Günümüz edebiyat ve yayın dünyasının “paylaşılmış” bir ortam olduğunu bilmeyen yok elbette ama bu sözü ve her şeyin “şişirilip” satış uğruna türlü samimiyetsizliğin başrolde olduğunu bir kez de Selim İleri’den duymak güzel. İleri’nin son romanı Bu Yalan Tango da aslında bugünün yayın dünyasına göndermelerle dolu. 90 yaşına gelmiş klişe edebiyat yazarı Fatma Asaf’la orta yaşını biraz geçmiş Ufuk Işık’ın nehir söyleşi için buluşmasıyla bizi 50’li yılların edebiyat ve yayın dünyasına götüren Selim İleri, bugüne ironik göndermeler yapıyor. İki farklı kuşaktan gelen iki yazarın etrafında biçimlenen Bu Yalan Tango aynı zamanda “eziyet toplumu” olan Türkiye’nin yakın tarihine de ayna tuttuyor.
-Fatma Asaf’ı nasıl yarattığınızı ya da onu yaratmanızı tetikleyen şeyleri sormak istiyorum önce...
-Dönemin popüler edebiyatçılarından ortak bir insan tipi çıkarmaya çalıştım. Ama biraz da çevremde edebiyatta ilintileri okur olarak başlayıp zaman içerisinde parlak bir evlilikle sosyete çevresine girmiş kadınlardan esinlendim.
-Peki ya Ufuk Işık?
-Ufuk Işık benim. Onda Fatma Asaf gibi esinlenme yok. Bütün özellikleriyle kendimden çok şey var.
-Neden böyle bir şeye ihtiyaç duydunuz?
-İki kuşağın farkı açısından Selim İleri oldu belki. Sezgiler sizi daha çok yönlendiriyor. Ben kendimin açmazlarından ve zaaflarından yola çıktım. Kitabın en güldüğüm tarafları Ufuk Işık’a ait bölümler.
-Fatma Asaf, Kerime Nadir taklidi romanlar yazmak zorunda. Oysa çok daha farklı şeyler yazabilir... Sizce istediği gibi özgür yazamamak yazarı nasıl bir ruh haline sokar?
-Bence korkunç yaralar açar, kişilik bölünmesine kadar gider... Yazarlar çoğu zaman bizim gibi inişleri çıkışları olan ülkelerde hem siyasî ve toplumsal baskılar hem de ahlakî endişeler yüzünden yazamıyorlar. Belki son yıllarda bir ölçüde bazılarımız bundan kurtuldu.
-Peki ya siz? Kurtulduğunuzu düşünüyor musunuz?
-Ben de kurtulmadım, bunun olması için toplumsal yaklaşımın yükselmesi gerekiyor. Diyelim ki bir anı kitabı yazıyorsunuz. Çok incelikli bir şekilde yazsanız da bizim basın dünyamız bunu bir dedikodu malzemesine dönüştürebiliyor. Yaş aldıkça bunları yazmak daha kolay gibi görünüyor ama bu son derece zor. Her şey dedikodu malzemesi haline gelebiliyor ve bu beni son derece rahatsız ediyor.
-Roman bizi bir dönemin edebiyat çevresine götürüyor. Yazarlar, yayıncılar ve eleştirmenler var . Durum bugün de çok fazla değişmemiş gibi görünüyor değil mi?
-Sanırım romanın söylemek istediği de biraz o. Her şeyi biraz yalanla beslediğimizden değişmiyor. Genel olarak edebiyat dünyasında da meselelere sahicilikle yaklaşma konusunda sürekli yalan ürettiğimizden birtakım değerleri gerçek olarak algılamıyoruz. Yayınevlerinin ticari kaygıları hâkim ama yazarlar da garip bir şekilde daha az insana hitap etmek istemiyorlar. Burada birilerini kastederek söylemiyorum. Asıl değerleri ön plana çıkaramıyoruz. Satış listeleri gibi bir bombardıman var Türkiye’de. Romanda alay ettiğim 50’li yıllarda ciddi bir eleştiri mekanizması vardı, o da bitti.
-Bu biraz okurun da suçu değil mi?
-Edebî değerler açısından verilen eğitim son derece yalnış. Bir roman niçin yazılır, neden okunur üzerine hiçbir şey gösterilmiyor. Kitaplarda bir romanın hangi tarihte basıldığı, yazarın ne zaman doğup öldüğü vardır. O zaman iyi bir okur da yetişmiyor haliyle, yetişen de kendi tutkusu ve sezgisiyle yetişiyor.
-Şimdiki kuşak “Hanımın Çiftliği’nin kitabı çıkmış” diyebiliyor ve televizyon dizileri edebiyat uyarlamasından geçilmiyor, bu sizi rahatsız ediyor mu?
-İyi mi oluyor kötü mü oluyor bilmiyorum. Ama devlet televizyonu dışında kanallar bu işleri ticaret için yapıyorlar. Kaldı ki dörtte üçü deli saçması haline geldi ama oyunculuklar çok iyi, arada bir bakıyorum.
