“Zaman kadar eski gül kırmızısı şehir…”
Yazımızın ilk bölümünde Ürdün tarihinin insanlık tarihi kadar eski olduğunu, Ürdün’ün antik şehirlere sahip olduğunu söylemiştik. Bu şehirlerden turistik anlamda en revaçta olanı Petra. Bu antik kent benim de Ürdün’de görmek istediğim mekânların başında geliyor. Merve daha önce iki kez birlikte Petra’ya gittiği bir turdan bize yer ayırtıyor.
İki gün, bir gece sürecek program hayli yüklü. Petra’dan, Vadi-i Rum’a, Vadi-i Rum’dan Akabe’ye geçeceğiz. Tura katılanların çoğu bizim gibi turist. Çoğunluk bölge dışında yaşayan Araplar. Hemen önümüzde Avusturya'dan Amerika'dan gelen akrabaları ile birlikte tura katılan Lübnan'lı bir grup da var. Siyah saçlı, koyu kahve renkli gözlü, beyaz tenli bıcır bıcır Arapça konuşan Lübnan’lı kızların boyunlarında haç asılı. Ürdün’de yaşayan Hıristiyan Araplar sembol kullanmıyorlarmış ama Lübnan’da sembol kullanmak çok yaygınmış.
Ne tuhaf bu şiirsel dil bizim belleğimizde hep Kur’an’ı, İslam’ı çağrıştırıyor. Oysa gitmek için yola çıktığımız Petra’nın sahibi putperest Nebatiler (M.Ö. 400 ile M.S. 106 )Arapça konuşan kavimlerin atalarından sayılıyorlar. Tunç ve kaya yazıtlarından anlaşıldığına göre de Mekkelilerin tanrıları Lat ve Uzza’ya tapıyorlarmış. Ayrıca Mısırlılar gibi krallarına yarı tanrılık atfediyorlarmış.
Tur rehberi elinde mikrofon kıvançla turdaki misafirlerinin ülkelerini anons ediyor: Amarika, India, Endonezia…Avusturalia… Bizi de sayıyor ve “Turkiyye…Erdugan” diyerek tezahürat yapıyor ama bizi tekerlek üzerinde bir koltukta oturtuyor. Büyük gruplara ayrılan yerlerin dışında iki koltuk varmış.
Saat 10 gibi güzel bir işletmede mola veriyoruz. Duvarlarda Ürdün’ün tanıtımı için bedevi kıyafetleri ile poz veren, sanat eseri peçeleri arasından göz süzen kadın resimleri... Reyonlarda kaliteli yerel kıyafetler, hediyelik eşyalar ve tertemiz lavabolar. Keskin kokulu iyi bir kahve, gece yarısı uyanıp, saat 04.00 de yola çıkmanın tatsızlığını alıyor üzerimizden.
Yola koyuluyoruz yeniden. Teypten Kral Abdullah’ı ve Ürdün’ün şehirlerini öven şarkılar yayılıyor. Dünyanın diğer uçlarından kendi bölgelerine gelmiş insanlar neşe içinde her şehrin isminin geçtiği nakarat kısmında hep birlikte tempo tutarken Merve’in hinliği tutuyor: Zaten Ürdün’ün bir albümlük şehri var, diyor.
Yaz kampına giden liseliler gibi şenlik şamata gidiyoruz. Anlaşılan rehber mikrofonu eline alınca susmayanlardan. Sapsarı da dişleri var. Bilmeceler soruyor, fıkralar anlatıyor(muş); ben sessizliği, gideceğim yer hakkında düşünmeği tercih ederdim.
Petra, Yunanca “kaya” demekmiş. Dünya’nın Petra dediği yere Araplar, Al batara, diyormuş. Araplar için bilinen ve yakın zamana kadar bedevilerin mekân tuttuğu gül renkli Petra’yı, Avrupa ve yeni dünya için 1812 de İsviçreli seyyah şarkiyatçı Johann Burckhard keşfetmiş. O gün bugündür arkeolojinin, tarih bilimcilerin gözdesi olmuş Petra.
UNESCO’nun 1985 de dünya kültür mirası listesine, BBC’nin “ölmeden önce görmeniz gereken kırk yer”e dahil ettiği antik Petra,kendi zamanının ticaret yolu olan Basra, Şam, İran Körfezi’ne… Gazze, Akabe; Kızıldeniz’e uzanan kervan ticareti rotası üzerinde yer alıyor, kervan ticaretini kontrol ediyormuş. Mısır’ın 18. hanedanlığına denk geliyorlarmış Nebatiler. Meşhur Amarna mektuplarında geçiyormuş Petra.
