Menu
alt gelir, üst gelir
Öykü • alt gelir, üst gelir

alt gelir, üst gelir


Çalışmaya başladığımın ilk günlerinde koridorun çaycı yamağı, beni girişteki koltukta oturur görünce, elindeki çay bardağını uzatıp: “Abi, sana zahmet şu çayı tintine götürür müsün?” dediğinde bozuldum. Bozuldum ama olmaz da demedim, aldım uzattığı bardağı. İyi de nereye götürecektim anlamamıştım ki. “Hop hemşerim!” diyene kadar sanki uçup gitti yanımdan. Ben de kalakaldım çay bardağı elimde. Ne demişti, galiba tintin gibi bir şey. Bu tintin, ne isme benziyor ne de başka bir şeye. Arayıp bulmalı, ama nasıl? Koca genel müdürlük.”

Ben böyle düşünüp dururken koridorun ucundaki odadan çıkan gözlüklü, kır saçlı, tıknaz bir adam yanıma yaklaştı ve; “Bu çay benim mi?” diye sordu. “Valla bilmiyorum, çaycı elime verdi ve bunu tintin…” “Tamam tamam benimdir.” diyerek sözü ağzımdan çayı da elimden alıverdi. Ben de bir şey demeden koltuğuma geri oturdum.

Daha işe yeni başladığımdan öyle çok göze batmak da istemiyordum. Ama bir türlü eritemediğim kilolarım, yürürken lıpır lıpır sallanan göbeğim, yuvarlak çerçeve gözlüklerim yüzünden etrafta herkes beni tanır olmuştu. Aslında insanların beni tanıyıp bilmesi çok da kötü sayılmazdı. Dışarıdan hep duyardım: “Devlet dairesinde genel müdür tanıyacağına bir çaycı dostun olsun ondan iyidir. Genel müdürün girip çıkamayacağı yerlere çaycı girer, işini yüzdürür.”

Kaç gündür takip ediyorum, bizim çaycı bu sözü hakikaten doğrular gibi. Girmediği çıkmadığı yer yok. Bir bakıyorum genel müdürün odasında, bir bakıyorum başkanın. Hatta dün değil evvelsi gün kulaklarımla şahit oldum, başkana sözle şaka yapıyordu.

Tamam ben çaycı değilim ama olsun canım, temizlikçinin de çaycıdan az kalır yanı yoktur. Ben de temizlik yapmak için her odaya girip çıkıyorum. Yok yok, gene de çaycılık başka. Genel müdürün misafiri geldiğinde temizlikçiyi çağırmazlar ki. Çaycıyı çağırırlar. Bir de köpüklü kahve yapmasını biliyorsan deme beyliğine. Genel müdür kim ki senin yanında, esas genel müdür sensin. Bizi çağırsalar çağırsalar toz, çer çöp toplamak için çağırırlar. Eskiden ne iyiydi. Şu sigaraya da ne diye yasak koydularsa. Şimdi hiç kimse dairede sigara içmiyor, kül tablaları da izmaritle, külle dolmuyor tabi. Kül tablası da kalmadı ya artık. Böyle olunca da odalara ikide bir girip çıkma işi düşmüyor.

Çaycıyla aram çok iyi. İşim olmadığı zamanlar odalara çay servisini ben yapıyorum. Hem böylelikle çayımı da bedavaya getiriyorum. Asıl önemlisi müdür odalarına girdiğimde hemen de öyle çıkmıyorum. Başlıyorum konuşmaya. Aklıma ne gelirse söylüyorum. Onlar pek benim söylediklerimle ilgili olmuyorlar ama kimin umurunda. Beni sevimli bulduklarına eminim. Ben konuşuyorum onlar dinliyorlar, sözümü hiç kesmiyorlar.

