Vadi denilince yeşil ve su çağrışım yapıyor insanın zihninde.Fakat Vadi-i Rum’u şekillendiren yeşilin tonları değil. Bir kum denizinin dalgaları. Bu kum denizininbelli noktalarında Petra’dakigibi jeolojikkayalar var. Yeşil bir serinlik sunamıyorsa da kayalarını siper edip koruyor çöl yolcularını vadi.
Petra’nın yorgunluğu ile ikindi vakti varıyoruz Vadi-i Rum’a. Her yan güneşin altın kızılı rengine boyanmış… Kumlar, kayalar…Guruptan bazıları civardaki otellerine geçerken biz çölde bedevi çadırlarında geceleyeceğiz. Lâl’in Kahramanlarından Mehmed Fuad'ın ve Hicaz Hattı’nı inşâ edenlerin çöl serüvenlerini hissetmek istiyorum. Vadi-i Rum meşhur Arabistanlı Lawrenc’in Hicaz Bölgesi ayaklanmasını organize ettiği, Hicaz Hattı’ndan söküp getirilen her bir raya/ traversebir İngiliz altını verdiği mahal.
Otobüsümüzden inip arazi araçlarına binerek gidiyoruz kamp yerine.Eski model arazi araçları, tek tük develer, keçiler gözümüze çarpan ilkler. Daha önce gelen guruplar safari yapıyor çölde.
Çölde kıl kilimlerden çadırlar kurulmuş,gölgelikler yapılmış. Otobüsteki rahatsız yerimizin aksine, en temiz, en yeni yataklı çadırı bize tahsis ediyor rehberimiz. Petra’nın yorgunluğu ile çadırlardaki yataklara atıyoruz kendimizi. Fakat bütün gün güneşin kızdırdığı kıl çadır bir fırın ağzı gibi.
Çadırımızda uzanmayı değil serinliği tercih edip kilimlerle gölgelikler yapılan sedirlere geçiyoruz.Hiç birimizin şu anda çölün gizemini keşfetmeye mecali yok. Çaylarımızı içip dinleniyoruz.
Yalnızca turistler değil, hafta sonları şehirden kaçmak isteyen Ürdünlüler’de sık sık geliyormuş Vadi-i Rum’a. Ama yanlarında gürültüyü de taşıyarak. Zira gider gitmez yüksek sesli bir tekno müzikle karşılaşıyoruz… Çölü dinlemeye geldiğimizi, müziği kısmalarını söylüyoruz, “diğer insanların da eğlenmeye geldiğini” söylüyorlar bize.
Bizim gurup Merve, ben ve 48 Arap–İsrail savaşında Ailesi Amerika’ya Philadelphia’ya göçmüş bir Arap Hanım olmak üzere üç kişiden oluşuyor; birlikte oturuyor, birlikte yemek yiyoruz.Philadelphia’dan memleketini görmek için gelmiş. Sarışın yeşil gözlü ve şortu ve tişörtüyle bir Amerikalı turistten farksız.Diğer Araplar da böyle, beyaz tenli ve “turist” görünümündeler. Ki bu geziye katılanların çoğunluğu çeşitli tarihlerdemeydana gelen Arap-İsrail savaşlarında bölgeyi terk etmek durumunda kalmış insanlar. Benim için ilginç bir durum; daha önce öykülerini bildiğim insanlarla karşılaşmak gibi bir şey bu. Üçüncü kuşaklardan bazıları ana dilleri Arapçayı bilmiyor olmalılar ki Avustralya’dan gelen ailenin babası on beş yaşlarındaki oğluna bölge hakkında İngilizce bilgi veriyor.
Bu arada masa komşumuz da Arapça yayınlanan Türk dizilerini Philadelphia’dan izliyormuş; “Keşke herkes Esmer gibi sevse” diyor. Esmer kim?
Merve Esmer’i biliyormuş. Türk dizilerinden bir karaktermiş. Üniversitedeki müderrisleri bile ilgilendiriyormuş bizim diziler. “Haftaya ne olacak” diye sık sık soruyorlarmış bizim çocuklara.
Kampta hummalı bir faaliyet var. Beyazı karaya kesmiş önlüğü, kirli tırnakları ile akşam yemeği hazırlıyor bir aşçı. Koca bir sinide etleri baharatlarla karıyor, karıştırıyor. Kuzu tandır var menüde. Adamın kirli ellerine bakıp asla bu yemekten yemem diye düşünüyorum.
