ENGİN DİNÇ'İN RÖPORTAJI
Türkiye’de edebiyatı en iyi gözlemleyen isimlerden biri Ömer Lekesiz. Yeni Türk Edebiyatında Öykü isimli beş ciltlik eseriyle edebiyatımızın kilometre taşlarını ele alan Ömer Lekesiz, bunun yanında son kitabı Minarenin Kılıfı başta olmak üzere Kuramdan Yoruma, Çizgi Sanatında Dil ve Mesaj, Mimlerin Abecesi, Öyküce Konuşmalar gibi eserlerin de yazarı. Halen Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde haftada iki gün okuyucularıyla buluşan Ömer Lekesiz’le, bizi ağırladığı Kadıköy Bahariye Caddesi’ndeki mütevazi sahafında, başta “muhafazakar sanat” tartışmaları olmak üzere, şiir, hikaye/öykü, edebiyat dergileri gibi konuları konuştuk.
İşte Ömer Lekesiz'le yaptığımız uzun söyleşinin ilk bölümü...
“MUHAFAZAKÂR SANAT”I ÖNERENLER YENİ BİR NORM BELİRLİYORLAR
Sanatı nasıl tanımlamalıyız? Muhafazakâr sanat, modern sanat, sol sanat ve İslami sanat gibi kavramlaştırmalar ne derece doğruyu ifade eder? Tek başına sanatı tanımlamak muhafazakârını, modernini, solunu, sağını, İslamını da tanımlamak olacaktır. Ancak dine, kültüre, ideolojiye, idrake, anlayışa, zevke ve zamana göre tanımı değişen bir kavramı sabit bir kuşatmaya kalkışmak gericiliktir. En azından bizim sanata bir tanım giydirmemeye çalışmamız daha makul olacaktır.
Fakat konu “muhafazakâr sanat” olunca ve bunun dile getirilişi bir maksada yönelik olunca yine sanat kısmından önce “muhafazakâr” kelimesine bir bakmak lazım. Muhafaza korumak demek. Toplumsal bir şeyin tahribe uğramasını, kaybolmasını önlemek. “Kâr” kelimesi söz konusu muhafazayı dünyevi bir menfaate, maddi bir karşılığa bitiştirir. Birleşik ya da ayrı şekliyle sanatın bu kelimelerle nitelenmesini kabul etmiyorum, buna ilişkin görüşlerimi de zaten yazılarımda yazdım. Fakat şöyle bir şey var; hıfzetme, muhafaza etme konusu hayatın bir işlevidir. Bu hayatı yaşayan herkes mutlaka bir şeyleri zaten muhafaza etmek durumundadır. Burada muhafaza etmenin, ölçüsü, boyutu ve değişime açık olup olmaması önemli. Biz kendi inancımız perspektifinden bakacak olursak, bir şeyleri muhafaza etmekle yükümlüyüz ancak bu “muhafazakâr”lık tanımına uygun düşen bir muhafaza değil. Çünkü vahiy muhafazakarlık nedeniyle muhafaza edilmesi gereken bir bilgi değil, doğrudan sürekli tekrar etmeye yönelik bir bilgidir. Diğer bir söyleyişle duyduğumuz ve kabul ettiğimiz vahyi sürekli tekrar etmek suretiyle hem yaşatır hem de geleceğe aktarırız. Bu yanıyla tekrarlamak muhafaza etmeyi içkindir ama muhafaza etmek, tekrar etmeye içkin değildir. Dolayısıyla biz zikir üzerinden sürekli olarak zaten bir şeyleri tekrarlamak durumundayız. Bu tekrar kendi içinde salt muhafaza etmiyor aynı zamanda ve ondan daha da öncelikli ve önemli olarak onu sürekli güncellemek (bilgi ve bilinirlik düzeyine aktarmak) suretiyle kendi zamanının değişen şartlarıyla, anlayışlarıyla, teknolojik gelişmeleriyle onun arasında sürekli bir iletişim kurmaya neden oluyor. Buradan baktığınız zaman klasik anlamda İngiliz tipi bir muhafazakârlıktan söz etmediğimiz anlaşılıyor olmalıdır. Ayrıca “muhafazakâr sanat”ı şimdi önerenler İngiliz tipi muhafazakârlığı da aşıp, bu sanata yeni bir norm belirlemekten bahsediyorlar. Yani geçmişten beri muhafaza edilen bir şey varmış da o ihmal edilmiş, onu örten toprak yığını kaldırılmak isteniyor değil, adı muhafazakâr olan yeni bir şeye yeni norm uydurmaktan bahsediyorlar. Ben böyle bir muhafazakâr sanatı ilk kez duyuyorum. Hani deseler ki, örneğin “Molla Cami bizim değerimizdir ama ihmal edilmiştir, eserleri Türkçeye gereğince aktarılmamıştır, bunlar