En İyi Arkadaşım Neslihan, annesiyle içeri girdiğinde; sınıfın en uzak, en kötü yerinde yani cezalılar sırasında oturuyordum. Bir yanımda Bitli Seyfi diğer yanımdaysa Çiğdem vardı. Öğretmenimiz cici çocukları severdi. Yaramaz, pis ve hasta olanlar ise tüylerini ürpertirdi. Ne yazık ki hastalık kapma konusunda okulda, kimse benimle yarışamazdı. Zayıf, arkadaşlarıma göre gelişmemiş bir çocuktum. Öğretmenimiz, diğer çocukları bir hafta nadiren de on gün sınıfa almazken, beni ancak onbeş gün geçtikten sonra sokardı sınıfa. Ardından cezalılar sırasındaki dertli günlerim başlardı. İyileşmiş olmama rağmen kimse bana inanmaz, yanıma yanaşmazlardı. Eğer temizlik kontrolü yapılmışsa Bitli Seyfi de yanıma gelirdi. O zaman biraz rahatlardım. Bitli Seyfi, annemin poğaçalarını yerken ona uydurduğum korkunç hikâyeleri anlatırdım.
O gün, yani Neslihan’ı gördüğüm gün ise tamamen bir haksızlık yüzünden oradaydım.Bir hafta önce iflâh olmaz dalgınlığım yüzünden elma soymak isterken parmağımı doğramış, minicik parmağımı neredeyse ikiye bölmüştüm. Birkaç dikiş ve kocaman bir bandajla sınıfa girince; işte bu yaramı gören öğretmenimiz bunun da bir hastalık olduğuna karar vermiş; temizlik kontrolünden bir türlü geçemeyen Bitli Seyfi ile uzun teneffüste okulun bitişiğindeki Beylerbeyi Sarayı’nın bahçesinde yine Abdülhamid’i gördüğünü söyleyen Çiğdem’in arasına oturtmuştu beni. Aslında bu Abdülhamid konusu öğretmenlerin abarttıkları bir olaydı. Yoksa, biz çocuklar için sıradan bir şeydi. Hatta büyük çocuklar arasında birkaç kelime ettiğini duyanlar bile vardı. Bense konuştuğunu hiç görmemiştim. Tabii ki bu Çiğdem’inde ilk olayı değildi. Daha öncede denizden okulun bahçesine girmek isteyen Yunanlılarla çarpışmış, öğretmenler odasına bomba yerleştiren anarşistleri kovalamış, birkaç kere de ifritler tarafından kaçırılmıştı.
Bitli Seyfi ile Çiğdem yaramdan midelerinin bulandığını söyleyip, beni sıradan atmaya uğraşıyorlar; ben de onları beslenme çantamdaki yiyeceklerle ikna etmeye çalışıyordum ki; tatlı yüzüyle Neslihan içeri girivermişti. İri siyah gözleri, tombul yanaklarında gülünce ortaya çıkıveren gamzeleriyle Neslihan’ın iyi bir arkadaş olduğunu hemen anlamıştım. Ancak bulunduğum yerden kurtulup da kendimi ona nasıl gösterecektim bilemiyordum. Üstelik zavallılar sırasından biriyle arkadaş olmak ister miydi ki acaba?
Anlaşılan, En İyi Arkadaşım Neslihan doğuştan bir prenses kalbine sahipti. Ve ben daha hiçbir şey demeden, Feriha onu kandırmaya çalışırken beni fark etmişti. Geriden onları seyrediyordum. Feriha, kimselere ellettirmediği renkli kalemlerini, kokulu silgilerini ortaya çıkartmıştı. Bu kız, çocukların aklını çalabilecek her şeye sahipti. Canlı renkli şeyler, çikolatalar, sakızlar. Fakat o rengârenk bombardıman altındaki Neslihan bana dönüp dedi ki “Parmağına ne oldu?” Bir şeyler geveledim. Sevimli yüzü anlattıklarımla değişiyordu. Gözlerindeki acıyı, üzüntüyü görebiliyordum. Feriha bu işten hoşlanmamış, sıranın altından ayartıcı başka malzemeler çıkarmıştı. Ama Neslihan ona bakmadı bile. Yanıma yaklaşıp parmağımı tuttu. “Kim bilir ne kadarda canın yanmıştır?” dedi. En İyi Arkadaşım Neslihan işte o anda kalbime yerleşti. Hemen gidip, öğretmenimize benimle beraber oturmak istediğini söyledi. Böylece cezalılar sırasından da kurtardı beni.
