M. Aysoy’a
-Şuna bak!
Hikmet’in cümlesi bitince dili dışarı sarktı, suratı kıpkırmızı kesildi, elindeki feneri düşürdü, kendi etrafında dönerek içini boşaltacağı bir nokta aradı, iki üç adım atıp dizlerinin üzerine eğilip öğürdü. Kuru çamurdan bir duvar durmaksızın yağan muson yağmurunun etkisiyle erimişti sanki, her yerde su buharı, böcek sesleri. Hikmet’i öğürten manzaraya bakmak için yürüdüm, botlarla gezmek kötü bir seçim, ayağım çamurlara batmaktaydı, çıplak ayaklıların neden daha atik hareket edebildiklerini anladım. Aslında bir kapının olması gereken boşluğa dikildiğimde pis, sıcak bir koku yüzüme vurdu. Az önce gördüklerimden farklı olmayacağına inandığım bir manzaraya alıştırdım kendimi. Öyle değildi. Yetmişli yaşlarda keçi sakallı zayıf mı zayıf bir ihtiyar, kucağında en fazla iki buçuk yaşında gürbüz bir kız çocuğu. Pala darbesi adamcağızın tam boynuna inmişti, boynundan aşağı oluk oluk akan kan torunu olacak çocukcağızın ağzına doluşmuştu. Torunu olmalıydı çünkü bir insan ancak evladını böylesine çaresizlikten utanan bir şefkatle kucaklayabilirdi. Çocukcağızın bağırsaklarını dışarı salan güçlü pala darbesi nasıl bir kinin timsaliydi ki. Adamcağızın yüzündeki ironik ifadeye bakarken “sizin en büyük düşmanlarınız” ayeti aklıma geldi. Titredim, ağlamak istedim, içimdeki şaşkınlık içimdeki şefkatten daha güçlüydü. Cebimde bir fotoğraf makinesi olduğu anlaşılmayan kalemi önümdeki aşağılık manzaraya dikecekken ardımdaki eşlikçilerimizi fark ettim. Gayemden vazgeçtim. El fenerini odanın içinde gezdirmeye başladım, bakır kaplardan birinde bir tavuk ölüsü, oyuk duvarlarda yosunlanmalar, yerden üç karış yükseklikte delik biz bez torba ve deliğin ağzında inci gibi parlayan pirinç taneleri. El fenerimi rafın üzerine tutup Muhammed lafzına rastlayınca kendimi tutamadım, hıçkırdım. Lafzın yanında muhtemelen bir kömür parçasıyla özensizce çizilmiş Kâbe tasvirini görünce dizlerimin bağı çözüldü. İşte o an bir iki adım ötemde yatanların acısı içimde sürekli su dolan bir balon gibi büyüdü ve taşarak şaşkınlığı, yorgunluğumu, çaresizliğimi, hesapçılığımı boğdu. Dedem ve kızımdı sanki iki adım ötemde yatanlar. Çamurda sürünerek cesetlerin başına gitmek kanlı boyunlarını, dudaklarını, ellerini öpmek istedim. Vücudumdaki her bir gram yağdan utandım, sırt çantamda açlık tedbirlerimden, bisküvilerden, minik konserve kutularından, haplardan, çikolatalardan… Dizlerime yapışmış çamurdan utandım, ülkemin zenginliğinden, pirinç torbasının deliğinden, kolektif umursamazlığımızdan. Daha beteri duvardaki lafızdan utandım. Bizler ütülü gömlek ve araba muayenesi derdindeyken, onlar bir avuç pirinçle Kâbe yolları hayal ediyorlardı. Hikmet’in elini omzumda hissettiğimde yüzüne baktım, karanlık içerisinde başıboş bir ayrıntı gibiydi, el fenerini yüzüne tutunca onun da ağladığını gördüm. Elimdeki feneri duvardaki lafza ve Kabe tasvirine tutunca dayanamadı, ince ince sızan yaşları hıçkırıkları ile titremeye başladı. Bana sürekli Amerikan komedi filmleri armağan eden ve en büyük zevki oyun konsollarının başında saatlerce oynamak olan bu neşeli insan şimdi avuçlarına ateş almış bir çocuk gibi acıyla yanıyordu. Eşlikçilerimiz odaya girerken eliyle omuzlarıma dokunup beni teskin etmeye çalıştı. Gözyaşları kalın dudakları üzerinde dağılırken dilinden hıçkırıkları ile ahenklenen bir “Hasbinallah ve niğmel vekil” çıktı.