-Romanda yazdıklarınız doğrultusunda 50’li yılların klişe edebiyatıyla bugünün klişe edebiyatı arasında da bir fark yok sanırım...
-Tabii, ben bugüne birebir gönderme yapmaya çalıştım. Hem yayıncıların tutumları hem de yazarlar açısından kinler, kibirler doğrultusunda değişen bir şey yok.
-Az önce eleştiri mekanizmasından bahsettiniz. Şimdilerde neden edebiyat eleştirisi yok?
-Benim yetiştiğim yıllarda edebiyat dergileri çok fazlaydı. Buralarda yazı yazan eleştirmenleri bağlayan ekonomik bir mesele yoktu. Şimdi eleştirmenlik gayreti olan kişiler, edebiyat dergilerinde değil de gazetelerde ya da kitap eklerinde yazdıklarından ve bütün bunların da ilan kaygısı olduğunu düşünecek olursak, kendilerini rahatlıkla ifade edemiyorlar. Bazı şeyler görmezlikten geliniyor, bazı şeyler çok fazla şişiriliyor.
-Ortada ciddi bir sorun ve paylaşılmış bir ortam var...
-Evet ama ortada başka bir ciddi sorun daha var. Kendi aralarında özgürce bir şeyler yapmak isteyen genç insanlar var. O insanların bazıları fevkalede yetenekli, ama bu paylaşılmış ortam yüzünden ön plana çıkamıyorlar. Bu ortamın 40 yıldır ben de içindeyim ve çıkıcam diye ödüm kopuyor. Tekrar romana dönecek olursak; Fatma Asaf “Bir romancının en büyük yarışı şiirledir” diyor. Neden? Bunun iki nedeni var: İlki ben şiirle beslenen bir insanım. İkincisi ise romanın Türkiye’de hantal bulunması. Değerler skalasına baktığınızda ilk sıraya şiir konur. Sonra hikâye, sonra da roman gelir. O haksızlığa bir cevap olarak o sözü yazdım.
-Ama bir taraftan da en çok yazılan ve satılan da roman...
-Evet, çünkü satış açısından hor görülmüyor. Ama onlar roman mı? Bunu düşünmek lazım.
-Bu Yalan Tango’da Sabahattin Ali’yle sık sık karşılaşıyoruz ve sona doğru da Fatma Asaf’da artık bir saplantı haline geliyor bu, çünkü unutamıyor...
-Aslında ben de unutamayıp saplantı haline getirenlerden biriyim. Yakın tarihimiz birçok yazarın aydının eziyet görmeleriyle açıklanabilir. Ve bence en büyük yıkım da Sabahattin Ali’nin başına gelendir. Bizim edebiyat tarihimiz Kürk Mantolu Madonna’nın çok iyi bir roman olmadığını iddia eder, oysa insan psikolojisi açısından olağanüstü bir romandır.
-“Yazarlık baştan sona kara bir yalnızlıkmış” diyor Fatma Asaf. İnsan nedense bu söz üzerine hiç şüphe duymuyor, hele ki Türkiye’de...
-Ne yazık ki şüphe yok. Ama dünyanın yazı yoluyla varettiği hazine neyi değiştirebilmiş? II. Dünya Savaşı öncesinde korkunç bir yere gidildiğine dair önemli eserler yazılmış. Savaşın sonrasında da çok incelikli eserler yazılmış. Ama bir bakıyorsunuz hâlâ aynı yerdeyiz. Eskiden bizim sosyalist edebiyatımız bunları umutsuzluk olarak nitelendirirdi.
-“Alnımın teriyle yaşamam sizin sosyalizminize ters mi düşer” sorusu bayağı düşündürücü...
-Benim yetiştiğim 60’lı 70’li yıllarda insanlar sürekli “Aman bunu mu yazacaksın? İşçileri yaz, amele sınıfını yaz” derlerdi. O dönemde benim yazdıklarıma “küçük burjuva ilişkileri” deniyordu ve benim yazdıklarımı yazmak “büyük devrime ihanet” etmek anlamına geliyordu.
-Peki o zaman bunları diyenlerin istediği oldu mu sizce? İşçi sınıfının yaşadıkları, darbe dönemleri ve o toplumsal çalkantılar yeterince yazıldı mı?
-Bu ülke çok tramvatik şeyler yaşadı ve tekrar yaşanmaması için inceden inceye tahlil edilip yazılması gerekir. 12 Mart dönemiyle ilgili çok önemli romanlar, öyküler, şiirler yazıldı. 12 Eylül, edebiyatın yanı sıra sinemaya daha çok yansıdı. Sevgi Soysal’ın Şafak romanı çıktığı zaman insanlar üzerinde büyük etki bıraktı ama bugünün hengamesinde kimse hatırlamıyor. Edebiyatın toplumsal olaylarla yüzleşmesinin etkisini nesiller üzerinde var edebilmemiz lazım. Son çeyrek yüzyılda milliyetçilik ve islamcılık gibi yeni yeni bölünmeler ortaya çıkınca her şey daha da karıştı.
(SİBEL ORAL, TARAF, 09 MAYIS 2010)