En İyi Arkadaşım Neslihan’da benim gibi gürültülü, kalabalık oyunlardan hoşlanmazdı. Beraber kitap okuyor, hayaller kuruyorduk. Uydurduğum masalları, korkunç hikâyeleri severek dinliyor, annemin her akşam dikkatle incelediği beslenme çantamla da o ilgileniyordu. Benim sıkıcı, mıymıy yemek yiyişimin tam aksine o güzelce her lokmayı zevkle, tadına vara vara yerdi. Arkadaşlığımız kısa bir zamanda öyle bir hale gelmişti ki; bazen sanki çok eskiden beri birbirimizi tanıyormuşuz gibi gelirdi. Böylece okul çıkışında her zaman uğradığım yerlere de beraber gitmeye başladık. Her akşam yaptığım gibi önce ana caddede ki Mahmutoğlu Pastanesi’ne sonra da yanında ki Şen Yemişçi’ye uğradığımda artık yanımda En İyi Arkadaşım Neslihan’da oluyordu Önceleri çekinmiş gelmek istememiş; bayağı ısrar ettikten sonra utana sıkıla bana takılmıştı. En iyi arkadaşım Neslihan’ın pek parası olmazdı. Daha doğrusu ben onun şimdiye kadar bir şey aldığını hiç görmemiştim.
Serin bir bahar günü, okuldan çıkmış, İskele’de midye ayıklayanların yanında kuş lokumuyla iğde yiyorduk ki; hayatımın en büyük sırrını bir çırpıda En İyi Arkadaşım Neslihan’a söyleyiverdim. Gözlerini kocaman kocaman açtı. İnanamayarak “Gerçekten mi?” dedi. “Evet,” dedim. “babam bir devlet düşmanı!”
Evde bulduğum dergileri, kitapları, babamın konuşmalarını, evimize gelip gidenleri anlattım. Öğretmenimiz de bu kötü insanları bir bir tarif etmişti bize. Bütün deliller gösteriyordu ki babam da, güzel vatanımıza kast etmiş anarşistlerden biriydi işte. Bir müddet ikimiz de konuşamadık. Midyeciler işlerini bitirmiş, arsız kediler ortadan kaybolmuşlardı ki; En İyi Arkadaşım Neslihan ağlamaya başladı. Şaşırdım, benim için bu kadar üzülmemesini, bu acıların beni güçlendireceğini ilerde güçlü, kuvvetli, sağlıklı bir insan olup babamı devlete teslim edeceğimi söyledim. Ama o bir türlü susmuyordu. Parmağım tam iyileşmemişti. Bu yüzden de her hareketi yapamıyordum. Güçlükle cebimden mendilimi çıkartıp, yanaklarını ıslatan yaşları sildim. “Artık bu kadar üzülme.” dedim.Yüzüme baktı. O güne kadar böyle hüzünle bakan gözler hiç görmemiştim. Hızla jarse önlüğünün kollarını sıvadı. Yakasını çözdü. Eteğini sıyırdı. Çoraplarını indirdi. Bunları çabuk, alışkın hareketlerle yapıyordu. Her tarafı morluklar, kızarıklıklarla doluydu. Bir kaçının ne olduğunu anlayamadım. “Diş izi.”dedi.