Duvarların arasından çıktık. Gözyaşlarımıza anlam veremeyen eşlikçilerimizden İngilizcesi iyi olana “Askeri tedbirler konusunda tecrübenizden bahsettiniz, ama neden bu olaylara engel olmadınız?” diye sorduğumda Hikmet onları sorgulamamam için dirseğiyle sırtıma dürttü. Başındaki subay şapkasını çıkaran eşlikçi gülümsedi. Pis, sararmış dişlerinin arasına bir sigara sıkıştırdı. “Sizler yardım gönüllülerisiniz, gazeteci değilsiniz!” diye alaycı bir cevapla karşılık verdi. Kime ne soruyordum ki? Ben Hikmet’in uyarısıyla yeni bir soruya girişmeden kısa boylu eşlikçi çekik gözlerini ovuşturarak “Sizlere etrafı gezdirmemiz bile büyük bir iyilik, normalde buraları teftiş gibi bir hakkınız da yok”, dedi. Hikmet araya girerek, “buraları görmeliyiz ki yardım kampanyalarını daha bir ateşle yürütelim, insanlar Arakan halkına yardım konusunda daha cömert olsunlar, yardımlarınızdan herkese bahsedeceğiz” dedi. Çantasından birer paket Amerikan sigarası ve renkli bir çakmak çıkararak eşlikçi askerlere uzattı. Kısa boylu olanı çikolata da talep edince birer paket çikolata uzatan Hikmet kızarmış gözlerine yakışmayan yapmacık bir gülümsemeyle yardımları için tekrar tekrar teşekkür etti.
Önümüzde uzanan yola girdiğimizde dün bu vakitlerde yaşananları düşündüm. Çığlıklar, kaçışan insanlar, kendi canlarını mı, yavrularının akrabalarının canlarını mı kurtaracağını şaşırmış insanların çaresiz haykırışları, talan edilen evler, pala ve mızrak darbeleri, anlamsız gözlerle bakan çocukcağızlar, yağmur suyuna karışan kan… Eşlikçilerimiz karşılaştıkları bir askere Hikmet’in kendilerine verdiği sigaradan uzattı, gülümsediler. Böylesi bir kan ve çamur deryasında akıllarını korumak bir yana bir lunaparkın renkleriyleymişçesine mesut insanlar. Birer suçlu ya da birer hain gibi utanmaları gerekirken muzaffer göğüs gerişler, kahkahalar, şakalaşmalar. Hikmet’in işaretiyle sağımızdaki çalıların iki metre kadar içine sürüklenmiş çıplak bir kadın cesedi… Cehennem şeref sahibi bir yer, ateş bütün alçaklıkları, insanın o ifsadçı, o şeytana armağan ettiği yönlerini yakıp temizleyen candan bir dost! Kesilmiş ve dudakları, burnu yenmiş bir delikanlı kafasıyla oynayan iki kara köpek. O dudaklar kaç kere salavat getirdi, o burundan kaç tesbihat için nefes alındı. Önümüzde yürüyen eşlikçilerimize “Ne olur bize kazma kürek bulun ve bir yer gösterin, bari şu ceset parçalarını gömelim” dedim. Kısa boylusu, içine şeytan girmiş bir bedbahtın kara, şiddet dolu bakışlarıyla “çok oluyorsunuz, siz sadece buraları inceleme yetkisine sahipsiniz ve canlı kalan herkesin tahliye edildiğini görmekle mükellefsiniz” deyince sustum, Hikmet kulağıma “ileri gittiğimi, bunların insan yüreği taşımadığını anlamam gerektiğini” fısıldadı.
