Menu
KÖKSAL ALVER İLE SÖYLEŞİ
Haberler • KÖKSAL ALVER İLE SÖYLEŞİ

KÖKSAL ALVER İLE SÖYLEŞİ

1. Çevgen, 2004 yılında çıkan “Saklı Yara”dan sonra ikinci öykü kitabınız. Yedi yıl hiç de az bir süre sayılmaz. Gerçi bu arada üç edisyon bir de inceleme kitabınız yayımlandı ama yine de öykü adına düşününce bu uzun aranın sebebinin bir çeşit mükemmeliyetçilik olup olmadığını merak ediyoruz?

-Yedi yıl az bir süre değil, ama öyle gerçekleşti. Birkaç yıl önce yayınlanabilirdi ikinci kitap ama araya başka şeyler girdi. Acele etmek de istemedim. Belki isteseydim yoğunlaşıp bir-iki yılda kitap çıkabilirdi, gerek görmedim, olağan akışına bıraktım. Zaten yazının içinde dönüp dolanıyorum. Öykü olmazsa başka şeyler karalıyorum. Bu durum öykü yazmayı ve yayınlamayı etkiliyor muhakkak. Öykü kadar diğer yazıları da önemsiyorum. Öyküye büyük bir ayrıcalık tanımıyorum. Dillerden bir dil öykü. Abartmak istemiyorum, kendi algımın önüne geçmesini istemiyorum. Onun için kitap ne kadar gecikti-gecikmedi çok telaş etmiyorum. Öykü geldikçe oturup çalışıyorum. Belki bu konuda çok yavaş olduğum söylenebilir. Mükemmeliyetçi değilimdir. Yani beni bütünüyle çalışmanın dışına itecek, yıllarca onun içinde dolaştıracak bir duygum yok. Ancak metinleri dinlendiririm, demlendiririm, çokça çalışırım, defalarca okurum. Ama bütün bunlara rağmen eksikler, hatalar hep olur, olması da gayet normal. İnsan eseri sonuçta yazdıklarımız. Tabii ki mükemmel olmayacaklar, hatadan beri olmayacaklar. Ne kadar beklerse beklesin, demlenirse demlensin gene de eksik ve hatalı olacak yazdıklarımız. Bundan dolayı güzeli ve doğruyu söyleyip geçmek lazım. Yeni şeylere, yeni sözlere açılmak lazım. Mükemmeliyetçilik fazlaca mızmızlaştırıyor insanı, o kadar mızmız değilim.

2. Kitapta neredeyse her cümle bir paragraf olarak yer alıyor. Alt alta cümlelerle uzun birer şiir görünümünde hikâyeler. Bu tercihinizin sebebi nedir?

-Klasik şekilde yazmıyorum. Aslında bir paragraf sistemim var; boşluklar bana göre paragraf. Böyle yazmamın sebebi daha çok hissi diyebilirim. Yeni bir yazım biçimi, paragraf şekli önerim yok. Anlatım şeklimle sanki daha uyumlu. Daha dinamik kılıyor öyküyü. Dediğim gibi bir yargı ve bilgiden değil tamamen histen kaynaklanan bir biçim denemesi.

3. Hikâyelerinizde mekânlar geniş yer tutuyor. Kâh İstanbul’dan Konya’ya giden bir trene biniyoruz, kâh Erzurum’a gezintiye çıkıyoruz. Şehirler ve mekânlar sizin için ne ifade ediyor?

-Şehir ve mekânla bütünleşik bir algım, ruhum ve hayatım var. Günlük hayatımda şehir ve mekân önemli bir yer tutuyor. Ayrıntılara ve hikâyelere meraklıyım. Bakmak, görmek, gezmek beni oldum olası cezbeder. Bir sokak adından dolayı onlarca kilometre katedip o sokağı görmeye gidebilirim. Buna benzer daha başka şeyler. Bu cezbe hali öykülere yansıyor ister istemez. Kendimi şehirden ve mekânlardan alamadığım için öykülerim de bundan izler alıyor. Bir de sözü edilen hususlara dikkat çekme derdim olabilir. Yani şehir ve mekânın bir bilinç ve yaşama hali, bir duyuş, bakış, hissiyat alanı olduğuna ilişkin keskin bir görüşüm var. Bunu dillendirmekteyim. Kâh akademik yazılarımda, kâh öykülerde. Şehir ve mekân boş şeyler değil; bir mana, ruh ve hayat ile dopdolu engin tecrübe alanları. Zamanın aynaları, zamanın anıtları. Şehir ve mekâna karşı ödevli olduğumuzu düşünürüm.

4. Kitapta nostaljik hikayelere rastlıyoruz. Eskiye özlem, modern karşıtlığı öne çıkan temalar. Neden iyidir eski ve yeni neden kötüdür?

-Öyle mi anlatıyorum? Yani eskiyi iyi, yeniyi/moderni kötü diye. Doğrusu böyle bir anlatımım yok, çünkü öyle bakmıyorum. Ama insanın eskiye özlem duyduğu bir gerçek. Eski geride kalandır, kaybedilmiş olandır bir anlamda; geride kalan ise hep hasretle, yazıklanmayla yadedilir. Oysa gerçek böyle midir? İyilik, eskinin tekelinde değildir; kötülük de yeninin damgası olamaz. Eskiyi kutsamıyorum, yeniyi de. Günah ve sevap her ikisinde de var. İnsanın ödevi kendi amellerini güzelleştirmek ve hayra yönelmektir. Yoksa geçen zamana yakılan ağıdın kimseye bir faydası yoktur. Geçmişi bugüne taşıma ise akamete uğrayacaktır. Buna gerek de yoktur. Nostalji yapmıyorum bu yüzden. Ama eskinin çok önemli olduğunu düşünüyorum tabi. Büsbütün kıymetsiz değildir, asla. Eskinin yenide, yeninin eskide izinin olduğunu dolayısıyla insan hayatında birbirine dolaşık bir şekilde var olduklarını düşünüyorum. Değerlerin ve inançların zamanları çekip çevirmesi gerektiğine inanıyorum. Aslolan değerler ve inançlardır; onların hayata damgalarını vurmaları, hayatı var etmeleridir. Bu bakış zannediyorum bütün zamanları önemseyen ama en fazla hali önemseyen bir bakıştır.