Akşam yemeğinden önce çölü seyre çıkıyoruz. Kumlar sıcacık, yumuşacık. Şimdi gurubun rengine boyanmış Vadi-i Rum. Güneş sonsuzluğun ufkunda batıyor sanki.Bir zamanlar bu çöl deniz olmalı. Suları çekilmiş, ardında sonsuz bir dalgalanma kalmış. Bir sonraki rüzgara dek kırılmalar, tepecikler şekiller böyle olacak… Sonra dalga dalga başka bir yöne akacak… Ve çadırlar sökülünce çölde hiçbir iz kalmayacak.
Kampın ortasında kocaman bir ateş yakılıyor. Müzik çalardan adına Kawal dedikleri, kaval benzeri nefesli bir çalgı ile hareketli bir parça yayılıyor. Bu arada rehberimiz de spor giysilerini çıkarıp, entari giymiş, bir halay düzenlemeğe çalışıyor. Bu da onun vazifelerinden olmalı. Halayın başına geçiyor. Hanımlar seyrediyor, erkekler oynuyor. Değnekle oynanan bir oyun bu. Değneğin iki ucunu iki eli ile tutuyor ve belli figürlerle dönerek ilerliyorlar. Çölün ruhuna uygun nağmeler ve figürler bunlar. Ateş, kawal, hatta değnek. Bu çöl gecesinde konar göçer bir kabilenin masalını fısıldıyor bize. Çöl yolcuları… Deve, koyun çıngırakları, bedevi kızları…
Safari, müzik, yiyecek her şey var. Tek kısıtlı olan su. Rehberimiz yolda, “Vad-i Rum’un altında Ürdün’eyüz yıl yetecek bir su rezervinin olduğunu, Urduniyye Turkiyyye ortak çalışması ile yeryüzüne çıkarılacağını” söylemiş yine Erdugan diyetezahürat etmişti.
Herhalde bu topraklardan çekildiğimiz günden bu yana ilk kez bu denli yüksek bir popülaritemiz var bölgede. Yer yer değindiğimiz gibi her yanda, Erdoğan ve Türkiye rüzgarı esiyor. Bu gezinin yapıldığı 2009 Haziranında, Mavi Marmara henüz Gazze sularına doğru yol almamıştı amaErdoğan’nın, Davos’ta, “One minute” çıkışı müthiş bir etki yapmıştı. Şimdi bu satırların yazıldığı 2011 Martındao çıkışın Arap halkalarına kendi liderlerini ve yönetilme biçimlerini sorgulama gereğini hızlandırdığınıdüşünüyorum.Belki de Türk dizilerinin etkisini de ilave etmek gerek: Müslümansorumsuz!!!
Bu Topraklar /Arap Yarımadası/ Çöle Yol.
Bu topraklardan çekilişimizin hikâyesi, Hicaz Demiryolu Hikâyesi ile kesişir. Büyük Arap İsyanı, Hicaz Demiryolu’na (1916) saldırılarla başlar.
İmparatorluğun son canhıraş gayretleri: Hicaz Demiryolu. (1900/1908) Sultan Abdülhamit’in Pan-İslamizm /İslam Birliği tezi. İstanbul’dan Şam’a,Şam’dan Medine/Mekke’ye yeryüzünün cazibe merkezine ulaştıracak kutsal hat. Dağılmak üzere olan bir organizmaya taze kan.
İstanbul’daki elçiliklerden dış ülkelere alaylı raporlar: “Sultan onulmaz bir hayale kapıldı; çöle yol…”
Bir Hayalin Gerçekleşmesi…
İstanbul’dan Medine’ye kilometrelerce yol… Şimendifer Alayı. Mülazımlar, zabitler, işçiler… Gündüz elli dereceye varan, gece eksi sıfırın altına düşen çöl sıcakları. Ve çöle uyum sağlayamayan Anadolu çocukları. Demir yollarına bedevi baskınları.
Kara kutunun cazibesine kapılanlar… Hint’ten Çin’den vepayitahtın nazenin kadınlarının boyunlarından bağışlanan gerdanlıklar, bilezikler…
Bölüklerin arasında kol gezen kolera. Fakat hattı terk etmek, firar etmek vatana ihanetle yargılanmak demek.
Mehmed Fuad ve diğerleri… Bu mahşeri düzlüklerde, bu kum deryasında ne hissettiler? Çölde elli derece hararet altında kaybolduklarınıdüşündüler mi? Başka başka yollar, deruni yolar mı açıldı kendilerine…
Düş gibi bir gerçek; kırk günlük yolu kırk sekiz saate indiren sultanın demir atı Medine’de.
“Great Arab Revolt/Büyük Arap Ayaklanması”
Bir dağılışın sembolü: Hicaz Demiryolu. Heba olan onca emek.