“Kampa girdiğinizde sadece uluslararası yardım gönüllüleri, askerler ve doktorlar ile konuşabilirsiniz, yerli halkla herhangi bir konuşma girişiminin cezası kamptan derhal uzaklaştırılmaktır, umarım anlamışsınızdır”, dedi kısa boylu eşlikçi asker. Hikmet ve ben tedirgin bakışlarla kafamızı öne eğerek “anladığımızı” ifade ettik. Hikmet gizlice yarısı yanmış bir kadın cesedinin fotoğrafını çekerken Kur’an’daki insan tanımlarını düşündüm. İfsad edici, düzenleri bozucu, yurttan çıkarıcı, kan dökücü sürüler… Allah’ın verdiği şerefi kinle, palalarla, tüfeklerle değiştiren, en güzel ayet olan İmanı beş para etmez hayvanca tutkularla değiştiren şaşkınlar sürüsü. İçlerindeki şeytanı ne bebek çığlıklarının, ne genç kız yalvarışlarının ve ne de anne baba telaşlarının susturamadığı, kanla ve hınçla beslenen hainler. Eninde sonunda buradan gidecektik. Bu insanları, dilleri dualı ve ne dünyaya ne ahrete dair ellerinde birer kömür parçasından başka bir şeyi olmayan bu garibanları kimlerin eline bırakacaktık? Tüm dünyayı yardım diye toplayıp önlerine yığsak hangi acılarını dindirebilir, hangi dehşetlerini hafızlarından silebilirdik. Biz rahat insanların tüm gündelik telaşları, evlerimiz, diplomalarımız, periyodik muayenelerimiz, banka hesaplarımız, pizza siparişlerimiz, deterjan kokularımız… Dünyamıza dair her şeyin toplamı bu kanlı manzarada ırzı beş tane düşman tarafından tasallutta olan bir bakire kızcağızın bir feryadından daha mı değerliydi. Hangi telaşımız daha kakasını tutamayan bir bebeğin karnına inen palanın ışıltısından korkunçtu. Trafik sıkışıklığına lanet ederken kopmuş başımızı köpeklerin, kurtların kapıştığını hayal edebilir miydik?
Hikmet büyük bir ustalıkla kimseye sezdirmeden çeşitli fotoğraflar çekerken hava dakikalar içinde acı acı ısınıyor; kanlı, acılı, çığlıklı, hırıltılı, aymaz ve hınçlı nem buharları göklerde yeni bulutlara dönüşecek, buradan alınan acı uzak diyarlarda hayat olacak. Sincap maymun melezi hayvanlar daldan dala atlarken yürüyoruz. Yol kenarında akan bulanık sular, delik deşik toprak, toprağa gömülmüş bir kılıç sapı. Mermiyle, bombayla bile öldürülme şansı olmamış, ölümü en alçak, en adi, en ilkel haliyle hissetmiş garibanların iman dolu yurdu. İmanın bedelinin kan olduğu kara mı kara bir çağ.
Kamp birkaç dakika sonra beliriyor, üzerinde cılız bir duman ince ince bulutlanıyor. Alana yaklaştığımızda askerlerin eşlik ettiği başka uluslar arası kurumlara mensup insanlara rastladık. Ömürleri beyaz gerdanlara dudak uzatmakla geçmiş birkaç batılı şizoik tutumlarla saçlarını, yüzlerini avuçluyordu. Kamp dediğimiz yer kaçan, tek dertleri yaşamaktan ziyade yavrularını, yaşlılarını yaşatmak isteyen birkaç ince insanın titrekçe umut aradığı çamurlu bir arenaydı. Eşlikçilerimiz bize durmamızı söyleyip yanlarına gittikleri iki adama bizi işaret ederek bir şeyler anlattı. Ardından yanımıza gelip kampa girmemizin yasak olduğunu, kampın girişinde ayrılmış olan kulübede yetkililer ve diğer yardım görevlileri ile konuşabileceğimizi söylendi. Daha fazla kimse ile muhatap olmamaya çalışarak kulübeye yöneldik. Kulübeye girdiğimizde içerdeki pis sigara atmosferi ağır bir et kokusu ile bulanmıştı. Birisi saçkıran olmuş iki asker ekmek ve et konservesinden müteşekkil kumanyalarını yiyorlardı. Kulübe yaklaşık otuz metrekarelik derme çatma ahşap bir binaydı. Duvarda ülkenin diktatörünün yerel kıyafetli bir fotoğrafı ve fotoğrafın yanında da eli göğsünde bir Buda resmi vardı. Hikmet kulağıma askerlerin yediği konserve kutusuna dikkat etmemi fısıldadı. Domuz resimleri! Tıkınmakta olan askerlerden birisi önündeki formları Hikmet’e uzattı ve kafasını geriye atarak bu formları doldurmamız gerektiğini söyledi. Hikmet “Bu formlar Burma dilince ama” deyince bir iki adım ötede elindeki bir dosyayı karıştırmakta olan siyahi bir adam