geleneğimizin bilinmesi, yaşatılması korunması için önemlidir, çeviri işini artık yapmalıyız” deseler benim itirazım da buna uygun dolayısıyla daha kabul makamında duran bir itiraz olur. Ama hiç de böyle değil, “muhafazakâr sanata norm belirleyelim” diye ortaya çıkıyorlar ve dolayısıyla aklı yetenleri de zıvanadan çıkarıyorlar. Yani bu resmen yeni bir şeyi dikte etmektir. Üstelik de bunu, muhafazakârlık kelimesi adı altında dikte ediyorsunuz. Sanat dediğiniz şey bu dikteyi kabul edecek bir yapı değil. Eğer bunu dikte etmeye çalışırsanız, bu tıpkı 1930’larda Kemalizm’in dayattığı edebiyat gibi, 2012’de de bir edebiyat dayatmaya kalkışmak olacaktır. İlki zorlama, dikte etme nedeniyle tutmamıştı, bakalım bu yeni dikte edilenin şansı ne olacak?
Bu anlamda Yusuf Kaplan, Sovyet Rusya’nın yetiştirdiği balerinler ya da sporcuları örnek vermişti. Böylesi bir projede başkalaşmış bir zihin yapısına mı sahip olur “muhafazakâr sanatçı” dediğimiz kişilik… Muhafazakârlığın böyle bir yanı olur mu, olmaz mı onu bilmiyorum. Zaten ben, olaylar üzerinden değil, daha çok olgular üzerinden konuşmayı tercih ediyorum. Yani olayların boyutu nereye kadar gitmiş, tiyatroda ne olmuş bunlar beni çok fazla ilgilendirmiyor. Muhafazakârlık bir tür gündelik hayat içerisinde, sanat anlamında bir şeylerin üreticisi olarak, kendi zamanının kârını da elde ederek, hayatını idame etme noktasında bir anlayış olarak düşünülüyorsa, bunun böyle ifade edilmesi gerekir. Ama siz muhafazakâr sanat dediğiniz yerde, geçmiş sanatı da buna eklemleyerek söylüyorsunuz. T.S. Elliot için veya bir İngiliz aydını için bu manada bir muhafazakârlık söz konusu olabilir. Ama sizin vahiy ehli olarak muhafaza ettiğiniz bir şey yok ki, muhafazakârlığınız olsun. Demin de söyledim; siz tekrar üzere bir ahlakla yetişiyorsunuz ve tekrarlamayı benimsiyorsunuz. Bu tekrarın içerisinde değişmelere de ayak uyduruyorsunuz. Oysaki “muhafazakârlık” kelimesini kullandığınız zaman, orada sadece bunun sosyolojik anlamlarını kullanmakla kalmıyor, onu aynı zamanda muhafazakârcılık tahtında bir ideolojiye de dönüştürmüş oluyorsunuz. Ben bunun neresine sahip çıkabilirim ki?
“MUHAFAZAKÂR SANAT” ÖNERİSİ OLSA OLSA DANGALAKLIKTAN DOĞAR
Sizce “muhafazakâr sanat” tartışması, dindarların zenginleşip siyasi hayatta daha fazla yer bulmasına paralel olarak “muhafazakâr sanat” oluşturulması bağlamında mı ortaya çıktı? Yani bir anlamda “dindar nesil yetiştirme” yaklaşımının farklı bir yüzü mü? Yeni değil tabi bu tartışmanın başlangıcı… Taa 1839’dan beri adı konmuş, siyasal anlamda İslamcılık olarak da tanımlayabileceğimiz, uzun vadeli bir projenin safha safha uygulanmasıyla ortaya çıkan şeyler. Müslümanların sadece yeni sistemle aralarındaki çatışmanın, zıtlaşmanın ortadan kaldırılması değil, aynı zamanda burjuvalaşmak suretiyle de sistemin içine çekilmeleri zaten bu projenin bir parçasıydı. Dolayısıyla bu projenin son 10 yılda AK Parti eliyle gerçekleştirilmiş olması da çok önemli değil. İdris Küçükömer’in söylediği gibi, “Abdülhamid olmasaydı, çağdaşları bir Abdülhamid’i zaten bulacaklardı.” Buradan bakarsak, Türkiye’nin gidişatı, sistemdeki tıkanma zaten Başbakan Tayyip Erdoğan olmasa da, başka bir Tayyip Erdoğan’ı zorunlu kılacaktı. Bunu söylerken Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Sait Halim Paşa’dan sonra yetişmiş, hem imanının sorumluluklarını hem de sistemin gerekliliklerini en iyi bilen yöneticilerden biri olduğunu da hemen vurgulamalıyım. Aman bu meseleleri konuşurken her şeyi birbirine karıştırmadan konuşalım.