Devlet dairelerinde daha yeni sayılırım ama, hemencecik alıştım buralara. Devlet dairelerinin havası başka canım. Bir ağırlığı var her şeyden önce. Bizim çevrede arkadaşlar, “Devlete kapak atalı çok değiştin sen Hıdır” diyorlar bana. Ee, genel müdür kat temizlikçisi olmak kolay mı öyle! İster istemez havası siniyor insanın üzerine. “Yok yok, senin burnun büyüdü, eski Hıdır değilsin artık” diyorlar. Devlet kapısı görmemiş, yol yordam bilmeyenler böyle düşünecekler tabi. Aslında haksız da sayılmazlar. Burun büyümesi değil de işte, başka bir şey bu canım. Çok anlatılır gibi değil. Yaşamak lazım anlamak için.

Sabahları daireye neredeyse ilk ben geliyorum. Gerçi benden önce gelenler de var. Hadi ben bekarım, bunlara ne olur anlamam ki… Odası dairenin hemen girişinde olan kır saçlı, orta boylu, ne zayıf ne de şişman başkan bazen benden de önce gelir. En fazla da herkesten sonra daireden o çıkar. İyi bir adam olduğunu söylüyorlar. Fazla ciddi bir havası var. Öyle her şeye gülmez, çok da konuşmaz. Ama herkes işinden çok memnun. Görüyorum, bazen kâğıtların, evrakların içine gömülüp saatlerce sadece imza atıp duruyor. Ee tabi devlet işi, kolay değil. Ben hayatımda bir defa imza attım, başıma gelmedik kalmadı. Bu adam, her gün onlarca imza atıyor. Söylendiğine göre genel müdürün en çok güvendiği başkan bu imiş. İşini sağlam yaparmış. Eh ne diyelim, Allah başımızdan eksik etmesin.

Dairede dört başkan var. Odası genel müdüre yakın olan başkan biraz daha güleç yüzlü. Konuşmayı da seviyor. Beni görünce takılmadan duramaz. “Hıdır, göbeği büyütmüşsün gene.” Hiç kaçırmam bu durumları. Hemen “Çay içer misin başkanım?” derim. “Olur Hıdır, getir bakalım, kendine ısmarlamayı da unutma.” der. Unutur muyum.

Arkadaşlara, “Dairede başkan bana her gün çay ısmarlıyor. O kadar yakınız birbirimize.” dediğimde, arkadaşların yüzündeki kıskançlık ifadesini görmek öyle hoşuma gidiyor ki…

Müdürlerle de aram çok iyi artık. Çaycıdan çok çaylarını ben götürüyorum odalarına. Zaten genellikle bana da çay ısmarlıyorlar. Yanlarında içiyorum çayımı. Konuşmak için mutlaka bir konu buluyorum. Hatta aynı konuyu bazen günlerce tekrar ediyorum. Bu devlet adamlarının da işine akıl sır ermiyor. Aynı konuyu hiç usanmadan her gün dinliyorlar da hiçbir şey demiyorlar. Ben o kadar konuşuyorum da onlar tek bir kelime dahi etmiyorlar. Bir yandan önlerindeki kâğıtları okuyorlar, bir yandan da beni dinliyorlar. Devlet adamlığı böyle bir şey demek ki. Bazen, “Yapma ya Hıdır. Zaman kötü tabi, dikkat etmek lazım.” gibi ipe sapa gelmez laflar etmiyor değiller. Hele bir şef var burada. Sigara yasağından önce işi gücü sigara içmekti. Çayı da çok içer ya. Hem de en demlisinden. Ben içemiyorum öyle demli falan. Geçenlerde doktora gittim. “Çayı demli içme, bir de şeker kullanma. Zaten kilolusun iyice fena olursun.” dedi. Bazen müdürlere soruyorum, “Müdürüm, bende bir değişiklik görüyor musunuz?” dediğimde; “Ne gibi Hıdır?” diyorlar. “Kilo vermiş olmam lazım da!” “Verdin verdin” diyorlar. Hoş, biliyorum sırf öylesine söylüyorlar ama olsun. Müdürlerle konuşmak herkese nasip de olmuyor işte.

