Menu
ELLERİNDE ÇOĞALAN
Öykü • ELLERİNDE ÇOĞALAN

ELLERİNDE ÇOĞALAN

Yürürken eski patikada, suyun rengi yoktu. Ağaçların dallarını araladı. Suyun rengi yoktu. Otlar henüz kurumamıştı, gölgesi derindi, usulca çiğnedi, gölgenin de rengi yoktu. Devam etti. Şehre mi girdi, köye mi, kasabaya mı ayırt edemedi. Yürüdü, geçitlerden geçti, kemerleri izledi. Yönetimlerin, sınırların haberdar olmadığı bir avuç toprağa bırakılan bir avuç insanla karşılaştı. Yüzler gördü. Hepsi birbirinin aynı. Yüzler aynı ama eller değil.

Bunu ne zaman fark ettim. Şehrin, köyün, kasabanın ikinci ağacının yaprağını araladığımda bir el daha tutmuştu aynı dalı. Gözlerine baktım, renksizdi. Ellerine ikinci defa indirdim gözlerimi. Daha dikkatli baktım. Parmaklarına kadar karalanmış, elinin üstündeki eğri büğrü harfleri tanıdım. Damarların gölgesine sığınan kelimeler vardı. Belki yasaklı belki ağıt. Üç defa yazılan, hiç yazılmayan, yazılmaya niyet edilip nokta olarak bırakılan. Ne oldu da vazgeçmişti. Hangi harften başlayacaktı, hangi ses olacaklardı. Gözlerine baktım, ona da sordum. Elindeki taşı ne zaman kaybettin?

Baş parmağını kıvırıp avucuna sakladı. İlk defa gördüğü birine her şeyi anlatacak değildi. Böyle bir sorunun ne yeri ne zamanıydı. Haklıydı, sonuna kadar. Başımı yere eğdim, bir daha gözlerine bakamazdım. Onda bir kıpırtı olmadı. Gece uzadıkça uzadı. Ay, gökyüzünün kenarındaki kristal şekerlik. İri bir bulut, ışığa set çekti. Ona dair gördüğüm son şey olan elleri de karanlığa karıştı. Zifiriyi zaten bilmiyor muydum? Nefes de mi almıyordu? Karanlığa gizlenmenin verdiği güvenle gözlerime bir yol aradım. Bakışlarımı gezdirdiğim yer bileği olmalı, yukarıda dirsek kemikleri belirgin, omzundaki geniş kavis derin bir çukurla birleşir, boynu muhakkak tek elimin saracağı kadar ince, biraz uzun. Bulut çekilirken ay ışığında yüzünü bir kez daha görebildim. Ben onu izlerken kaşlarının üstünde iki çizgi pek de yavaş olmayarak belirdi, gözleri büyüdü, dalı bırakıp gövdenin diğer tarafından dolaştı. Hızlı adımların sesi suya karıştı. Peşimizdeki her kimse beni bırakıp belki boşverip ya da hiç dikkatine almayıp onun ardından gitti.

Bu şehirde, köyde, kasabada gün yoktu, saatler yoktu, geceydi. Belki ay takvimine göre hesaplar yapılıyordu. Ben ne zaman doğmuştum, burcum neydi. Varlığın peşindekiler gibiydim, rastgele dolaşmıyordum. Kurt uluması, tahtakurusu, kelebek kanadı, giz hangisindeyse oraya seğirtiyordum.

Suyu takip ediyordu. Suya basınca aynı sesi çıkaran ayaklara aldanıp kendine yeni şehirler buldu. Meydanlarına heykel dikili, ağacına çaputlar düğümlü, çeşmelerine bilmediği harfler yazılı, yakasında tılsım taşıyanların yaşadığı şehirler. Hiçbirinin evinde ayna yoktu, yüzleri aynıydı hepsinin. Geçerken ellerine bakıyordu, birini bile gözden kaçırmadı, çarşı yeri, kahve önü demedi, ötekinin parmaklarını tuttu, berikinin avuçlarından medet umdu. Bu ellerin birinde olmalıydı.