Son on yılda Müslümanlar burjuvalaştılar mı? Evet. Dünyevileştiler mi? Evet. Seküler bir hayata daha sıcak bakmaya başladılar mı? Evet. Lüks diye tabir edeceğimiz ilgiler içine ve tüketim kalıplarına girdiler mi: Evet. “Muhafazakâr sanat” tüm bunların toplamını yansıtan ortak bir talep olarak ortaya çıkmış olabilir mi? Mümkündür. Suyun önünü hangi yöne doğru açarsanız o da o yöne akar. Toplumsal hadiseler de biraz böyledir.
Ancak “dindar nesil yetiştirme” meselesinin bununla ilgili olduğunu sanmıyorum. Doğru olan şeyden yanlış üremez. Demem o ki, dindar nesil yetiştirme (fıkhi söylenişiyle: nesli koruma) imani bir zorunluluktan doğar ama “muhafazakâr sanat” önerisi olsa olsa dangalaklıktan, basiretsizlikten doğar.
Siyasi bir takım mülahazalarla yapılan açıklamalara bazı aydınlar tarafından destek verildi. Mesela İskender Pala “muhafazakâr sanat” manifestosu yayınladı. Peki sizin bahsettiğiniz bu akidevi bozulmaya karşı İslami duyarlılığı olan sanatçı veya aydınlardan bir direnç var mı? O direnç her zaman vardır ama o direncin özelliği örgütlü bir muhalefet olarak ortaya çıkmamasıdır. Zaten çıkarsa kendi karşı çıktığı şeyle eşitlemiş ve geçersizleştirmiş olur. Çünkü orada Müslüman münevvere düşen şey, münevver oluşun sorumluluğunu yerine getirmektir. Burada önemli olan Müslümanların selin dışına çıkarak bir takım şeyleri düşünüyor ve yapıyor olup olmamalarıdır. Selin dışına çıkan insan sayısı her zaman azdır. Örgütlü değildir, dolayısıyla bunların sözlerini siz sloganlaşmış çığlık olarak duyamazsınız.
MÜSLÜMANLAR, BÜYÜK DOĞU VE DİRİLİŞ’LE SAĞCILIKTAN AYRILDILAR
Son kitabınız Minarenin Kılıfı’nda sağcıların maziseverlik melankolisi içinde olduğunu, solcuların ise kötüye kötü diyemediğinden bahsediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Bu ifadelerle ne demek istiyorsunuz? Sağcılık Ziya Gökalp’ten bu tarafa bizde hakim kılınmaya çalışılan bir bakıştır. Dinin kaygısına düşmek, dinle ilgili hassasiyetlerin derdine düşmek gibi bir şey söz konusu değil. Ancak burada dine yaklaşım, toplumsal bir renk, toplumsal bir bağ, insanları bir arada tutan bir sosyal olgu olmak bakımından itibar etmek şeklindedir. Böyle olunca da içinde yer aldığınız dünyada size dayatılan şeyi, kapitalizmse kapitalizmi, daha başka ticari ilişkilerse onları, yani dinin belirlemediği dünyevileşmiş her türlü ilginin içinde olmayı kendiniz için bir mazeret haline getirirsiniz. Bu aynı zamanda bir kimlik kaymasıdır. Yani kimliksizliğin kimliği olarak ortaya çıkar. 1940’lı yıllardan itibaren zaten Müslümanlar da sağcılarla birlikte oldukları için, kendilerini ifade etmekten uzak oldukları için, sosyal ve siyasi şartlar nedeniyle, sol tarafından sağın içinde tanımlandılar, gösterildiler. Sonra giderek bu ilişki 2. Dünya Savaşı’ndan sonra milliyetçilik adı altında başka bir yöne evrildi. Ardından komünizm tehlikesi gibi bir tehlike rejim tarafından üretilerek sağın dikkatine sunuldu. Müslümanlar bu kez de Komünizmle Mücadele Birliği adı altında sağcılarla birlikte oldular. Ne zaman ki Büyük Doğu ve Diriliş çıktı ve Milli Nizam Partisi kuruldu ancak o zaman Müslümanlar Müslüman olarak nitelenmenin yeterli olduğunu farkettiler ve sağcılıktan hem ahlak hem de siyaset olarak ayrıldılar.