Edebiyatın can attığı durum “paradoks” imparatorluk düşünce yapısı ve yaklaşık beş yüz yıldan beri İstanbul’dan yönetilen Arap Yarımadası’nın istiklal hevesi. Birinci Dünya savaşı. İmparatorluk çatırdamakta, Osmanlı cephe cephe savaşmaktadır. Dağılması, paylaşılması an meselesi. Bu defa da başkaları Hicaz Bölgesi’ni hakimiyeti altına alacaktır. Payitahttan Hicazın ödeneği de kesilmiş, kıtlık baş göstermiştir.
Ve İngilizler altınları ve altın kalpleri ile Arapların yanında ve istiklallerini desteklemektedirler. Fırsat bu fırsattır. Lawrenc’in kutsal hattı dinamitlemesi ile başlar büyük ayaklanma.
Şerif Hüseyin’in oğlu Ürdün Kralı I. Abdullah’ın (İkinci meşrutiyet’te Mekke Mebusu) anılarından* okuduğumuza görebu isyanda, İttihat ve Terakki’nin aptalca tutumu “Türkçülük” de epey etkili olacaktır. Kral Abdullah anılarında, “Biz halifeye ve mutlak iradeye değil,İttihat ve Terakki’ye;meşruti hükümete karşı ayaklandık.” diyecektir.
Bazı aşiretler halifeye isyan etmek istemezler. Uzun zaman alır ikna edilmeleri: “Halife, Almanlarla birlik artık.”
“Tamam sizinleyiz” diyenlerin Şerif ailesine bağlılıklarına kanıt olarak Hicaz Demiryolu’ndan rayları ve traversleri söküp getirmeleri gerekir.
Nitekim Kral Abdullah, Lawrence’nin sonra kendilerine de oyun oynadığını; yerli halkın, “Sultan Almanlarla birlik oldu, diyorsunuz ama (Lawrenc için) peki ya sizin yanınızdaki bu kırmızı surat kim? Dediğini anlatacaktır anılarında.
Bütün bu maceranın anlatıldığı anıların en dokunaklı kısmı, Şerif Abdullah’ın, Medine müdafi Fahrettin Paşa’yı ve Medine’yi teslim aldığında yaşanır. Neredeyseözür dileyecektir Şerif Abdullah, Fahrettin Paşa’dan.
Son yıllarda HicazHattı dış dünyanın ve Türkiyeli araştırmacının ilgisine mazhar oluyor. Gecikmiş bir ilgi de olsa onca emeğin dillendirilmesi sevindirici bir durum.
Öncelikle ülkemizdeki çok kıymetli bir çalışmayı, “Hicaz Demiryolları” belgeselini anmak gerek.
Kurmacanın tahrifi ile anlatsa da büyük bir projenin sahibi de dünyaca ünlü yönetmen Muhittin Kandur. Kandur, “Çerkess” adlı filminde Hicaz Demiryolu’nu eksen almış. Hicaz Demiryolu’nu bedevi saldırılarından korumak üzere Ürdün’e yerleştirilen Çerkesler ve ölümüne mücadele ettikleri bedeviler arasında yaşananları bir aşk hikâyesiyle anlatır film. Kurmaca “gerçek”ten daha caziptir ve sanatın tahrife; dönüştürmeye/değiştirmeye hakkı vardır.
Ürdün Çerkeslerine dair işin aslı şöyleki; 1864 Osmanlı- Rus savaşında Osmanlı Devleti savaşı kaybedince, Osmanlıların tarafında yer alan Kafkas halkları,Rusya tarafından yerlerinden sürgün edilirler.Çerkesler ve Çeçenler, Osmanlı Devleti’nin göç politikaları gereğince bugünkü Ürdün ve Suriye’ye yerleştirilirler. Fakat bölgede yabancıları istemeyen Bedevilerle, Çerkesler arasında bu durum ölüm kalım savaşına dönüşür.Bu muhacirler, yerleşimden uzak kuytularda, ören yerlerindesürdürmeye çalışırlar yaşamlarını.
Hicaz Hattı’nın yapımı ile roller değişir. Zira daha önce Hicaz kervan yolu kendi idareleri ve korumaları altında olan bedevi aşiretleri, demiryolu yapımınınçıkarlarının aksine olduğunu düşündükleri için,“demir yoluna ve sultanın demir atına”saldırmaya başlarlar.Osmanlı Devleti de Çerkesleri Hicaz Hattı’nı korumakla vazifelendirir. Böylece Çerkesler bölgede silahlı etkin bir güç oluştururlar.