Eski dünyada şehirlerin su kıyısına kurulduğunu, kervanların su kenarlarında konakladığını biliyoruz. Petra’nın önemli bir özelliği de daima akan bir suya ve su kanallarına sahip olması; Nebatilerin bölgedeki taşkınları, sel sularını sarnıçlarda depolamaları; “suyu kullanabilme” becerileriymiş.
Dağlar misali kumtaşı kayalarının çepeçevre sarıp, kale gibi kuşattığı bir havza içinde kurulmuş bu şehri, kuşkusuz kendi zamanında “ticaret” ve “su” çok önemli kılıyordu. Fakat bugün antik Petra’yı ilginç kılan şey, dünden bugüne kalan kesme kaya mimarisi. Ve bu “kayaları yontanlar”ın kimlikleri.
Araplar için Petra, “Musa’nın asasını kayaya vurduğu yer” imiş. Bu nedenle Vadi-i Musa da deniliyor Petra’ya. Musa Peygamber, Mısır’dan çıkardığı İsrailoğulları’nı çölden geçirirken asasını bir kayaya vurur ve kayadan on iki pınar çağlar. Çölde susamış ümmeti bu sudan içip kanarlar. Fakat sonra her kabile kendi içtiği suyun daha lezzetli olduğu iddiasında bulununca ihtilaf konusu olur bu su.
Tasavvufta sevginin, bağlılığın göreceli olduğuna dair örnek olarak anlatılır bu hikâye. Sûfiler her tarikin kendi yolunu üstün bulma iddiasına karşılık Musa Çeşmesi’ni işaret ederler; derler ki herkes içtiği suyun tadını bilir. Belki de Petralıların sahip oldukları “daima akan su” Musa’nın asası ile vurduğu kayadan fışkıran suydu. Bilemiyoruz. Bu bölge esatirle/ eskilerin masalları ile dolu. Biz de Petra’ya girmeden hemen önce Musa Çeşmesi’nde konaklıyoruz.
Su bir hazneye toplanıp oluklardan akıyor. Musa’nın ümmeti gibi biz de kana kana içiyoruz bu tatlı sudan. Ve suyun hemen yanı başında bahçeden toplanmış kayısılar satın alıyoruz. Çok lezzetliler; Musa’nın Çeşmesi’nin suladığı toprağın meyveleri bunlar.
Niçin, Musa, İsa gibi gökten gelen haberlere ve gabya inanmak gibi bunca ortak değer bizi bir yerde birleştiremiyor da bütün bunlar aramızda ayrılık ve kavga nedeni oluyor? Bu hayıflanmaya biraz evvelki hikâye cevap veriyor; herkes içtiği suyun tadını bilir. Kendimi şanslı buluyorum. Tekrarlıyorum; “Bütün peygamberlere inandım…”
Petra’nın girişi Babil’i hatırlatıyor bana. Bütün diller konuşuluyor gibi burada. Diller, ırklar, tenler… Dünya burada. Hatırı sayılır bir giriş ücreti alınıyor. Merve biletleri alırken etrafımızda Türk olmadığından emin, yüksek sesle söylenmemesi gereken bir şey söylüyorum Merve’ye. Bir ses, Türk bunlar… Arkama dönüyorum. Kırk- kırk beş yaşlarında bir Bey, Türk müsünüz? Evet, dememle birlikte ahiretten adam görmüş gibi seviniyor: “Ama Arap gibi giyinmişsiniz” diyor.
Kendisinin neye benzediğinin farkında değil anlaşılan. Başında Ürdünlülerin taktığı kırmızılı örtü/kûfiye, alnında onu tutan siyah çevre/ igal… Esmer, top sakal, güneş gözlüğü, şortu ve sırt çantası ile seyahate çıkmış iri yarı, has bir Arap gibi duruyor.