Bakın muhafazakâr sanat konusunda da aynı şey söz konusu. Orada da bu işin adını koymaya çalışanlar sağcılar, bu işin manifestosunu yapmaya çalışanlar da sağcılar. Nasıl bir sağcı? Yarın çağırsalar silahı kapıp kışlaya koşacak nitelikte bir sağcı. Pragmatist, korumacı, gücün hayranı, iktidarın kulu...
Sağ bu nitelikleri gereğince muktedirlerle çatışamaz, ona en üst düzeyde gözettiği bir faydaya erişmek üzere katılır. Solcular ise muktedirlerle çatışırlar(dı). Ancak hayat endişesi, güvenli gelecek arzusu onları da sağcılarla yaklaştırdı. Her ikisi de kötüye kötü demeksizin, iktidarla iyi geçinerek geleceklerini maddi bir birikim üzerine inşa etmeye çalışıyorlar.
SEZAİ KARAKOÇ’UN TAVRI MEHMET AKİF’İN TAVRIYLA AYNI
Bu noktadan devam edersek, günümüzde Müslüman duyarlılığıyla edebiyat dergisi çıkaran birçok isim; Sezai Karakoç, -bilmiyorum İsmet Özel’i son zamanlardaki söylemlerinden dolayı bu isimlerin arasında sayar mısınız ama- İsmet Özel gibi ustaların İslami kaygılarla ortaya koydukları önemli eserler var. Ancak bugün geldiğimiz noktada Müslümanlar adına, sağcı diye nitelendirebileceğimiz isimler konuşuyor. Bu bir çelişki değil mi? Önce İsmet Özel konusunu söyleyeyim, ben İsmet Özel’i sayıp saymamak makamında durmaya edep ederim. Biz onların elinde (eserlerinin bereketiyle) büyüdük. İsmet Özel bu ülkede hem düşünce hem de edebiyat açısından bir kilometre taşıdır. İsmet Özel öyle ırkçılıkla ilgili konuşuyor diye, kimsenin İsmet Özel’i silkelemeye, atmaya da hakkı yoktur. İnsanlar hata etmezler mi, ederler? Ömürlerinin bir yerinde yanlış yapmazlar mı, yaparlar? Kimdir o kadar mükemmel, yanlışsız ve ömrünün kalan kısmında da hiç yanlış yapmayacağına güvenerek yaşayan ki, İsmet Özel’i sorgulamaya kalkışıyor?
Evet, bunlar bizim değerlerimiz ancak uzun vadeli olarak uygulanan bir İslamcılık projesiyle her Müslümanın yüz yüze olduğunu da unutmuyoruz. Burada Müslüman münevverlerin, selin içine girerek müdahale hakları yok. Ayrıca onların bayrağı altında çok örgütlü bir karşı çıkış da söz konusu olamaz. Onlar sözlerini geçmişin içinden bugüne ve geleceğe dair söylerler. Bunların etkileri sonradan düşünmeye çalışan insanlar üzerinde ortaya çıkar, onların ortaya koyduğu bir takım örgütlenmeler, onlardan beslenmek suretiyle kendilerini ifade ederek somutluk kazanırlar. Son bir örnekle söyleyeyim; Sezai Karakoç kendisine verilen devlet ödülünü kabul etti, ancak maddi anlamda ödülün bedelini kabul etmedi. Bunu dedi filan yere verin…
Şimdi siz bu hadiseyi Sezai Karakoç’un bireysel bir tavrı olarak da görebilirsiniz, ama bunu aynı zamanda bizdeki münevver geleneğiyle de ilişkilendirebilirsiniz. Çünkü Sezai Karakoç’un ortaya koyduğu tutum, aynıyla Mehmet Akif’in ortaya koyduğu tutumdur. İstiklal Marşı’nın kabulünde, kabule itiraz etmemiş ama verilen ödül için de, “götürün bilmem nereye verin” demiştir. Mehmet Akif’in 1930’lu yıllarda yaptığı şeyle, Sezai Karakoç’un 2012 yaptığı şey nitelik, nicelik ve eylem olarak aynıdır. Bu bakımdan Müslümanların tutumları, bakışları, halleri öyle dünden bugüne değişecek haller değildir. Ama bu öyle bir değişmeme ki, geleceğin değişimini de içinde barındırıyor. Zaten biz tekrarlama ahlakının dışında duran insanları söylüyoruz. Bu manada Müslüman münevverler bulundukları yerlerde zaten söyleyecekleri şeyi söylüyorlar, önemli olan onları duyacak kulakların olup olmaması. Asıl oraya bakmak gerekir bence.