Bizim memleket Ankara’dan epey uzak sayılır. Ben bekar da bir adamım. Söylemesi ayıp bazen marketten kuru pasta, kek, bisküvi falan alır evde çayla birlikte afiyetle yerim. Evimin altı market. Canım ne zaman ıvır zıvır çekse hemen aşağıya iner, istediğimi alırım. Allah’a şükür, elimiz dar değil. Kazanıyorsak harcamak da lazım.

Yine böyle pasta felan yediğim bir akşam cep telefonum çaldı. Memleketten babamın teyzesinin oğlu mu neymiş. Yıllar oldu ki köye de gitmedim. Onlar beni aramıyorlar ki ben niye onları arayayım. Bu teyze oğlunun bir kızı varmış. Bu yıl sınava girmiş de tayini biraz uzakça düşmüş. “Sen Ankara’dasın, bakanlıkta çalışıyorsun, bizim kızın işini düzeltemez misin? Kızı merkeze alamaz mıyız?” diye soruyor. Bu işler öyle kolay değil tabi. Dışarıdan bakana kolay geliyor. Ankara’dasın ya, hele bir de bakanlıkta çalıştın mı!.. “Olur valla bir bakarız. Genel müdürü çok iyi tanırım ama böyle ufak işler için de uğraştırılır mı bilmem ki. Neyse beni kırmaz. Siz T.C. kimlik numarasını bir verin bakalım. Bir ara gene ararsınız.” dedim ve telefonu kapattım. Demek biz de artık çaycı gibi büyük adam oluvermiştik işte.

Geçenlerde, genel müdür çağırdı beni. “Hıdır oğlum, şuralara iyi bir paspas at, etrafı da güzel bir temizle, toplantı saatine kadar pırıl pırıl olsun, hadi bakalım.” deyince “Tamam şimdi yaparım genel müdürüm.” dedim. Günlük rutin temizliğimizi tabi ki yapıyorduk ama bu başkaydı, demek çok önemli bir toplantı olacaktı. Bazen bakanın da geldiği oluyordu, belki gene öyle bir toplantıdır. Kim bilir. Neme lazım, devlet yönetiyor bu adamlar. Ben işime bakayım…

Genel müdür ben çalışırken bir ara dışarı çıktı, aradan on beş dakika geçti geçmedi geldi:

“Daha bitmedi mi temizlik Hıdır?”

“Bitmek üzere genel müdürüm.” dedim.

Genel müdürle çok içli dışlı sayılmazdım. Çok konuşan bir adamdı genel müdür. Hızlı konuşuyor. Ee tabii genel müdür, bu adamlardaki beyin bizim beynimizden daha büyüktür elbette. Emrinde yüzlerce insan çalışıyor.

“Genel müdürüm” dedim.

“ Size bir şey soracaktım da genel müdürüm”

Genel müdür, önünde kâğıtlar, bir şeyler okumaya başlamıştı, başını kaldırdı, “Ne vardı Hıdır?” dedi.

“Efendim” dedim.

“Benim biraz sağlık sorunlarım var da. Burnum efendim, burnumdan bir hırıltı geliyor devamlı. İkide bir kaşınıyor da. Geceleri burnumun kaşıntısından bazen sabahlara kadar uyuyamıyorum.”

“E oğlum doktora git. Söyle Ahmet müdüre, sana bir sevk kâğıdı yazsınlar.”

“Yok efendim ben doktora da gittim. Doktor bana damla gibi bir şey yazdı. “Bunu kullan, hiçbir şeyciğin kalmaz” dedi. Şimdi o ilacı kullanıyorum. Biraz geçer gibi oldu ama. Yine de sanki iyi olmadı gibi geliyor bana. Siz ne dersiniz?”

“Ben ne diyebilirim ki Hıdır. Doktor ne dediyse odur. Sen doktorun dediklerine kulak ver, için de rahat olsun.”

