvendi bu da. Ve yaşlı adamın yine söyleyecekleri vardı genç arkadaşına;

“Martılar… Şair Can Yücel’in deyimiyle; “denizlerin sokak çocukları.” Ötüşleri bile çığlığı andıran, hüzün enginliğinin asi canları…Bilmem ki delikanlı, şu söyleyeceklerime inanacak mısın?”

Aykut, kendini; bu yeni tanıdığı, ismini bile bilmediği insanın yönlendirmesine bırakmıştı adeta. Bütün ilgisiyle,

“Buyurun, sizi dinliyorum.”

“Bence, martıların asıl işi insanlarla. Onların etrafımızda bu kadar hevesle dolaşmalarının amacı, sadece karnını doyurmak değil, bizlerle arkadaşlık.”

“Bence, martılar atılan simitlerin peşinde, bunu anlamak zor bir şey değil ki.”

“Belki benimkisi hayal… Ama martıların, balıkla da beslenebildiklerini de biliyoruz, öyle değil mi?”

“Evet ama, demek ki, bu iş onlara daha kolay geliyor, balık tutmaya nazaran.”

Yaşlı adam, düşüncelerine daha bir yoğunlaştığını hissettiren tavrıyla, cevabını vermekte gecikmedi.

“Yüzlerce kez kanat çırpmayı, o zor, ani ve ustalıklı manevraları yapmayı kolay mı sanırsın delikanlı? Biz onları, bir lokmalık simit ya da ekmeğe ulaşmanın kanaatkar çabası içinde sanırız. Ama onlar, vapurların yareni, yolcuların da gizli dostları olarak hayatlarını sürdürürler.”

Aykut, dakikalardır gidilen yolun artık sonuna gelindiğini, iskeleye yanaşmaya çalışan vapurun sarsıntıyla fark edebildi. Yeni karşılaşmış olduğu bir insanın sohbetinden bu kadar haz alacağını yarım saat öncesi hiç düşünmemişti oysa.

Tokalaşarak ayrıldılar.

Aykut, hem yürüyor, hem de, -keşke ismini sorsaydım, diye düşünüyordu... Birkaç adımdan sonra durdu, bir daha düşündü. Kısacık bir an sonrası; müşkülünü çözmüş insanların yürek rahatlığını hissetmekteydi artık.

 “Hayal baba olsun adı!” dedi. “Ona ancak bu yakışır, bana onu, bu isim hatırlatır,” diye karar aldı kendince. Sonra da yaşlı adam, az ötesindeymiş de ona sesleniyormuş gibi, bir kez daha, usulcacık,

 “Hayal Baba!..”diye tekrarladı.

Diğer Yazıları