Üç kişiler. Diğeri elli-elli beş yaşlarında asker duruşlu bir Türk, ve bozuk bir Türkçe ile konuşan bir Arap. İkisi de normal kıyafetler giyinmişler. Kefiyeli Beyefendi kendini tanıtıyor, Ankara’dan gelmiş. Birkaç aydır Amman’daymış. Uçak mühendisiymiş. Türkiye ve Ürdün devletleri arasındaki bir anlaşma çerçevesinde Ürdün ordusunda F-16 uçaklarının revizyonu için buradaymış. Asker duruşlu olan yıllardır Amman’da orduda görevliymiş. Arap olan da Türkiye de üniversite okumuş bir Ürdünlü imiş.Onlar da Petra’ya gelmişler. Ankaralı vatandaşım yurt dışında ülkesinden birini görmekten çok memnun. Memleketi çok özlüyormuş. Hemen bizi sorguya alıyor. Kızım Ürdün'de okuyor, bana o rehberlik yapıyor diyorum.
Merve yurtdışında kendine çok sıkı koruma kuralları geliştirmiş, “yabancılarla konuşmamak” çerçevesinde Türk de olsa bir yabancının bizimle ilgilenmesinden pek hoşlanmıyor. Bizim beklememize gerek yok ben yolu biliyorum, diyor. Zavallı memleketlimin sevincini kursağında bırakıp bütün dünya milletlerini geride bırakacak bir tempo ile ilerliyor, en öne geçiyoruz.
Alanın girişinde, bölgeyi gezebileceğiniz kiralık faytonlar, atlar var. Kendileri vahada sanan atlarını dört nala koşturan binicilerden, bizi ezip geçecekmiş gibi hızla giden faytonlardan korunmak için ara ara bekliyor, tek tük kaya oyuntuları gördüğümüz bir açıklıktan ilerliyoruz.Acaba bu hızlı sürüşler de turistik bir gösteri mi? Sürücülerin geçmesini beklerken memleketlim bize yetişip yine ahiretten adam görmüş sevinci gösteriyor. Nafile bir çaba. Merve’yle biz hızlanıp yine en öne geçiyoruz…
Biraz daha ilerleyince sanki birden “açıl susam açıl” sözleriyle açılmış yüksek kayaların arasına; koyu gölgeli bir aralığa giriyoruz. Yüksekliği 182 metre ile 91 metre arasında değişen, 1200 metre uzunluğundaki bu kanyonun sonunda -bu kanyonun bir depremle meydana geldiği düşünülüyor- bir zaman tünelinden geçmiş, bir başka zamana gitmiş gibi küçük bir meydana çıkıp, gurup pembesi, şafak kızılı diyebileceğimiz kayalara oyulmuş sütunlu, alınlıklı bir yapıyla yüz yüze geliyoruz.
Bir heykeltıraşın taşı yontarak şekillendirmesi gibi kaya kütlelerinden yontularak biçimlendirilen bir mekân bu. Çarpıcı bir etkisi var. Herkeste bir hayranlık ifadesi… Burası gül renkli şehrin başlangıç noktası. Karşımızdaki kasır zannedebilinecek muhteşem yapı da Efes benzeri, Roma ve Helen karışımı bir mezar odası. Araplar buna El Hazne diyorlar. Kim bilir hangi komutan bu haznede bekleyip ebedi hayata geçiş yapacaktı. Hız çağının uzağında yaşayan insanların düşünmek, düşlemek ve taşı işlemek için bol bol vakitleri vardı.
“Mimarlık, içinde bulunulan zamanın beklentilerinin mekânsal olarak ortaya çıkışı; biçim ve düzen, estetik, ışık hareket, işlev, malzeme” demekse de aynı zamanda boşluğu hacmimizle, sınırlandırabileceğimiz… Çevresi ve kubbesi belirli, içinde kendimizi emniyette hissedebileceğimiz, sakin/leşeceğimiz “yer” ve zamanı “var”, “yaşanmış” kılan en önemli unsur.
Bu mekândaki de o; yaşanmışlık. Burada binlerce yıl önce yaşamış insanlara dokunmuş gibi oluyor insan.Biz yokken var olanların hayatına dokunmuş gibi. Niçin bizi bu kadar heyecanlandırıyor onlarla dokunmak? Belki de başka bir zamana gitmektir bu. Peki, zaman nedir? Zaman bütünleyici bir şeyi anlatıyor galiba; mekânı kuşatan bir şeyi. Fakat bu bölgede mekânın ve zamanın ötesinde; varlığın ruhunun peşinde oluyor insan.