“Sağ olun efendim, müdürler de öyle söylüyorlar. Hepsi sağ olsunlar. ‘Sen rahat ol Hıdır, sıkma canını.’ diyorlar ama ben işte sorayım bir kez dedim.”

Konuşmamız işte böyle uzayıp gitti. Sevdi beni genel müdür. Şimdi her gün odasına bir bahane ile giriyorum. “Efendim, çay ya da kahve içer miydiniz? Efendim, masanızın köşesinde hafif bir leke kalmış, dur ben bir koşu ıslak bez getirip sileyim efendim.” diyorum. Genel müdür de alıştı artık bana. Genel müdüre her gün burnumdaki kaşıntıyı anlatıyorum.

Yine böyle bir gün doktordu burundu derken, genel müdürün telefonu çaldı. Telefonda ne dese iyi, “Eğitim işi bilgi ister, ciddiyet ister. Herkes haddini bilmeli. Önünü arkasını anlamadan bilmediği işlere burnunu sokmamalı, değil mi efendim.”

Kırk yıl düşünsem burun meselemin genel müdüre ilham vereceği aklımın ucundan bile geçmezdi.

Benim yerim, dairenin hemen girişindeki kapının köşesi. Bu köşede bana ait bir koltuk var. Bir gün koltuğumda oturmuş eski dergileri karıştırıyordum. Baktım elinde dolu bir çay bardağı bizim çaycı yamağı geliyor. Kaçırır mıyım fırsatı, hemen kalktım.

“Nereye götürüyorsun o çayı?”

“Tintin müdüre.”

“Dur sen zahmet etme, ben götürürüm.”

Olmaz falan demesine kalmadan kaptım elinden bardağı. Gittim müdürün odasına. Kapısını vurmadan içeri girmişim. Ne bileyim misafiri olduğunu. Bozuldu tabi. “Çayı niye sen getirdin? Çaycı nerede?” diye çıkışınca:

“Tintin efendim, çaycının az biraz işi çıktı da, rica etti bana, ‘Çayı tintine sen götürür müsün?’ diye. Ben de kırmak istemedim. ‘Tabi olur.’ dedim.”

“Tamam tamam uzatma, yalnız bu tintin de ne oluyor?”

“Efendim, çaycı öyle diyor, ben de sizin adınızın tintin olduğunu düşünmüştüm de, onun için tintin efendim demiştim.”

“Tamam tamam, yetişir. Şimdi git, çaycıya söyle bir çay daha getirsin, ama kendisi getirsin, göndermesin öyle başkasıyla falan.”

“Olur efendim, ben şimdi hemen gidip söylerim.”

Tintin müdürü kızdırmıştım galiba. Amaan kimin umurunda. Koskoca dairede sanki tek müdür tintin mi? Elini sallasan müdüre deyiyor. Burada herkes müdür. Sadece bizim dairede değil karşı dairelerde de bir sürü müdür, bir sürü başkan, genel müdür var. Bu müdüre tintin lakabını bizim çaycı takmış. Az şeytan değildir köfte! Yakıştırmayı da takıştırmayı da çok iyi bilir.

Hemen karşımızdaki dairede geniş baldırlı, şişmanca, temizlikçi bir abla var. Adı Hayriye. Hayriye abla diyorum ben ona. Bazen öğleleri yemekhanede beraber yemek yiyoruz. Yemekten sonra da bizim çaycının ocağa geçip birer çay içiyoruz. İki çocuğu varmış, kocası da belediyede temizlik işinde çalışıyormuş. O gececiymiş. Asgari ücretle çalıştıklarından bin lira civarında para alıyorlarmış. Kocası ayrıca iki dükkân bulmuş, onların da temizliğini yapıyormuş. Aylık iki yüz falan da oradan gelince geçinip gidiyorlarmış. Köyden geldiklerinde hiçbir şeycikleri yokmuş. Zamanında havaalanına yakın bir yerde bir evleklik gecekondu yeri çevirmişler. Üzerine de iki haftada kondurmuşlar gecekonduyu. İlk zamanlar elektriği yok imiş, suyu da dışarıdan taşıyorlarmış. Sonraları belediye buralara su getirmiş, kanalizasyon döşemiş, elektrikleri de bağlanmış. Gecekondunun bahçesinde soğan, sarımsak, domates bile yetiştiriyorlarmış; beş on tane de kavak ağaçları varmış. “Ah keşke ceviz dikeydik” diyor. “Nerden bilirdik Tokinin cevize tonla para vereceni.”