Bu vurucu hikâyenin en teselli edici yönü şimdi çalışmalarına başlanan İstanbul /Mekke hattı. Şimdi uçmak gibi bir fırsat varken dahi Haydarpaşa’dan trene binip Mekke/Medine’de inmek fevkalade heyecan verici bir durum.
Araziye çabuk uyum sağlıyorum, pişerken yemeğin mikropları ölmüştür gibi bir mantık yürütüyor,ateş dolu bir çukurda pişirilen kuzu tandırdan, hatta yıkanıp yıkanmadığı muhtemel yeşil salatadan bile yiyorum.Bu arada yemekten hemen önce biri gelip aşçının kirli gömleğini çıkarıp alıyor üzerinden ve başından aşağı bembeyaz bir gömlek geçiriyor.
Daha önceki yazılarda söz edemediğim Ürdün mutfağından söz edecek olursam -tıpkı müzelerde sergilenen eşyalar gibi- bölge ülkeleri ile ortak bir mutfak bu.
Ürdün’de yediğim en farklı yemek “felafel”; nohuduezip,içine un, bulgur, soğan baharat katılarak yapılan, yağda kızartılan bir köfte bu. Çok yaygın bir yiyecek ise “sambussek.”Sambusek, küçük küçük açılmış hamurların, içine kıyma, peynir, tavuk gibi baharatlı harçlar konularak hazırlanan –yine yağda kızartılan- bizim çiğ börek benzeri bir börek.
Amman’da çok klas bir restoranın avlusunda hazırlanmış bir çadırda yediğim akşam yemeği ise Türk mutfağındaki gibi hazırlanmış kebap çeşitleriydi. İstanbul’dan farklıolarak mukabbelat veFaddal “buyurun” kelimesini sık sık tekrarlayan, belinde hançeri başında kefiyesi yerel giysili, bir aktör kadar karizmatik garsonun sunduğu mırra vardı.
*
Edward Said,oryantalizm batının kendini tanımlamak- yüceltmek aynı zamanda-için doğuya yaptığı karşıt bir tanımlamadır der. Said haklı. Batının ürettiği bir kavram oryantalizm. Ama yine Said’in ifade ettiği gibi, “Şark diye bir yer de var.”ve bizşarklılar da kendimizi batının tanımladığı gibi sunmaktan hoşlanıyoruz galiba.
İstanbul; hamam ve dansözfigürlü broşürler… Tunus’ta, Fas’ta, Mısır’da oryantal gösteriler. Buradaki çöl, çadır, Bedevi figürleri…
Folklorik motifleri kullanmak bir milletin hakkıda. Galiba esas mesele, bir medeniyeti, bir kültürü bir figür haline indirgemek, bir tanım içine hapsetmek.Zira bu her iki taraftan; batıdan da doğudan da çokça eksik bir bakış doğuruyor.
Maalesef“yıldızları bu kadar çok, ve yakın görmemiştim” veya Mehmed Fuad çöl gecesinde bunları hissetmiştir diyeyazamayacağım. Günün yorgunluğu ile erkence uyuyakalıyorum.Lâl’in çöl sahnelerini tahayyülüme ve Mehmet Akif’in, Necid Çölleri’nden Medine’ye yürürken yaşadığı tecrübeye havale ediyorum. Sabahın ilk ışıkları ile uyanıyorum. İşte çöl sesliği/ıssızlığı bu olmalı.
Çöldeki açık büfe kahvaltıdan sonra saat 10 gibi yola koyuluyoruz.Sahrada ince bir demir yolu ile; Hicaz Demiryolu ile çakışa çakışa ilerliyoruz.
AKABE
Akabe Körfezi, Kızıl Deniz’indaraldığı ve iyice bir iç denize dönüştüğü nokta. Ürdün’ün de denize açıldığı tek şehri aynı zamanda.
Akabe’ye doğru ilerledikçe çok sıkı bir kontrole tabii tutuluyor, sık sık kontrol merkezlerinde durduruluyorsunuz. Zira körfezin diğer yanı İsrail. Yani Filistin’in İlad kasabası. İsrail’le karşı karşıya kalmak bu küçük ülkenin yöneticilerine büyük bir sorumluk ve sıkıntı veriyor olmalı ki bu kontrol merkezlerinde size potansiyel eylemci gibi bakıyorlar hissine kaplıyorsunuz.Gözlerimin içine, içine bakıyor bir asker. İntihar komandosu olabilir miyim? Ben de soruyorum kendime; bir ülkü, bir dava uğruna bedenime patlayıcılar sarıp kendimi parçalayabilir miyim? Bilmiyorum.