SEZAİ KARAKOÇ VE İSMET ÖZEL MESNEVİ YAZDI, VAR MI BAŞKA TALİP OLAN!
Siz şiirin Türkiye’de müstesna bir yeri olduğunu düşünen birisiniz. Ama geçtiğimiz aylarda yazdığınız bir yazıda bir arkadaşınızın ağzından “Onca şair yetişiyor ama ortada şiir yok. Bir şiir kabızlığı yaşanıyor” diye bir ifadeniz var. Şiir bir tür kriz mi yaşıyor? Şiirin kabızlığı değil, iyi şiirin kabızlığı söz konusu. Yoksa sabah erken kalkan herkes şiir yazıyor. Zaten klasik bir söyleyiştir; bu ülkede yaşayan her beş kişiden altısı şairdir. O manada iyi şiire ilişkin bir kabızlık söz konusu. Latin alfabesinin ortaya çıkması ve özellikle sistemin kendisine bağlı yeni edebiyatçılar kuşağını oluşturma çabası içerisinde şiir de tümüyle dünyeviliğin alanına çekildi ve gittikçe gündelik hayatın içinden söylenen ucuzlaştırılmış bir söz haline geldi. Şiir küçüldü, küçüldüğü oranda içeriği de küçüldü. Yani “sabah erken kalktım/ yüzümü yıkadım/ utanmadın mı kızım” gibi bir şeyi söylemek de artık bugün şiir olarak telakki ediliyor ki, İkinci Yeni’nin de zaten şiir namına armağan ettiği şey de bunun çok fevkinde değildir. Buradan çıkarak yapılan bir şiir var. Herkes, herhangi bir adi cümleyi bile, şiir kalıbı içinde söyleyerek büyük şiir yazdığını düşünmeye başladı. Böyle bir enflasyonla yüz yüzeyiz. Ama gerçekten asliyetine, hasletine, yapısına, mantığına uygun olarak şiir ortaya konuluyor mu denildiğinde bir şiirden söz etmek oldukça zor. Niye zor? Siz isterseniz, “gelenek orada kaldı, işte her şey yenilendi” filan diye durun, ben yine de hala bir şairin şairliğinin ispatının “mesnevi” yazmaktan geçtiğine inanırım. Bu manada Sezai Karakoç mesnevisi olan bir şairdir. Bu manada İsmet Özel mesnevi yazmış bir şairdir. Var mı başka buna talip olan bir adam? Buna talip olmak biraz yürek ister!.. Buna talip olmak Divan’ı bilmeyi gerektirir... Buna talip olmak aruzu bilmeyi, şiir sanatlarını, türlerini bilmeyi gerektirir... Siz damarlarınızla olan bağın kesilmesini bir rahatlık olarak görüp, hem olması gereken şiirle bağlantınızı iptal edip hem de Müslümanca duyarlılıklar içinde durarak şiir yazacağınızı zannediyorsanız aldanırsınız.
HER KUŞAK KENDİ DERGİSİNİ ÇIKARMALI
Geçmişte Mavera, Diriliş gibi güçlü edebiyat dergileri vardı. Şimdi Dergah gibi dergiler söz konusu. Bir de amatör çabalarla edebiyat dergisi çıkarmaya çalışan gençler var. Bu dergileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir merkez dergiler var, bir de onun etrafında öbeklenen dergiler var. Bu, bu zamana mahsus bir şey değil. Bu geçmişten beri böyle gelen bir şey. Merkez dergiler diye tabir ettiğimiz dergiler, sizin de adını zikrettiğiniz Dergah başta olmak üzere rüştünü ispat etmiş, kurumlaşmış, söylediği sözün bir karşılığı olan, ne yazıyor diye merak edilen dergilerdir. Yani Dergah’tır, Hece’dir, Varlık’tır, İtibar’dır, Bir Nokta’dır, Karabatak’tır… Merkezde hangisini görüyorsanız onlardır…
Bir de kuşakların kendilerini rahatça, güdülmeden, güdülendirilmeden ifade etmek zorunda hissettikleri birtakım yapı arayışları var. Sizin dediğiniz dergiler bu dergilere giriyor. Ben bunun karşısında değilim. Çünkü usta-çırak ilişkisi dediğimiz yapı tahrip olmuştur. Bozulmuştur. Bu saatten sonra isteseniz de usta-çırak ilişkisi içerisinde bir edebi geleneği devam ettiremezsiniz. Zaten böyle bir şeyi talep etmek artık gericilik olur. Niye? İletişimin bile yüzde 60’ının artık telefonda değil, internet üzerinden yürüdüğü bir ortamda usta-çırak ilişkisinin gerekliliğinden bahsedemezsiniz. Kuşak dergileri diye tanımlayacağımız bu dergiler, o dergiyi çıkaran insanların söyleyecekleri sözler konusunda kendilerini sınamalarına vesile oluyor. Bu sınamalar neticesinde kendilerine belli bir edebi ufuk çizdikten, edebi bir gidişat tayin ettikten sonra bu insanlar zaten zorunlu olarak merkez dergilere gireceklerdir. “Bu dergiler merkez dergilere giden bir merdivendir” de demiyorum. Ama her kuşak kendi dergisini çıkarmalı ve kendi sözünü söylemeli. Eğer öyle olmaz da merkez dergilere eklemlenerek bir şeyler yapmaya çalışalım derseniz, onların temsil ettiği edebiyatın içinde yer alırsınız. O zaman bir yenileşme söz konusu olmaz. O nedenle bu dergilere her zaman ihtiyacımız olduğunu zannediyorum.
HAVARİNİN MAKBÜLÜ İHANET EDENDİR
İsmet Özel bir keresinde şiirlerinin dönemin önde gelen edebiyat dergilerinde görmezden gelindiğini, ancak Esenlik Bildirisi’ni yayınladıktan sonra kendisinin artık görmezden gelinemediğini söylemişti. Bu anlamda edebiyat dergilerinde yaşanan gruplaşmaların, çeteleşmelere dönüştüğü gibi bir algı da var. Bu algı gerçeği yansıtıyor mu? Gruplaşma her zaman vardır. Onu önleyemezsiniz. Yani gruplaşma ama sadece birilerinin önünü keselim, birilerinin şiirlerine geçit vermeyelim, diyerek yapılan bir şey değil. Gruplaşma, “aynı frekanstan konuşuyoruz, aynı dili konuşuyoruz, dolayısıyla söyleyeceğimiz şeyleri müştereken ifade edelim” anlamında bir gruplaşma da olabilir. İşin doğrusunu söyleyeyim, çete suçlaması bana çok ucuz bir suçlama gibi geliyor. Büyük şairler nezdinde bir grup oluşturmaktan bahsediyorsak burada tabii kural şudur, havarisiz İsa olmaz. Havarinin makbulü de ihanet edendir. Bir araya gelirsiniz, toplanırsınız, birilerine havari olursunuz. İsmet Özel aslında onu yapmıştır. Söylediği şey odur. Sonra oradan çıkar, ihanet edersiniz. Sizin ihanetiniz, sizi siz yapabilir. Bu edebi işleyişin böyle paradoksal bir yanı da var kuşkusuz.
ŞİİR DÜŞTÜĞÜ YERDEN KALKACAKTIR
Siz Yeni Türk Edebiyatında Öykü isimli kapsamlı bir çalışmanın sahibisiniz. Bir keresinde “Şiirin Türkiye’de müstesna bir yeri var. Öykü de inşallah böyle olur” diyorsunuz. Hikâye/öykünün edebiyatımızdaki yeri nedir? Bizim şah sanatımız şiir. Bu işin tartışacak bir tarafı yok. Nesir şiiri izleyendir. Fakat olaya Batı perspektifinden bakarsanız aslında sanat dediğimiz şey öncelikle mimaridir. Mimariyi resim izler, resmi de şiir ve musiki izler. Yani böyle dörtlü bir hiyerarşi söz konusudur. Ama bu hiyerarşinin olması, birinden diğerine geçme makamında oluşu değil düzey farkını ifade eder. Şiir konusunda Batıya hiçbir zaman muhtaç olmayacağımız kadar çok sahih kaynaklarımız da var, birikimimiz de var, üretimimiz de var. Bugün şiirin bir enflasyon içinde olması da buna engel değil. Şiir yine düştüğü yerden kalkacaktır, yine bizden doğacaktır, gelişecektir diye umuyorum.
Öykü ise zamanın anlayışlarına, gelişmelerine göre şekillenir... Öykü, bizim sadece tahkiye etme noktasında durmayıp, aynı zamanda batılı teknikleri de almak suretiyle ürettiğimiz yeni bir türdür. Yani bu anlamda öykü modern hikâyedir. Modern öykü diye bir şey olmaz, o zaten moderndir; bunu aynı kelimenin imkânı içinde kullanmak basiretsizlik değilse koyu bir cehalettir. Neticede biz hala bir hikâye geleneğinden bahsediyorsak aslında Dede Korkut’tan işe başlamamız lazım. Yani Dede Korkut’la diyelim ki Hüseyin Su arasındaki çizgi doğrusal bir çizgidir. Ve hala Hüseyin Su öykü yazıyor olmasına rağmen Dede Korkut’un torunu olarak öykü yazmaktadır. Başka birisi olarak değil.
HİKAYE İNSANA VERİLMİŞ BİR NİMETTİR
Öykünün önemi nereden geliyor? Cenab-ı Hakk’ın hikâyesi yoktur. Kuran’da hikâye sözcüğü de yoktur. Hikâye, insana verilmiş olan bir nimettir. Biz her şeyimizi hikâyenin içinde anlatırız, hikâyenin içinde hikâyeyle gerçekleştiririz. Yani sizin yüksek lisans teziniz iyi sunuyor olmanız aslında bir hikâyenizi en iyi şekilde anlatmanızdan başka bir şey değildir. Ya da benim gündelik yaşamıma ilişkin bir durumu iyi anlatıyor olmam, aslında onu iyi hikâye ediyor olmamdan başka bir şey değildir. Bu nedenle hikâye bize verilmiş bir nimettir. Bizim ilk hikâyemiz de Âdem babamızla ile Havva validemizin cennetten çıkarılmalarından sonra onların cennete duydukları özleme dair söyledikleri şeylerle beslenerek bugünlere gelmiştir. “İle” edatına dikkat ediniz, ilenin oluşu ve olduğu her durum hikâyenin ta kendisidir çünkü bu ikilik demektir ve hikâye ikili durumun adıdır. Romana karşı öyküyü, hikâyeyi her zaman bu bakımdan öncelerim. Çünkü tahkiye etmek, hem masal olarak hem mesnevi, hem mesel, hem fabl olarak, isimleri değişik de olsa neticede hikâyenin içinde toplanan, bir tür onun hurcunda yer alan anlatın tarzları olarak bugüne kadar gelmiştir. Ve bunun devam etmesi de ancak tekrarlanmasıyla mümkündür. O manada öykünün bir toparlayıcılığı söz konusu. Öykü, tahkiyenin kendisini temsil eden, öz itibariyle de onu hala besleyecek ve geliştirecek damara sahip olandır.
Bugün yazılan öyküler açısından durumun nasıl bir tabloya kavuşup kavuşmadığını soracak olursanız şunu söyleyebilirim: Öyküde öz her zaman biçimi belirler. Bu bir kuraldır. Ancak ne yazık ki özün biçimi nasıl etkileyeceğine dair tecrübe yazarak elde edilebilir. Bunu birdenbire kazanmış olamazsınız. Eğer bunu sadece içsel bir zorunlulukla değil de bilgisel bir gereklilikle ortaya koyuyorsanız teknik her zaman sizin bir şeytanınız olarak öne çıkacak, her zaman özü perdeleyecektir. Ben, bu manada özün öykücülüğümüzde giderek zayıfladığını, tekniğin biraz fazla öne çıktığını zannediyorum. Ancak bu yine de öykünün kendini toparlamasına engel bir durum değil. Çünkü neticede bir metin, samimiyetle yazılmış olması yetmeyen, samimiyetini de aşikâr eden bir metindir. Öykünün özü de böyledir. Giderek daha çok bizim kendimize ait kültürün içinde durarak bu türlerde yazacak olanların, işin kaynağını görmekte çok fazla gecikmeyeceklerini ve önümüzdeki 20- 30 yılda hikâyenin bizde başat bir tür olarak kendi varlığını kendi asli özüyle daha çok hissettireceğini düşünüyorum.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Ömer Seyfettin, Peyami Safa, Sait Faik… Bunlar geçmişin önemli hikâyecileri. Mustafa Kutlu, günümüz hikâyeciliğinde artık tartışılması imkânsız bir yazar. Bugün baktığınızda gelecekte iyi hikâyeci olacak dediğiniz kimler var? Ben zar atmam, çünkü zar kullanmam. Fakat bu demin sözünü ettiğimiz merkez ve taşra dergileri dediğimiz dergilerin her birinde bu işi iyi yapmaya niyetli, kararlı, azimli birçok isim görüyorum. Zaten onlar olmasa böyle bir edebi hareketin varlığı söz konusu olmaz. Bu edebi hareketlilik varsa bu hareketi doğuran iyi isimler ve kendilerini geleceğe taşıyacak olan iyi isimler de var demektir. Mesela ilk öykü kitabı yayınlanan Aykut Ertuğrul’un, Mukadder Gemici’nin, H. Hümeyra Şahin’in, Hasibe Çerko’nun iyi öykücü olacaklarını düşünmüyorum bilakis onların daha ilk kitaplarıyla iyi öykücü olduklarına inanıyorum.