“Toki ceviz mi alıyor toptan falan?” dediğim de:

“Sen de amma malsın laa.” dedi bana. “Duymadın mı, bizim oralar protokola neyim girmiş, devlet yolu olacamış, ondan belediye bu Toki’ylen anlaşmış, bizim gecekonduları yıkıp yerine büyük büyük binalar dikeceklermiş. Toki’den, belediyeden memurlar geldi, bize bunları bir bir anlattılar. “Ee dedik, bizim bu işten kârımız ne olacak? Evlerimizi yıkacaksınız da biz evsiz mi galacaz? “Yok öyle deel.” dediler. “Size, gecekondunuza göre dayireler verecez. Hem ayrıca sadece dayire deel, yıkım parası, moloz parası, ha bir de ağaçların sayısınca para verecez.” Biz bu işe göbek attık. “Bizde şu kadar gavak neyim var” dedim. O vakit memur bey “Devlet, gavaa fazla para vermeyo da meyve ağacı olunca daha çok ödeyo” dediydi. Zamanında boyu devrilesiceye: “Gavak dikmeyelim, meyve dikelim. Hem bebeler, hemi de börtü böcek rızıklanır” dediydim de: “Gız sen ne annan, eksik etek” deyip lafı ağzıma dıkadıydı. Şincik bizim ağaçlar meyve olaydı getireceği paraylan Ankara’nın şöyle uzak yerine bir gecekondu daha gondururduk da çoluk çocuğa ilerde sermaye neyim olurdu. Devletten büyük değiliz ya, devlet bu, bakarsın protokol yolunu uzatır mı uzatır. Emme ne bilelim, o vakitler şinciki gibi Toki neyim yoktu ki.

“İyi de” dedim, “Size devlet ne verdi tam olarak?”

“50 bin lira yıkım parası, 20 bin lira ağaç tokaç parası verdi. Ee tabi gecekondumuzun metre karesine göre bir de iki buçuk dayire neyim düşüyor. İki bebe var. Guççüğü iyi de büyüğü biraz haşarı. Babasına dedim o kadar, okumaz bu deye. Okumazlarsa evleri var, dişimizle tırnağımızla bu gadar yaptık, artık onlar da adam olsunlar da ilerletsinler işlerini. Bebelerden büyüğü bu sene liseye gidecek, iyi bir lise arayoz. Bizim müdüre söylediydim ya. “Bakalım hele. Okullar bir açılsın, yaparız bir şeyler.” dediydi. Bizim herif pısırık, ona galdıysa köyden heç gelmeyecedik. Anasına bakacamış da, yalanızmış da. Gelsin o da dedim, hem ablan var, o baksın, bağı bahçesi de var, senin neyin var, bir gırık iğnen bile yok, dedim. Zor ikna ettim. Şincik de “Hanım eyi ki seni dinlemişiz, yoğsaman köyde açlıktan nefesimiz gokardı, deyo. Yok yok, malın mülkün bir tarafa, yine de devlet kapısı gibisi yok. Sigortası var, emekliliği var. Devlet işi, batmaz gokmaz. Aylık maaşımız da geleyo, az olsun da devamlı olsun. Deel mi gardaşım.” dediğinde;

“Hıı” demişim, içim geçmiş o konuşurken. Bu kadınlar da konuşmayı ne çok severler bilmem ki. Kadın makineli tüfek gibi, dır dır dır, şükür ki evlenmemişim, çekemem ben böyle karı dırdırı efendim.