Evet gölgeye şüphesiz ki İsrail damgasını vuruyor. Her şekilde hissediliyor bu. Hemen karşımızda; Akabe Körfezi’nin ortasına demirlemiş savaş gemisi duruyor.Her şeye rağmen çok güzel ışıklı bir haziran günü. Ilık bir esinti geliyor denizden. Sahil boyunca hurma ağaçları...Bahr-i Ahmer yani Kızıldenizisminin aksine masmavi duruyor karşımda.Ege’de, Bodrum’dan sonra ilk kez bu denli mavi görüyorum bir denizi. Bunun nedeni dipteki sünger yatakları.
Sahilde turistik oteller var. Bir kısmı da halk plajı olarak düzenlenmiş. Kadınlar siyah abayeleri ile çoluk-çocuk kıyıda denize giriyorlar. Başka bir tarafta turist gurupları dalgıç takımları sırtlarında dalmaya hazırlanıyorlar.
Biz de küçük teknelerle Kızıldeniz turu yapıyoruz. Teknenin altında denizin dibini görmemizi sağlayansaydam bir plaka var. Kocaman bir akvaryum gibi görünüyor Kızıldeniz . Kırmızı, siyah, sarı, mavi tül kuyrukluküçücük balık sürüleri mercan resifleri, sünger yatakları arasında yüzüyorlar.
İnsan eriyip bu güzelliğekarışmak istiyor. Benden bir şey kalmalı burada. Kontrol ediyorum çantamdaki her şey gerekli.Petra’da yaşlı bedevi kadından aldığım boncuk kolye geliyor elime. Mademki çantamda. Benim sayılır. Usulca bırakıyorum masal maviye.
Kıyıdan elli metre kadar açıkta dolanıp duruyoruz. “Karşıda İsrail var. Bu kadar izin veriliyor.” Küçük teknenin kaptanı böyle söylüyor. Ne zaman bu gibi kurallardan söz edilse bir hüzün bulutu geçiyor insanların yüzünden. Biraz da mahcubiyet ve utanç sanki.
Tekne turundan sonra saat 5’te buluşmak üzere dağılıyor gurup. O vakte kadar herkes özgür. Etrafı dolaşıyoruz. Sahilde kocaman bir hurma bahçesi var. Palmiye gibi açılmış dallarının altından sarkan hurma salkımları filelere alınmış. Hurma bahçeleri benim zihinsel kodlarımda O’nun şehrini, O’nun hikâyesini uyandırıyor. Mekansal olarak da epey yakınız Medine’ye. Ama gidemiyoruz. Sınırlar ve kurallar var.
Aydınlık… Işığa boğulmuş her yan. Eşya bu aydınlıktan saklanmak ister gibi kendine çekilmiş sanki. Belki de eşyanın siesta/ kaylûle saati. Etraf çok tenha. Turist veya yolcu olmak ilginç bir duygu. Başınızı bir taşakoyup bir kenarda kıvrılıp, uzanabilirsiniz. Bir parkın tenha köşesindeki bankların üzerine uzanıyoruz biz de. Tek tük gelip geçen birileri göz ucuyla bakıyorlar bize.Allah bilir,parkta bankın üzerinde uzanmış bizim gibi bir kadın hiç görmediler. Ben de kendimi daha evvel bir bankta uzanırken görmedim. Ama dediğim gibi yolcu olmak farklı bir durum.
Çarşılarda hiç ilginç bir şey yok. Camilere ise kadınları almıyorlar. Cemaat namazdayken kapıdan bakıyorum bir caminin içine. Modern mimari örneği bir cami bu. Sahile yakın bir meydan tamamen restoran dolu. “Ali Baba” Bir kebapçı. Fakat bu sıcak gündeet yemek istemediğimizi, salata yemek istediğimizi söylüyoruz.
Bir kebapçıda sadece salata istemek pek usulden değilse de boyun büküp mukabbelat; salata ve garnitür getiriyorlar. Çıtır çıtır bir salatalık turşusu ve ince ince doğranmış yeşil biberle kurulmuş yeşil zeytin de var. Muhteşem bir lezzet bu. Koca bir kase yeşil zeytini bitirmemiz garsonun tebessümüne neden oluyor. Bu tebessümü bahşişle tolere ediyor, vejetaryen hikâyeden neden yararlanmadığımıza hayıflanıyoruz. Akşam üzeri ayrılıyoruz Akabe’den. Yine ince bir demiryolu ile yolumuz çakışa çakışa Amman’a doğru yol alıyoruz.
*Kral Abdullah/Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik.