Uzun bir yol var önümde hissediyorum. Çantamı alıp çıktım. Annem ve babam endişelendi. Ben olsam ben de endişelenirdim. Ne zaman döneceğimi bilmiyorum. Ama eminim 1 dakika geç kalmama dahi tahammül edemeyen patronum daha çok üzülmüştür. Pardon endişelenmiştir. Maaşımdan kesermişmiş, beni işten atarmışmış. Kıyafeti yeşil dolardan, pembe ve mavi banknotlardan dikilen adam, yürümek isteyen ayaklarımı anlayabilir mi ki? Paris’e ya da Londra’ya ya da Dubai’ye yürüyen arabalardan, uçaklardan, valizlerden anlar. Uçak yürür mü hiç? Ân içinde yürür her şey, duran bunu bilmez.
Gece yarısı… Havaalanındayım. Uçağın kalkmasına 2 saat var. Fas’a vardığımda sabah saat 9 olmuş olacak. Hayallerimden birini gerçekleştirmenin heyecanı ile görevliye pasaportumu uzattım, valizimi bandın üzerine koydum. Görevliden pasaportumu geri alırken Fas seferlerinin iptal edildiğini öğrendim. Bir anda kurduğum tüm hayaller üzerime çöktü. Özgürlüğüm yine kısıtlanıyordu. Durumu öğrenmek için koşarak vezneye gittim. Bana Tunus uçağının bir saat sonra kalkacağını ve oradan Fas’a geçiş yapabileceğim söylendi. Şimdi gitmezsem özgürlüğümü kaybedecekmiş gibi hissettim. Dünyamın ayaklarıma bağladığı zinciri çözmeliydim. Kabul ettim ve Tunus’a gitmek üzere harcımı yatırdım. Sıraya girdim. Sonra elektronik panodan kapımın sayısını öğrendim. Uçağın kalkış saatine daha çok vardı. Oturdum etrafımı seyretmeye başladım. Herkes özgürsün diyerek gülümsüyordu. Kulaklığımı taktım. Fas şarkıları yerine şimdi Tunus şarkıları dinliyorum. Zincirlerimi çözüp kenarda duran çöpe attım. Zaman çok çabuk geçti. Bir anda kendimi uçakta kemer bağlarken buldum. Ben yürüdüğümde zaman beraberimde yürüyordu. Derin bir uyku uyuyabilirdim artık. Yanımda oturan adamın dürtmesiyle uyandım. Sabah saat 04.00. planıma göre hava aydınlandığında Fas’ta olacaktım. Havaalanında oturdum. Günün doğmasını bekledim. Ayaklarım zor duruyordu. Dışarı çıktım. Tunus’un havasını içime çekerken Akdeniz’den gelen mavi rüzgarlar, güneyden gelen sarı kumları taşıyarak ayağımın altına serdi. Mutluyum, bu ülke ben geldiğim için vâr.. Pusulam ruhum, aracım ayaklarım. özgürlüğü aldım sırtıma, ayaklarımın götürdüğü yere gidiyorum. Zaman da benimle yürüdü. Ben de zamanla. Burada her yol güneye çıkıyor. Pusulam doğru yönde olduğumu söylüyor. Ayağıma serilen kumlar çoğalıyor, çoğaldıkça parlıyor, parladıkça bana altının acısını anlatıyor, altının acıyınca bakır oluyor. Parmaklarıma değince ben gümüş oluyorum. Ellerim gri parlıyor. Gök mavi ve dağ kahverengi… Ve ben insan oluyorum hiç olmadığım kadarıyla. Bu parlaklık gözlerimi kör etti, açıldığında kendimi çölde buldum. Etrafımda kumdan başka bir şey yok. Nasıl geldim, ne zaman geldim buraya sorularımın cevabını güneş verdi: “Zaman seninle yürüyor, pusulanın gösterdiği yerdesin”. Şaşkınlıkla çevreme baktım. İçimde yatan bir çöl müydü? Ya Fas? Fas nerde? Ayaklarım hareket etmeye başladı. Yürümek istedim. Saatlerdir yürüyorum fakat yorulmuyorum. Uzaklardan bir şey geldiğini gördüm. İnsandır umarım. Geldiği yöne doğru ilerledim. Yaklaştıkça insan olmadığını düşünüyordum. Bu bir hayvandı. Korktum. Ama yine de ilerliyordum. Daha da yaklaştım, gözlerimdeki ışık köşeye çekildi, gördüğüm; Bakır rengi bir at. Durdu. Ben de durdum. Gözlerini bana dikti. Şaha kalktı bir anda. Geri çekildim. Sonra geldiği yöne döndü. Ayaklarım ilerlemeye başladı. Bir atı takip ediyordum. Bakır bir at daha önce hiç görmemiştim. Ne ilginç! dedim içimden. “Altın yanarsa bakır olur,” olur dedi bir ses. Kulaklarımla duymadım. İrkildim. İçimde farklı bir ses