ABDURRAHİM KARAKOÇ MÜSLÜMANCA ESTETİK GAYRETİ OLAN BİR ŞAİRDİ
Geçtiğimiz günlerde –Allah rahmet eylesin- Abdurrahim Karakoç vefat etti. Halk edebiyatının belki en güzel örneklerini bıraktı. Abdurrahim Karakoç’un bizim edebiyatımızdaki yeri nedir?
İlle halk edebiyatı diye bir ayrımdan söz edecek olursak haklısınız. Abdurrahim Karakoç’un -Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun- bizim çocukluğumuzda mitinglerde söylediğimiz “Hak Yol İslam Yazacağız” marşının sözlerini yazan insandır. Müteşerri bir insandır, öyle biliriz. İlahi tarzında da şiirleri vardır. Maraşlı’dır, Yörük kültürünün içindedir. Bu nedenle türkü tarzında, hece vezninin içinde duran bir şairdir. Edebiyat tarihinde Abdurrahim Karakoç’un nereye oturup oturmayacağını bilemem. Ama bildiğim bir şey var. Bu insanı nasıl bilirdiniz diye sorulduğunda bizim söyleyeceğimiz şey; “Abdurrahim Karakoç’u Müslüman bilirdik ve estetik gayreti, Müslümanca estetik gayreti yoğun bir adam olarak bilirdik” demektir. Bir insanın da ahir ömründe ya da vefatında işitebileceği veya arkasından söylenebilecek en güzel sözün bu olduğunu zannediyorum.
İYİ YAZAR, TAŞAN BİR BİLGİYLE YAZAR
Son olarak sitemizin Genç Yazarlar isimli bölümünden bahsetmek istiyorum. Bu bölümümüzde henüz yazarlığa yeni başlamış isimler yazıyor. Bazen iyi, bazen de vasat yazılar geliyor. Yazar olmanın bir kuralı, bir yolu var mıdır? Yoksa insan işin içine girdikten sonra biraz terleyerek, kendi çabasıyla mı bu işi öğrenir. Bu anlamda genç yazarlarımıza nasıl bir tavsiyede bulunursunuz?
Valla okur olmak için okumak gerekiyor yani okudukça okur olursunuz. Okur olduktan sonra yazmaya başlarsınız ve yazdıkça yazar olursunuz. Yazmadan yazar olmak mümkün değil. Ama okumadan yazar olmak hiç mümkün değil. Orada zorlanılan şey, öncelikle okurluk unvanını elde etmektir. Onun için Cemil Meriç kitaplardan bir fayda umuyorsan onlara ömrümüzü harcamamız gerektiğini söyler. Yani bu başka türlü mümkün olmaz. Bir bedel ödemeniz gerekir, o da kendi hayatınızdır. Bu bağlamda genç yazarların, özellikle belli alanlarda daha iyi konuşma, söz söyleme hakkına sahip olmak için o alanlarla ilgili çok ciddi okumalar yapmaları gerektiğine inanıyorum. Yazmak işin son kısmıdır, çok da önemli bir şey değildir üstelik. Önemli olan bilgidir. Zaten iyi bir yazar, taşan bir bilgiyle yazar. Son olarak tekrarlamam gerekirse, yaza yaza yazar olunur. Yazmaktan başka bunun bir yolu yok.
www.on5yirmi5.com (18-19 HAZİRAN 2012)