Antik tiyatro, kral ve kraliçe mezarları. Tepelere tırmanıp, kaya oyuntusu mezarlara girip çıkıyor dünya insanı. Biz de giriyoruz. Bir kraliçenin mezar odasıymış. Yüksek ve geniş. Mezar odasından belli ki oldukça saygınmış Kraliçe. İçinde lahit v.s… hiçbir şey kalmamış. Nadan eller boşaltmış mezarını. İçimde çok genç ölmüş olduğuna dair bir his uyanıyor. Taze ve dokunaklı bir duygu var burada. Belki de bir ihanet sızısıdır bu.
Mezar odasının önünde yaşlı bir bedevi kadını bir şeyler satıyor. On dinar. Bir lira etmez. Yaşlı kadına iki dinar hediye etmek istiyorum. Kabul etmiyor. Merve kadının mırıldandığı kelimeleri tercüme edince utanıyorum, Ben dilenmiyorum, mal satıyorum. Beş dinara incik boncuk bir kolye almak zorunda kalıyorum.
İki küçük bedevi kızı yanımıza yaklaşıp birer dinara kum taşından düzeltilmiş şeyler satıyorlar bize. Merve onlarla Arapça konuşunca da milliyetimizi, cibilliyetimizi soruyorlar. Türk olduğumuzu öğrendiklerinde ise hemen Gümüş dizisinin oyuncularını soruyorlar. Orada esas kızın adı Nur, oğlanın Muhannet'miş. Muhannet’i görüyor muymuşuz? Onların kulübelerinin üzerinde de çanak antenlerden varmış demek.
Kraliçenin mezarından inerken memleketlilerimle karşılaşıyoruz,“Aa bizimkiler”, diye seviniyor yine mühendis Bey. Hayır, Merve memleketten iki laf etmek isteyen adamcağıza yüz vermeyecek. Ben de sıkılmaya başladım zira memleketlilerim bana yeterince turist gibi davranma imkânı vermiyor. Oysa yoruldum, şehir içi ulaşım aracına; deveye binmek istiyorum. Bu arada şunu ilave edelim, atların ve faytonların izni Hazne’ye kadar. Hazne’den sonraki bölümü deve ile gezebiliyorsunuz.
Antik kent gerçekten cezbedici, her noktaya uğramak istiyorsunuz. Dairesel koca bir meydanın sonunda, başka bir meydana açılan yüksel sütunlu bir kapı (tak) taş döşeli bir yol ve antik Roma beliriyor. Bu defa sütunlar ve yerlere döşenen kare bloklar sarı taştan. Şimdiye dek hiçbir şey antik bir yolun hissettirdiklerini hissettirmedi bana. Yol bambaşka bir şey. Üzerinden hayat geçmiş, nehir gibi akan bir şey yol…
Darwin’in maymuna dayandırıp çözüm bulduğu, bizim Âdemi hikâyeye dayandırıp çözmeğe çalıştığımız düğüm. Kimdiler, nasıldılar? Cennet'ten nasıl indirildiler, dilleri ve kendileri nasıl bölündüler, nasıl yaşadılar? Yaşama, duyma, düşünme ve ifade biçimleri? Bir tanıma isteği bu. Fakat aslında bütün bunların kendi izimizi aramak kendimize dair bir iz sürmek olduğunu hepimiz biliyoruz.
*
Bir dönem Roma hâkimiyeti altına giren Petra o yıllarda da görkemi sürdürüyor. Fakat sonraki zamanlarda ticaret yollarının denize kayması ve yaşadığı deprem nedeni ile sönüyor yıldızı. Eğer bir esatir değilse -ki kuşaktan kuşağa gelen yerel nakillere itibar etmek gerek, Ürdün'de Nebatiler’in Kur’an’ı Kerimdeki “kayaları oyanlar” yani Semud Kavmi olduğu söyleniyormuş. Zira Hz. peygamber, Tebük seferine giderken bu noktayı işaretle Salih Peygamber’in kavminin yaşadığı yer oluğunu buraya gazap inmiş olması sebebiyle burada konaklanmaması ve suyundan içilmemesi melalinde tavsiyelerde bulunmuş.
Bu nakillerin sahih kaynaklardan aktarıldığını bilmekle birlikte Hazreti Peygamberin işaret ettiği yerin gerçekten Petra olup olmadığını bilemiyoruz. Mevdudi, Nebatilerin Semud Kavmi’nin takipçileri olduğunu, kayaları oymayı onlardan öğrendiklerini (yan yana ama farklı tarzdaki mimariye işaretle) bu iki milletin ayrı kavimler olduğunu söylüyor.