“Haberin var mı?” dedi:

“Neyden haberim var mı?” dedim.

“Şincik bu Toki var ya, belediyelerle el birliği yapmışlar ev yapayolar bizim gecekonduların üzerine.”

“Ee” dedim.

“Gardaşım, senin de dünyadan haberin yok, eee, diyon. Sen kaç lira maaş alayon.”

“Valla, abla mesaisi ile birlikte 750 lirayı buluyor.”

“Eyi ya işte. Sen alt gelir grubuna gireyon.”

“Ne alt geliri abla?”

“Şincik bak gardaşım. Devlet alt gelir üst gelir diye bir şey çıkardı. Aylık maaşının toplamı 1350 liranın altında ise devlet seni alt gelirden sayayo.

“Eee!”

“Eesi şu. Alt gelirden olunca, bu Toki’nin yaptırdığı binalardan çok ucuza ve çok az bir taksitle gecekondu kirası gibi bir parayla goskocaman bir dayirenin saabı oluyon. Bak bizim oradaki protokol yolu üzerindeki bir kısım binaları devlet bu alt gelir grubuna tahsis edecemiş. Bizim gecekondulardan tanıdığımız eş dost herkeş yazıldı. Biz de yazıldık tabi.”

“Abla iyi de, siz bilmem kaç daire alacaksınız. Siz alt gelirden mi sayılıyorsunuz ki?”

“Gardaşım, biz gecekonduyu zamanında gondururkene, anamın biraz kenarda birikmişi vardı. Onunla yaptırdık gecekonduyu. Ben de o zaman herife şart goştuydum, gecekondu anamın üzerine yapılacak deye. Ne olur ne olmaz, heç bu heriflere güvenilir mi! Hele böyük şehirde. Bir sofralık nevale için bir çift öküzü satan sülalenin herifleri bunlar. Az biraz baldırı çıplakları görünce hemencecik yoldan çıkarlar. İyi ki gecekonduyu anamın üzerine yapmışız. Şincik, bizim üzerimize heç bir şey gözükmüyor. Benim maaşım 485 lira, herifinki de, iki dükkân temizliğinden aldığı parayı saymazsak 650 lira, toplam 1135 lira. Senin anlayacan gardaşım bizim aile alt gelir grubuna gireyo. Allah devlete millete zeval vermesin. Gardaşım, sen gariban birine benzeyon. Git hemen yazıl, belkim çıkar da ev sahibi neyim olursun devletin sayesinde.”

“Sizden fırsat kalırsa…” diyecektim, demedim.

Bu işi iyi anlamam lazım. Bu kadın bir şeyler söyledi ama pek kafama girmedi. Bir de başkana sorayım. Elbet daha iyi bilir bu işleri, ne de olsa okumuş adam.

Hemen bizim daireye geçtim. Başkan beni sever, gittim odasına, “Başkanım, çay neyim içer misin?” dedim. “Olur Hıdır getir, bir de kendine al.” dedi. Hah ben de bunu bekliyordum. Fırladım çıktım, doğru çay ocağına. Göbeğim lıpır lıpır oynuyor ki kimin umurunda. Birkaç dakika sonra iki bardak çayla birlikte tekrar başkanın odasına geldim:

“Başkanım çayınızı getirdim.”

“Sağ ol Hıdır.”

Köşecikteki koltuğa oturdum.

“Başkanım biraz zamanınızı alacaktım ama, müsadeniz olursa bir şey danışacaktım size.”

Başkan, önündeki bir evrakı okuyordu, yüzüme baktı ve:

“Buyur Hıdır, dinliyorum seni.” dedi.

“Şimdi başkanım, duydum ki, alt gelir grubu üst gelir grubu diye bir şey varmış.”

“Ee,” dedi.