En İyi Arkadaşım Neslihan’ın babası hep seyahatte olurdu. Ev ve üç kız çocuğu ile uğraşmak annesine kalmıştı. Bazen “Bağırmıyor musun? Çığlık atmıyor musun?” diye sorardım. Fakat artık alışmıştı. Yaralarını gösterirken “Bu çok acımıştı. Bunu hissetmedim. Bu da kötüydü.” diye anlatırdı. Her yaranın ayrı bir hikâyesi vardı. Bazen annesini kolunu dişlerken, yanaklarına tokatlar savururken hayal etmeye çalışırdım. Ama olmazdı. Günlerce En İyi Arkadaşım Neslihan’ı kurtarmak için ne yapacağımı düşündüm durdum. O nasıl beni kurtardıysa, ne yapıp edip ben de biricik arkadaşımı bu cehennemden çıkartmalıydım. Fakat Neslihan’ın annesinden ödü kopuyordu. Ve yaşadıklarını kime anlatsa ona inanmayacaklarından da emindi. Çocuklara kim inanır ki?
Nihayet bir yolunu bulup, bir gün Neslihanların evine davet ettirdim kendimi. Önce hiçbir şey yapmadan divanda oturduk öylece. Heyecandan konuşamıyorduk. Ona hediye ettiğim Polyanna’yı beraberce okurken, annesi yanımıza gelip “Çarşıya iniyorum. Sakın yaramazlık yapmayın.” dedi. Kapının sesini duymamızla ayaklandım. Tam o anda Neslihan’ın kardeşi Songül kapıda belirdi ve sinir bozucu sesiyle “Annem, yanınızda durmamı söyledi. O gelene kadar burada oturacağım” dedi. Neslihan’ın korkudan yüzü sararmıştı. Belli ki iş bana kalmıştı. “Songül’cüğüm,” diyerek yanına yanaştım. Yıllarca yalnız kalmak insana bazı güçler kazandırır. Kalabalıkların garipsediği, çözemediği bazı yetenekler. Bunlardan ben de nasibimi fazlasıyla almıştım. Hemen o anda sonunu bilmediğim bir oyun uydurdum. Oyunu dinleyen Songül çıldırdı. Heyecandan ellerini çırpmaya başladı.
Oyunu kazanabilmek için yapılması gereken bazı işler vardı. Ve bunlar sizin de tahmin edebileceğiniz gibi hemen yapılabilecek şeyler değildi. Songül ilk bölümü bitirmeden, ben oturduğumuz küçük odayı, mutfağı, tuvalet ile banyoyu gözden geçirmiştim bile. Neslihan heyecandan tırnaklarını yiyor, bundan vazgeçmemiz için yalvarıyordu. Songül salondan koşarak odaya girdiğinde, ben hâlâ nefes nefeseydim. Hemen ikinci bölümü uydurdum.Onu küçük odaya sokup, salona geçtim. Orada da bir şey bulamadım. Fakat aniden bir ses, kulağıma aradığım şeyin misafir odasında olduğunu söyledi. Misafir odasının kapısına asıldım. Açılmadı. “Orası hep kilitlidir!” dedi Neslihan. Güçlükle nefes alıyor; Songül’ün her şeyi fark edeceğini, annesinin de birazdan bizi yakalayacağını söyleyip duruyordu. Anahtarı sordum. Neslihan ağlamaklı bir sesle “Bizim oraya girmemiz yasak” dedi. Artık iyice emindim. Kötü kalpli kadını suçlayabileceğimiz her şey burada saklıydı. Zaman geçiyordu. Songül’ün gürültüleri bulunduğumuz yere kadar geliyordu. Hevesle çalıştığı belliydi. Ve az bir zaman sonra da mutlulukla yanımızda bitiverecekti. Yeniden anahtarı sordum. Bağırdım, çağırdım. Neslihan, sonunda ağlayarak salondaki vitrinin çekmecesinden anahtarı çıkarttı. Kapıyı açtı. İçerisi karanlıktı. Burnumu yakan bir kokusu vardı. Belli ki fazla havalandırılmıyordu. Odada olağandışı pek bir şey yoktu. Bildik çirkin, oymalı mobilyalar-ki üstleri örtülüydü- geniş yemek masası, ıvır zıvırla dolu bir vitrin, içinde televizyon ve altta bir video. Sehpaların, masanın üstünde de küçük -büyük onlarca koli.