Bir şey daha vardı dikkatini çeken. Ne yaparsa yapsın kimse ona kendi şehrindeki gibi bakmıyordu. Öyleyse yüzünden cerahatler akmıyor, ellerinden veba bulaşmıyordu. İnandı. Bir kamyon dolusu suçu getirip üzerine boca etmediler. İnandı. Aksine karşısında küçüldüler, yüzlerini başka yöne çevirdiler. İnandı. Dik dik bakan yoktu, yabancı gözlerde kendini görmedi. Büyüklüğüne inandı. Mahcubiyetleri ağzının suyunu akıttı. İki metre önünde, sahibinin her adımında idam suçlusu gibi sallanan kolu izliyordu. Sol elinin üstünü kaşıdı. Dolunaydan beri peşindeydi. İki adım atıp hoyratça uzandı. Avucuna aldığı eli çekinmeden evirip çevirdi, duvarların ortasında kahkahasını duyurdu. Yaşayanlar bu sesi biliyorlardı, kapılarını sıkı sıkı kilitleyişleri, mumlarını söndürüşleri, nefeslerini tutuşları bundandı. Karşısındaki yüz tanıdık gelmedi, göz oyukları kafatasını andırıyordu. İskeletse işlediği günah kendine bir vücut bulup boğazına yapıştı zannetti. Gözleri büyüdü, karanlıkta beyazları daha da belirginleşti. İlk iş kaçmaya yeltendi. Kaçamayacağını kabullenince bırakması için yalvardı, diğer eliyle iterek zorla kurtulmaya çalıştı. Bir süre daha izledi iskeleti. Ayaklarının dibinde çaresizce kıvranması derisinden içeri sızıyordu. Gözleri kısılırken birden çekti elini, iskeletin kolu havada savruldu. Elinin üstünü hızlı hızlı kaşırken oradan uzaklaşıp karanlığa karıştı.

Aramaktan sıkılmaya başlamıştı. Yine de rastladığı her eli gözetlemekten vazgeçmedi. Biri bir çuvalı boğazladı, biri heykelin dibine yem attı, diğeri perdeyi araladı, kıvrımlı parmakları gölgeye saklandı, bu eller çok küçüktü, bunun üstünde yazı yoktu, bununki nasırlaşmıştı, nasır olmazdı; öbürü iğneyi gözlüyordu, olmadı, ikinciyi denedi, iyi görmüyordu, yaşlıydı, o geceki gözler değildi; başkası bir kibrit yaktı, çırayı tutuşturdu, oduna giderken eli açıldı, üzerinde bir şeyler yazıyordu, noktalar vardı.

Kalbim. Var mıydı?

Yıkıldı yıkılacak bir duvarın ardına sindi. İki taş düşmüştü duvardan, belki üç, oradan izledi. Bildiği dualar yoktu, fısıltıyla tekrar eden sözler duyuyordu. Ben değilse kim. Hayır. Sesin olmamalı, dua etme. Kulaklarını avuçladı, tırnakları etine geçti, kanı elinin ayasında toplanıp oradan kulak zarına süzüldü.

Bulduğunu zannettiğinde, bulamadığında ürküp koşmaya başladı. Sesler buğulu, boğuk. Belirgin olan sadece bir çınlama. Kulaklarındaki enine çizgilerden kan sızdı. Durmadı. İnce bir patikaya saptı, dağ yoluydu, yokuş aşağı inerken ayakları birbirine dolanıp çözüldü. Ağaca yaslandı, devam etti, başka bir ağaca çarptı, devam etti. Uzun sürmedi, bir yol daha kesti önünü. Rüzgâr daha sert esti. Bütün çınlamalar, bütün sular, bütün bulutlar buradan geçiyordu. Demek bulutlar bu şehri hâlâ zifiri yapıyor. İkinci ayrımda tereddüt edince sendeledi, bir taş toza karıştı, bacakları uyuşuktu, yere yığılmadığına şaşırdı. Ayaklarına baktı önce. Engel olamadığı titreme oradan yayılıyordu. Ellerini dizlerine dayadı, durmuyordu.

Soluklanayım, diyorum, ciğerlerim yanıyor.

Dağın, bozkırın, çölün, her neresiyse onun ortasındaydı. Soluk alamıyordu. Ne duayı ne çınlamaları duyabildi. Duayı artık kimse tekrarlamıyordu. Vücudunun gevşediğini, sarsıntının azaldığını hissetti. Gizlice aldı nefesini. Bulutlar yürüdü ayın önünden. Yerde boylu boyunca gölgesi uzandı. Yanında koca bir ağaç, onu da gölgesinden tanıdı.

Dallarını tutmuş muydum. Kim bilir, geçmiş miydim buradan.

İleride ışıklar oynaşıyordu. Gözlerini kısıp baktı. Hiç olmazsa bir çağıltı. Nasıl böyle sakin akar ormanda su. Rengi de yok. Başı önüne düştü tekrar. Aldığından fazla nefes verdi. Bekledi, bekledi. Orada öylece beklerken kaşları çatıldı. Dişlerini sıktı. Elini yumruk yapıp bacağına vurdu. Ayağı boşta olsaydı seğirirdi. Yarısı gölgede, yarısı ay ışığında kalan baş parmağına baktı. Gözleri büyüdü. Silkeledi elini hızla.