5. Akademisyenlik genelde alan dışı işlere müsaade etmez. Lakin öykücülük, sizin alanınız olan Sosyoloji’yle çok uyumlu ilerliyor görünüyor. Ne dersiniz?

-Aslında her iş biraz kıskanç değil midir? İnsanın kendisinden başka şeye gönül düşürmesini pek istemez işler. Akademisyenlikte bu biraz daha abartılı olur; akademisyen bütün ömrünü o bildik işin çemberinde geçirir. Akademisyenlik de bir kıymettir mutlaka, bir amel. Ne ki hayat sadece akademiden ibaret değil, hayatın türlü halleri, türlü zenginlikleri var. İnsan, besleneceği pınarlar bulmalı, tek pınara ağzını dayamamalı. Pınarlar var ve her yanda, onları arayıp bulmalı. Öykü benim akademisyenliğim için bir pınar; akademisyenlik de öykü için bir pınar. Öykü ile sosyoloji birbiri için biçilmiş kaftanlar. Öylesine iç içe, öylesine yakın. Çok yakışıyorlar birbirlerine. Birbirlerine söyleyecekleri, duyuracakları çok şey var. Her ikisi de bitmez söz ummanı, eylem alanı, hayat çağlayanı. Uyum diyorsunuz ya, belki bu uyum her iki pınarı da aziz bildiğim, hatta bunlara başka pınarlar ekleme heyecanımdan kaynaklanıyor olabilir.

6. Machiavelli öyküsü, akademik bilgilendirmeleriyle, dipnotları ve alıntılarıyla hikâye türünün dışında bir görüntü veriyor. Bu vesileyle sormak istiyorum: Sizce hikâye nedir, sınırları var mıdır?

-Bu öykü biraz farklı galiba, ama öykü. Bir sosyoloji metni değil, hele sosyolojik bir mevzuyu anlatma derdi hiç yok. Yani sosyoloji öğrencilerinin Machiavelli’yi daha kolay anlamaları için yazılmış bir metin değil. Hatta işi zora soktuğunu dahi söyleyebilirim. Ben öykü diye kurdum ve farklı bir metin çıktı. Dipnotlar, alıntılar, göndermeler ise bu öykünün tabiatı gereği oluştu. Onların her birinin bu öykü bağlamında bir manası var tabi. Ama dediğim gibi farklı bir öykü. Öyküde farklı denemeler, arayışlar ister istemez olageliyor. Çok katı sınırlar çizilebilir mi, çizilmeli mi? Böyle bir kıstasımız var mı? Bu öyküdür, bu değil diye. Eğer bir çizgi ve sınır aranacaksa bu gene öykü olmalı sanki. Özünde öykünün olması, hikâyenin varlığı; yoksa değişik biçimler, tarzlar denenecektir. Kendi mantığı, kuralları, manası öykünün sınırlarını belirler. Sınırlar ise değişik biçimlere engel olmamalı.

7. Öykü gündemini, çağdaşınız ve genç yazarları takip ediyor musunuz? Yine bununla bağlantılı olarak öykünün bugünü ve geleceği hakkında görüşlerinizi alabilir miyiz?

-Öykü gündemini ve yeni metinleri elbette takip ediyorum, yeterince olmasa da. Hem dergilerden hem de kitaplardan öykünün gidişatı, öykü dünyaları ve anlatma seçenekleri hakkında bir fikir geliştiriyorum. Her alanda olduğu gibi öyküde de yeninin takibi bana göre zorunlu. Günün öyküsünü bulmak, bugün nasıl bir öykü yazıldığına ilişkin bir kanaat sahibi olmak için takip gerekiyor. Ben de elimden geldiğince bu takibi sürdürüyorum. Öykünün şahlanışı söz konusu günümüzde. Çok fazla yeni isim ve eserler çıkıyor. Bunu öykünün bereketi olarak görüyorum. Öykünün daha güzel, iyi, esaslı, hakkaniyetli, hakiki sözler söyleyebilmesinin bir imkanı olarak görmek istiyorum.

8. Öykü ve denemelerinizi bildiğimiz kadarıyla Hece ve Hece Öykü dışında bir dergide yayımlamıyorsunuz. Neden?

-Zaman zaman başka dergilerde yazılarım yayınlanıyor. Öykü değil ama deneme ve incelemeler yayınladığım dergiler var. Ama hiçbiri Hece gibi değil; Hece ile bir aidiyet bağım var. Her yazdığım dergiyle böyle bir bağım yok. Hece benim için özel; özel oluşu ise aidiyet ve ocak oluşuyla ilgili. Ocağım ve aidiyet iklimim. Başarısıyla gururlandığım, zaaflarıyla ezildiğim bir dergi. Taşıdığım, kendimi de ocağına taşıdığım bir dergi.

(EDEBİSTAN- OCAK 2012)