Bugün bile o günü hatırladığımda, yaptıklarımın nedenini hâlâ anlayamıyorum. Nasıl bu işe başladım? O ses neydi? Neden odaya girmek için o kadar ısrar ettim? Bunlar benim içinde sırrını koruyan şeyler. Çabuk çabuk masanın üstündeki kolilerden birini açtım. Neslihan küçük bir çığlık attı. Yeniden yalvarmaya başladı. Ama onu dinlemedim tabii ki.
Kutunun içinde video kasetleri vardı. Başka bir tane daha açtım. Onda da aynısı vardı. Başka bir tane daha. Bir tane daha. Hepsinde de kasetler vardı. Yeniden başa döndüm.İlk açtığım kutunun içinden bir kaseti çekip çıkarttım. Üstünde ‘Die kleine unartige Hase’ yazıyordu. Yanındaki kutuya baktım. Onun içindekilerde de "Die warme Nachte” yazılıydı. Hemen “Die kleine unartige Hase”yi videoya takıverdim. Neslihan artık titremeye başlamıştı.
İki örgü yapılmış uzun sarı saçlarıyla, iri yarı kadınlar belirdi televizyonda. Kahkahalar atarak, şato gibi bir yerde aptal aptal hoplayıp zıplıyorlardı. Onca uğraşının, sıkıntının ardından ulaştığım şey kocaman kadınların anlamsız oyunlarıydı. Hayal kırıklığım gerçekten de çok şiddetliydi. Derken birden şatonun kapısı gümbürdedi. Kadınlar çirkin sesleriyle bağırmaya kendilerini yerden yere atmaya başladılar. Bizde korkudan olduğumuz yerde sıçradık. Büyük tahta kapı kırıldı. İşte tam da o anda tiz, hayvansı bir çığlık duyduk. Ses kontrolden çıkmış bir haldeydi. Ve sanki hiç susmayacak gibiydi. Neslihan’ın annesi kapıdaydı ve şimdiye kadar duyduğum en korkunç, en berbat sesleri çıkartıyordu. Olacakları beklemeden dış kapıya doğru koştum. Kaçıp, canımı kurtardım.
Ertesi gün Neslihan sınıfa gelmedi. Akşama doğru annesi, her zamankinden daha da süslenmiş olarak sınıfa girdi. Öğretmenimizle uzun uzun konuştu. Zil çaldığında, yavaş yavaş çantamı hazırlıyordum ki öğretmenimiz “Yarın annen okula gelsin” dedi. Uzun zamandan sonra ilk defa beslenme çantam ağzına kadar dolu bir şekilde eve döndüm. Ertesi gün, annem okula geldi. Sessizce öğretmenimizi dinledi. Akşam evde babama “Artık buna dayanamıyorum!” dedi. Başörtüsünü hırsla yere fırlattı.Neslihan ancak bir hafta sonra sınıfa gelebildi. Öğretmenimiz, sıradan beni kaldırıp yerime Feriha’yı oturttu. Yeniden cezalılar sırasındaki çileli hayatıma geri döndüm. Fakat üzgün değildim. En iyi arkadaşım dönmüştü ya. Gerisi çok da önemli değildi. İlk teneffüste hemen arkadaşımın yanına gittim. Konuşmaya başladım. O yokken olanları anlattım. Beslenme çantamda çok sevdiği üzümlü keklerin onu beklediğini söyledim.Ama o bana cevap vermedi. Sadece Feriha ile bahçeye dışarı çıkarken, artık bundan sonra benimle konuşmayacağını söyledi. Annesi benimle arkadaşlık yapmasını yasaklamış.
İşte bu yüzden o günden beri, yıllardır yeni tanıştığım insanların gözlerinin içine dikkatlice bakıp, En İyi Arkadaşım Neslihan’ın gözlerinde gördüğüm o acı ışığı yeniden görmeye çalışıyorum. Bazen bir şeyler gördüğümü sanıyorum ama sonunda hep yanılıyorum.
(2004)
Bu öykü, Gülçin Durman’ın, Kent Masalları adlı öykü kitabında yer almaktadır (İlke Yayıncılık, İstanbul 2004, sayfa 68)