1970’lerde TRT için Sedat Örsel’le birlikte hazırladığım “Yaşayan Edebiyatçılar” programı için yaptığım konuşmada, Nezihe Meriç kendi sınıfını şöyle özetlemişti:
“Eğer çocukları rasgele bir şekilde köy çocuğu, şehir çocuğu, esnaf çocuğu, memur çocuğu olarak sınıflandıracak olursak, ben memur çocuğu grubuna giriyordum.”
Karayollarında mühendis babasının onun yaşamını biçimlendirdiğini, o konuşmada uzun uzun anlatmıştı.
İyi öykücü, iyi bir oyun yazarı sözü, onun edebiyattaki dil ustalığını anlatmaya yeterli değil. Onun yazısında en sıradan bir kelime, birdenbire çiçeklenir, bir kutsal metin gibi bin bir anlam, çağrışım, lezzet kazanır.
Gündelik dili zorlamadan, yapay söz oyunları yapmadan bir edebiyat diline dönüştürmek, ancak ona vergiydi. Kişilerinin iç dünyasını bütün doğallıkla yansıtmasının sırlarından biri de budur.
Kadın yazarlar ayrımını bir yana koyalım, ama kadın dünyasının yalın hüznünü abartmadan bize aktardı.
Konuşma dili ile yazı dili arasındaki uçurum nedir?
Aslında beni etkileyen üslubunun bir özelliği de buydu; konuşma dili ile yazı dili arasında edebiyatın kılcal damarlarından oluşan bir köprü kurdu. Yalınlığın ustalık olduğunu bize öğretti. Düz yazısının içinde şiir vardı, çünkü şiiri bilir, severdi.
“Gülün İçinde Bülbülün Sesi Var” kitabındaki o kısa, öz, yoğun öykünün adı bu sevginin simgesiydi:
“Bu öyküyü bir şair okusa da adını o koysa.”
Oysa o kitaptaki birçok öykünün başlığı sevdiği şairlerin dizelerindendi.
“Benim acım acıların beyidir” Gülten Akın’dan bir dize.
“Öyle yalnızız ki bu panayırda / Sevgimiz durmadan bir taşı ovar” Metin Altıok’un bir şiirinden.
“Çok derinlerde içini kıyar da insanın / Gene de tam bilinmez olan” Güven Turan’dan.
Bir de sözleri Ali Çelik’e ait bir şarkıdan: “Uğurlar olsun, uğurlar olsun / Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun.”
ÖYKÜ NEYDİ ONUN İÇİN
Dünya Öykü Günü bildirisinde, öyküye yaşamın içinden bir tanım getiriyordu:
“Şu karmaşık, anlaşılması, anlatılması olanaksız, tılsımlı, gizemli yaşam denen şey var ya, bence bunun özü şu: Doğmak, yaşamak, ölmek. Bu gerçek, dünyanın her yerinde böyle. Kim aksini söyleyebilir. Bu böyle ama, dünya dünya olduğundan, insan insan olarak varolduğundan bu yana (tarih denilen çılgınlık süredursun) oluşan, onu üreten, yücelten bir başka cevher var. Öykünün sesini duyup dinleyip, en derin çınlayışına kadar algılayıp, ince ayarlardan geçirip söze, sözü kâğıda dökenlere öykü yazarı deniyor.
Öykü bir yaşamdır. Öykü bir iksirdir. Onsuz olunmaz.”
Anılarını, “Çavlanın İçinde Sessizce” başlığı altında yayınladı. Bu kitapta da sevdiği şairlerden dizeler var.
Anıların başında yer alan giriş bölümünde; öyle bir yaz evi, doğası betimlemesi var ki, çok güzel bir öykü olmuş. İçini açan, bağışlayan, başına gelenleri olağan bir duyguyla anlatan bu anıları çok sevmiştim. Anımsatalım, buradan öykülerine yeni zenginlikler katabilirsiniz.
* * *
ÖYKÜNÜN, Türk dilinin bir büyük ustasını da artık kitaplarda yaşatacağız. Zaman zaman Türkçeyi nereden öğreneyim/öğrenelim sorusu yöneltilir bana.
Artık tek bir yanıt vereceğim.
Nezihe Meriç’in yapıtlarından.
(HÜRRİYET, 20 AĞUSTOS 2008)