yanımıza yanaşarak selam verdi. İngiltere vatandaşı ve Clark ismini kullanan bu kişi Pakistan merkezli bir yardım kuruluşu adına raporlama adıyla buradaydı. Formları doldurmamıza yardım etmeye çalışırken Müslüman olduğunu da ekledi. Gördüklerimizden bahsetmeye başladığımda gözleri doldu, kendisinin de benzer manzaralar gördüğünü ekledi. “Ne yapmalıyız?” diye sorduğumda başını çaresizce sağa sola çevirdi. “Gelen yardımlara ordu el koyuyor, bakın şu form güya ihtiyaç listesi ve İngilizce.” Formu elime alıp baktığımda postaldan, konserve açacağından, yün içlikten ve çakıdan bahsedildiğini görünce şaşırdım. “Para yardımlarının bir kısmına hükümet el koyuyor, bir kısmını da Budist vakıflara gönderiyorlar. Bir nevi ödül! Eşya yardımlarının hepsi de orduya. Ben bu şekilde rapor edeceğim.” Hikmet elindeki formu Clark’a doğru uzatarak “Ya kamptakiler?” diye sordu. “Kamptakiler bu bölgedeki en zayıf insanlar, çoğu yaşlı ve çocuk. Genç kızların çoğunun ırzına geçip öldürdüler, bir kısmını da organ ve seks mafyasına satmak için iç kısımlara götürdüler. Organizasyonu bizatihi Budist subaylar yapıyor. Kaçabilenler Bangladeş’e sığınabildiler. Oradaki kamplara yardım ulaşabiliyor ama burada yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Emin olun içerideki sağlıklı insanları da organ mafyasına satacaklar. Rastlarsınız, kimi Taylandlı doktorlar var ellerinde şırıngalarla gezen. İsrailli ve Amerikalı kimi sağlık gruplarına doku raporu sunuyorlar. Yapacak bir şey yok.” Dolan gözlerimle “Bunu neden yapıyorlar Clark” dedim. “Olaylar bir tecavüzle başlamış söylenene göre ama bir nevi dini ritüel aynı zamanda bu. Bir tanrıları var ve ona güya bu şekilde kurban veriyorlar. Ben böyle bir ortamı asla görmedim inanın,” dedi. Hikmet ve Clark formlarla uğraşırken dışarı çıktım. Kampa gözlerimi dikince ayakta durmakta zorlanan bir ihtiyarın rükuya eğilmeye çalıştığını gördüm. Birkaç adım attım, hayatımda daha önce hiç görmediğim güzel mi güzel bir kuş önümdeki bir dal parçasının üzerine kondu. Şiirlerde okuduğum insanın sevimliliğine ve umudun yüceliğine dair bütün mısralar hafızamda kayboldu. Her şeyin sonunun geleceği zaman içerisinde bugün gözümde, insanlık denen ve merkezinde vicdan bulunan o şeyin artık yeryüzünde yaşamadığını kanıksadığım gün oldu. Kulübenin sağ arka tarafındaki düzlükte askerler pis bir topu tekmelemeye başladı. Bir an önce Kuala Lumpur’a dönüp aileme, arkadaşlarıma, herkese gördüklerimi anlatmak, sonra da kimsenin bana ulaşamayacağı bir noktaya, bir ormana, bir mağaraya, yer altına bir yerlere gizlenip insan ve hıncı hakkında düşünmek istedim. Yüzyıllar önce ormanlarda maymunlarla, böceklerle yaşayan atalarımın İslam’ı seçmesine teşekkür ettim, onlar için bir Fatiha okudum. Yükselen ısının etrafa pis kokular yaydığı buhar dolu bir ortamda elbiselerim bedenime yapışırken bir sigara yaktım. Üniversite yıllarında okuduğum o İkinci Dünya Savaşı romanları gözümde birer yiğitlik ve insancıllık destanına dönüştü. Toprakta sürünen bir böcek güneş ışığını öyle emiyordu ki adeta minik bir kurşuna dönüşmüştü. Top oynayan askerlerden birisi yere düştü, çamura bulandı. Arkadaşları şapkalarını tutarak kahkaha attılar. Beyaz, son model bir kamyonet etrafa çamurlar sıçratarak kampın girişine yanaştı. Askerlerin hiçbir müdahalesi ile karşılaşmadı. Gayelerinin ne olduğunu Clark söylemişti. Elimden bir şey gelmiyordu, kendimi çamura gömmek, bu iğreti kara parçasında kendimi yitirmek, hiç dünyaya gelmemiş gibi olmak istedim. Hikmet kulübenin kapısından çıkarken titreyen ellerimi birbirine geçirdim, bir sigara yaktım. İlk nefesimi ciğerlerime çektikten sonra belli belirsiz bir fısıltı ile kendi kendime söz verdim. “Bir daha asla gücümün dindirmeye yetmeyeceği acıların ortasına atlamayacağım ve bir daha asla yaşamı ve insanı kutsamayacağım!”