Arkeologlar da Petra'nın katmanlarından söz ediyor ve şimdiye kadar kazılarla ortaya çıkarılan kısmın henüz yüzde üç mesabesinde bir şey olduğunu söylüyorlar.
İbni –Batuta ve Evliya Çelebi de antik kenti “gittim/gördüm” diyenlerden. İbn-i Battuta Hac yolunda uğradığı kenti anlatırken itidalli, fakat Evliyamız her zamanki gibi abartılı. Evliya Çelebi’ye göre, çağdaşları Mısırlıların normal boyutlardaki mumyalarının aksine, Nebatilerin, Adana kabağı kadar iri kafalı iskeletleri varmış: “…70-80 kafadar arkadaş ile Hz. Salih’in şehrini temaşa eyledik. Bu dağları mağara mağara, yar yar edip peynir gibi kesmişler, kayalara pencereler, kapılar açmışlar ve oymalar yapmışlar ki köşkler, divanhaneler ve yeraltı odalarının her birine bin- iki bin adam sığar. Bu şehrin kapıları üzerinde birer ikişer “İbranî’ ve “Süryanî” yazısı ile tarihler vardır. Bu kapıların üzerinde korkunç kuş veya dev suretleri yapılmış. Hakir, bu mağaraların içlerine girdim. Nice iskeletler, başları Adana kabağı kadar, kolları yedişer –sekizer zira… Bazıları çürümüş, ikişer üçer incik kemikleri var. Bazı harap olmamış evler, Hz. Salih’e iman edenlerin evleri olsa gerektir.”
Tabii bu yazıyı Evliya okusa aramızdaki üç yüz küsur yılı hatırlatırdı bana: Ben vardığımda hem o mezar odaları talan edilip boşaltılmamıştı. Hem benim elimde sizin gibi görüntüyü kayıt edeceğim bir alet de yoktu. Senin elinde o fotoğraf makinesi olmasa, sen de aklında kalan ihtişamla, hayretle tarif edecektin gördüklerini. Kerak Kalesi’nin merdivenlerinden on atlı geçer diye yazıyordun neredeyse, Neyse ki o fotoğraflar aklını başına devşirdi.
İçinden geçtiğimiz o aralık, acaba Salih Peygamber’in devesi kayalardan çıkarken mi yarıldı? Ya kanyonun kayalarına kazınmış o deve rölyefi? Bu kayalar şehri hikâyeye, esatire ne kadar da uygun bir mâhal. Zaten başlı başına pembe rengiyle düşler şehri antik Petra.
Memleketlilerimizle son kez karşılaşıyoruz. Nihayet yollarımız ayrılıyor. Bizim saatimiz belirli, vatandaşlarımız bağımsız, bütün gün Petra’yı gezip akşamüzeri Vadi-i Rum’a geçeceklermiş. Onlar köşeyi dönünce biz deveci ile pazarlığa giriyoruz. Güzel iri kızıl develere daha çok ücret istiyorlar. Bir model düşük olanları tercih ediyor ve geldiğimiz yolu deve üzerinde geriye dönüyoruz. Deve kalkarken düşecek gibi oluyor insan ama üzerinde kendini çok rahat ve seçkin hissediyor. Yeryüzüne biraz yukardan bakıyor ve tempolu bir yürüyüşle ilerliyorsunuz. Develerin geçiş izni Hazne’ye kadar. Develerden iniyor bu defa da buluşma saatini birazcık geçirmenin telaşı ile hızla ilerliyor yine dünya insanlarını geride bırakıyoruz.
Bir çizgi film karakteri olan Gargamel’in sesiyle ve kendisiyle bire bir benzeşen yaşlı bir adam bize, “Erdugannn”, diye bağırıyor yanından geçerken. Doğrusu sevgi tezahüründen korkmadım diyemeyeceğim.
Bir restorandaki yemek molasından sonra tekrar otobüsümüze binip Vad-i Rum’a doğru yola çıkıyoruz. Otobüsümüz bir tepenin üzerinde duruyor. İleride başka bir tepenin üzerinde beyaz bir noktayı işaret ediyor rehberimiz: Harun Tepesi, Harun Peygamberin kabrinin olduğu tepe.
Biraz önce içinde bulunduğumuz Petra’dan hiçbir iz görünmüyor. Etrafını saran tepeler saklı bir kent kılıyor Petra'yı.