duydum. Biri var içimde. “Beni duyabildiğin için benimle yürüyorsun,” dedi. İnanamadım “Nasıl yani sen at mısın?” “Evet,” dedi. “Bu nasıl olur?” dedim, “Ruh,” dedi. Başka bir şey sormadım. Ne sorulurdu ki bir ata? Nereye götürüyorsun beni desem ayaklarım gidiyor, o götürmüyor ki… bu düşüncelerle yürürken sesler gelmeye başladı kulağıma. İnsan sesleri. Kalabalıklar. Sonra başka sesler; korna, müzik, kahkaha atan kadınlar ve ayakkabılarının topuk sesleri, bunlarla birlikte atların ayak sesleri, arkalarından gelen tekerlekler… kafam karıştı, meraklandım. Nereye gidiyorum ben? İlerledikçe sesler netleşiyordu. Önümde giden bakır atın ışığı gözlerimi kaplıyordu. Attan başka bir şey görmüyordum. İçimdeki merak giderek artarken bakır at bir anda durdu. önümden çekildi. Gözlerime inanamadım. Koca bir cadde. Çölde bir cadde. Nasıl olur? Ve bu cadde gördüklerim gibi değil. Ortadan ikiye bölünmüş. Sol taraf altın sarısı. Yol üzerinde lüks araçlar, lüks mağazalar, yeşil, mavi, pembe giyen gümüş adamlar ve kadınlar… müzikler eşliğinde ortada deli gibi dans eden insanlar… sağ taraf ise bakır. İki vasat dükkan var sadece. Biri kitapçı, diğer nalbant. Kitapçıya altın giren insanlar ve nalbanta altın giren atlar bakır çıkıyor. Nalbantın iki kapısı var. Birinden atlar giriyor. Diğerinden bakır atlar eşliğinde gümüş insanlar. Sonra insanlar da bakır oluyor. “Gümüş nasıl bakır olur?” dedim, içimdeki ses “Erirse” dedi. Ayaklarım ilerlemeye başladı yine. Bu kez korkuyordum çünkü beni bakır yola götürüyordu. Durmak istedim fakat duramıyordum. Ayaklarım bakır atın arkasında ilerliyordu. Korkum nalbanta yaklaştıkça artıyordu. Sıradaydım. Ben önce duran kadına ilişti gözüm. Sırtına dokunmak istedim. Elimi uzattım ama ona uzanamadım. Ne kadar uzatsam da elimi hiçbir insana uzanamıyordum. Herkes benim gibi korkuluydu. Yalnız korkuyla giren insanlar, tebessüm ederek çıkıyorlardı. Bakır ama mutlu. Bu biraz içimi rahatlattı. Uzun bir bekleyişten sonra sıra bana geldi. “Sadece ışığa bak,” dedi içimdeki at. Gözlerimi kaldırdığımda muazzam bir ışık gördüm. Gözlerimi acıtmıyor, aksine dinlendiriyordu. Baktıkça içim huzur doluyordu. Gözlerimi hiç ayıramadım. Hiçbir düşünce kalmamıştı o an beynimde. Tek ben vardım ışık içinde. İçimde şarkılar çalmaya başladı, umut aşılayan. Geldiğim yer yok oldu. Gitmek istediğim yerdeyim. Çıktığımda bakırım. Bakırın içinde eridim. Çıktım ama ben ordayım. Yürüdü ayaklarım. Atım önüme geçti. Gözlerime baktı. İkimiz de bakırdık, onu daha net duyabiliyordum. “Burası neresi?” dedim. “Sensin,” dedi. Önümden çekildi. Işık çekildi. Kendimi bir at çiftliğinde buldum. Bir adamı durdurdum. “Burası neresi?”
“At çiftliği. Seni buraya getiren ne?” diye sordu.
“Ayaklarım. Ben aslında Fas’a gitmek istiyordum. Sonra uçak sef…”
“Şimdi anladım.” diyerek sözünü kesti. “Pusulası ruh olanların yolu çölden geçerek Fas’a gider.”
Yere yığıldım. Ayaklarım beni götürmüyordu artık. O caddedeyim hala. Nalbantta ip bağlandı ayaklarıma. Bu ip ile özgürlüğüme vardığımı hissediyorum. Nereye gidersem gideyim ben hep oradayım. Ayaklarımdan sarkan iplerle artık beni cezbeden Fas’ı görebilirim. Sıradan bir tatil için çıktığım bu yolda, ruhumu buldum. Ayağa kalktım, atlar geçiyordu önümden. İnsanlara “siz bilmiyorsunuz ama onlar bakır” diyerek haykırmak istedim. Sonra vazgeçtim, nasıl olsa bir gün öğrenecekler... annem geldi aklıma. O anda bir sela okundu. Biri ölmüştü. Annem dedim kutlu doğumları anlar, ama demiştim ya patronum, o kutlu uyanışları ve ölümleri anlamaz.
Artık ayaklarım beni değil, ben ayaklarımı götürüyorum.