“ Başkanım, eesi şu. Devlet Toki, 1350 liranın altını alt gelirden sayıyormuş, üstü de üst gelir oluyormuş.”

Tekrar, “Eee!” deyince, ümitlerim kırılmaya başladı. Anlaşılan başkanın bu alt gelirden üst gelirden haberi yoktu. Kâğıt imzalamaktan adamın dünyadan haberi olmuyor ki.

“Başkanım, şimdi şöyle. Devlet Toki ile belediyeler, alt gelir grubunda olanlara çok ucuz fiyatlara kira öder gibi ev veriyormuş. Şimdi ben de 750 lira maaş alıyorum ya, başvursam mı diyecektim.”

“Tabii başvur Hıdır. Durman hata.”

“Başkanım tamam da, nereye başvuracağım, ne yapacağım, bilmiyorum da. Belki siz bilirsiniz.” demiştim.

Demiştim de gördüm ki, bizim başkandan iş falan çıkmayacak. Müsaadesini aldım, hemen karşı daireden Hayriye ablanın yanına tekrar gittim.

“Ya ablacığım, gel bizim çay ocağına gidelim de sen şu alt gelir, üst gelir işini iyice bir anlat bana.” dedim.

Ertesi gün için, bizim müdürden yarım günlüğüne izin aldım. Bütün evraklarımı tamamladım. Maaş bordromu, üzerime bir şey olmadığına dair belgeleri vs. Doğruca belediyeye imar emlak işlerine gittim. Evraklarımı teslim ettim, adımı yazdırdım. Çıktım. Ha bir de belediyenin çay ocağından kendime bir bardak çay ısmarladım. Çay ocağının sahibi ile epey konuştuk, o da alt gelir grubundan imiş. Adını yazdırmış, bekliyormuş. İleride olacağımız komşuluk hatırına çay parası da almadı benden.

Öğleden sonra doğruca daireye gittim. Çay ocağında biraz soluklandım, sonra da salona paspas atmak için elime paspası aldım. Baktım genel müdürün kapısı açık, kapıyı vurup hemen girdim.

“Genel müdürüm çay ister misiniz?”

“Yok” dedi, “Sağ ol.”

“ Genel müdürüm bir şey soracaktım da.”

“Sor bakalım, sor da, biraz çabuk ol, vaktim yok.”

“Genel müdürüm, belki yanlış olacak ama, kafama takıldı da, sizin maaşınız ne kadardı?”

“Oğlum, ne yapacaksın benim maaşımı?”

“Yok öylesine genel müdürüm.”

“3550 lira” deyince,

“Sağ olun genel müdürüm, öğrenmek istemiştim de.” deyip çıktım odasından.

O arada dairenin en kıdemli müdürü Abbas bey odasına geçiyordu.

“ Abbas bey, Abbas bey!” diye arkasından seslenince;

“Buyur Hıdır.” dedi, “Çay mı getireceksin?”

“Yok Abbas bey, ben size bir şey sormak istiyordum da.”

“Ee, sor bakalım.”

“Şey efendim aylık maaşınızı merak ettim de.”

“İyi de Hıdır, ne yapacaksın benim maaşımı?”

“Yok öylesine, sadece merak etmiştim.”

“1390 lira”

“Ah benim Abbas müdürüm, elli lira daha az alsaydın da alt gelir grubundan sayılsaydın ya, üst gelir grubundan oldun da başın göğe mi erdi sanki!..”

Bugün çok yoruldum. Kapının hemen köşesinde yer alan koltuğuma oturdum. Ayaklarımı öne doğru uzattım. Baktım bizim çaycı yamağı geliyor, hemen seslendim:

“Oğlum, şöyle tavşan kanı bir çay getir de ağız tadıyla içelim, yorgunluğumuzu alsın.”

Ne demiş büyüklerimiz: “Dünyada mekan, ahirette iman.” Ne diyelim, Allah devlete millete zeval vermesin…

Diğer Yazıları