Böcektir. O kadar ormandan geçtim. Rüzgârla gelmiştir, rüzgâr sert esiyordu, yaprağına tutunamayan bir tırtıl, kurt, karınca şu ağaçtan düşmüştür.

Eline bakmakta tereddüt etti. Baş parmağını avcuna sakladı usulca. Kendinin bile haberi olmadan yaptı bunu. Bütün parmaklarına sırayla tırnağını bastırdı. Sonuncuya gelince kulağının yanından hızla geçen öldürücü demir korkusunda açıldı gözleri. İşte, o hareketi kendisi de yapmıştı. Ağacın yanındaki silüetin yaptığını. Kimseye fark ettirmemesi gerekiyormuş gibi elini arkasına saklayıp baş parmağını yavaşça dışarı çıkardı. Göğsünden tırmanan yakıcı his boğazına dayandı. Zihnini kontrol altında tutmalıydı. Yürüdüğü her adımda hızlandı. Burnundan soluyordu. Tırnaklarını ısırdı, etlerini soydu, kanattı, parmaklarını ağzına tıkıştırdı, nefes alamıyordu, çenesini sıktı, yakasını çekiştirdi, yetmedi, asıldı iyice. Avazı çıktığı kadar bağırdı. Aynı anda boydan boya yırtıldı kazağı. Ses yankılanmadı.

Kalp atışları hızlanıyordu. Sesim bir yere çarpmadı o yüzden ve ben belki de. Hem burası uçsuz bucaksız, tamamen boş. O yüzden.

Parmaklarını saçlarına geçirdi. Yağlı, yapışkan bu şeye dokununca elini çekti. Dudaklarını dişleri arasına kenetledi. Bağırmayı denemeyecekti, eline bakmayı da. Rüzgâr yüzünü yakıyordu. Burnu aktı, başını göğe çevirdi, gözlerini kıstı yine de taştı kirpikleri. Zamanın olmadığı yerde hiçbir şey yapmadan ne kadar bekleyebilirdi. Kendini bıraktı. O kadının fırlattığı çuval gibi savruldu. Bir taşa denk geldi, avucuna aldı, parmaklarını teker teker araladı. Elini ışığa doğru kaldırırken bir hıçkırık çözüldü. Ayağına takılan taşın yuvarlandığı yerde düştü omuzları. Gözlerini sımsıkı yumdu. Koluyla yüzünü sildi, yüzü toprağa bulandı. Dizlerinin üstünde sürüne sürüne suya doğru ilerledi. Taşı kaybetmişti. Elini suya daldırdı. Oradan hiç çıkarmasa olurdu. Özenle yıkadı, geçmedi. Kanatana kadar kaşıdı, geçmedi, derisini yüzmeliydi.

Neden sonra duruldu. Suyun rengi yoktu. Elindeki karartıyı görebiliyordu. Bildik harflerden yasaklı bir kelime. Kaçacak yeri kalmamıştı. Gözlerini kapadı. Saklandığı yerleri hatırladı. Köyleri, kasabaları, şehirleri, buraya kadar nasıl geldiğini, gizlenirken şahit olduklarını. Karanlık elleri, kelime sahibi yüzleri. Silemediği kelimeyi düşündü. Ağır ağır suya eğildi. Suyun serinliğini hissetti, yaklaşmıştı, elleriyle çimleri ezdi, sıkı sıkı tutundu, bir önemi kalmamıştı, vazgeçti. Gözlerini araladı. İrkildi. Burun burunaydılar. Gözleri renksizdi.

Feyza

1995 yılında Sinop’ta doğdu. Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesinden mezun olduktan sonra Ondokuz Mayıs Üniversitesinde dilbilim ve Türkçe eğitimi alanında yüksek lisans yaptı. Türkçe öğretmeni olarak görev yapıyor. Yazdığı öykü ve denemeleri Söğüt, Post Öykü, Hece Öykü, Geçerken, Daima Edebiyat ve Edebice dergilerinde yayımlandı. Halen Söğüt dergisi yayın kurulunda editoryal faaliyetlerini sürdürüyor. Anlatı sanatının bir diğer dalında, çizimleriyle farklı ifade yöntemleri ortaya koymayı amaçlıyor. Çizerliğini yaptığı çocuk kitaplarıyla birlikte kapak tasarımı ve dijital eserleriyle de grafik alanında çalışmalarına devam ediyor.

Daha fazla görüntüle