N. Ahmet Özalp'in 'Refik Halid-Okları Kırılmış Kirpi' adlı çalışması KapıYayınları'ndan çıktı. Refik Halid'in 'muhalif' kimliğinin beyanıolan kitapta, Özalp'in ifadesiyle, bir dönem yazarın kitapla-rının nasıl 'iğdiş edildiğini' gösteren karşılaştırmalı metinleryer alıyor. Kitap, Refik Halid okurlarına yazarın bugün eserlerinde olmayan yazılarını okuma fırsatını da sunuyor.
George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanında, her şeyin tümüyle devletin denetiminde olduğu, 'belleksiz' ve 'muhalefetsiz' bir toplum tehlikesine dikkat çeker. Devrim sonrası, yazılı ve görsel yayınlar Parti'nin çıkarlarına hizmet etmektedir. Eskiye ait bütün kitaplar yeni dil Yeni Konuş'a çevrilmekte, geçmiş bilinçli olarak silinmekte, öyle ki kitaplar, makaleler, gazeteler, dergiler Büyük Birader'in söylemlerine göre yeniden yazılıp arşivlenmektedir. N. Ahmet Özalp'in 'Refik Halid-Okları Kırılmış Kirpi' (Kapı Yayınları) adlı kitabında anlattıkları da biraz Orwell'ın romanını anımsatıyor. Özalp, kitabında benzer bir konuya dikkat çekiyor. Kitapta, Refik Halid Karay'ın Kirpinin Dedikleri, Ago Paşa'nın Hatıraları, Ay Peşinde, Guguklu Saat ve Tanıdıklarım adlı kitaplarında 'sansür'e uğrayan, kırpılan, çıkarılan bölümler, değiştirilen cümle ve kelimeler üzerinden bir devir analizi yapılıyor. Özalp ile yeni kitabı üzerinden Refik Halid ve döneminde uygulanan 'sansür'ü konuştuk.
Sizce Refik Halid gerçekten muhalif miydi?
Politika ve yazarlık geçmişi değerlendirildiğinde muhalif bir yazar olduğunu söyleyebiliriz. Bu muhalefetin özünü İttihat ve Terakki diktasına karşı duruşu belirler. Sonraki gelişmelere karşı tutumu belirleyen de yine İttihatçılara olan muhalefetidir. Anadolu'daki hareketi yeni bir İttihatçı girişim olarak algılar.
Cumhuriyet kurulduktan sonra
tutumunda değişiklik yok mu peki?
O sıralarda Halep'tedir ve orada çıkan gazetelere yazılar yazmaktadır. Bu yazılarda belirgin bir muhalefet göze çarpmaz. Hatta yapılan kimi uygulamaları destekler. Özellikle "İzmir suikastı" olayı üzerine muhalif İttihatçıların temizlenmesinden sonra, endişeleri yok olmuş gibi görünür. Sürgündeki ılımlı tutumu nedeniyle 1934'te Türkiye'ye dönmesi istenir. Genel bir af olmadan dönmeyeceğini söyler.
Ülkeyi terk etmeseydi tutumunda
aynı değişiklik olmaz mıydı?
Terk etme kararını, arkadaşı Ali Kemal'in tutuklanıp İzmit'te askerlere linç ettirilmesi üzerine almıştır. Bir an için İstanbul'da kaldığını varsayarsak, İstanbul basınının genel eğilimine ters düşmeyeceğini söyleyebiliriz. Bu eğilim, hak ve özgürlükler ile demokrasi talebi biçiminde kendini belli eder. Şeyh Sait isyanı üzerine çıkarılan Takrir-i Sükûn Yasası'ndan hemen sonra İstanbul gazeteleri kapatılır, sahip ve başyazarları İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanır. Dönemin başbakanı İnönü, yargılanan on gazetecinin öldürülmesini ister. Gazeteciler cumhurbaşkanına bir telgraf çekerler, böylece öldürülmekten kurtulurlar. Bir daha gazete çıkarmama ve gazetelerde yazmama cezasına çarptırılırlar. İstanbul'da kalsaydı, kimi uygulamalarını onaylamasına karşın Refik Halid'in de bu gazeteciler arasında bulunacağını tahmin etmek zor değil.
Refik Halid'i eksik okumuş olmak, başta nasıl bir duygu oluşturdu sizde? Öfke mi, aldatılmışlık mı?
Refik Halid'i okumaya başına gelenleri bilerek başladım. Eğer bilmeseydim, Çalıkuşu'nu okumaya çalışırken yaşadıklarımı yaşardım büyük ihtimalle. Yıllar önce yeni bir baskısından Çalıkuşu'nu okumak istedim. Öylesine hatalarla dolu bir metinle karşılaştım ki, okumayı sürdüremedim. Bunun üzerine özgün bir metin bularak okumaya karar verdim. Okumaya çalıştığım Çalıkuşu'ndan tümüyle farklı bir metinle karşılaştım. Biraz araştırınca, 1939 yılında yapılan baskısında romanın elden geçirildiğini öğrendim. Bu okuma serüveni, Kaşgar dergisinde yayımlanan "Edebiyatta Dirijizm: Çalıkuşu Operasyonu" başlıklı iki inceleme yazısını doğurdu. Refik Halid'in kitaplarını bu çerçevede ve karşılaştırmalı olarak okudum ve yanılmadığımı gördüm.
Refik Halid'in kitap ve yazılarında yapılan çıkarma ve değişikliklere 'sansür' mü demeliyiz?
Kitaplar üzerinde yapılan işlem, sonuçta "sansür" olarak tanımlanabilir. Ama aslında sansürü aşan bir durum söz konusudur. Bu bir sistem ve inanç sorunudur. Sistem açısından baktığımızda, hadi biz söylemeyelim, Nişanyan'dan aktaralım: "Atatürk milliyetçiliği denen ve çok modern, çağdaş ve sol zannedilen şeyin özü, en klasik anlamıyla 1920'ler faşizmidir." Başlarda İtalyan faşizmi daha etkiliyken giderek Sovyet faşizmi ağırlık kazanır. Bu sistem ideologları tarafından daha 30'lu yılların başında "Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova'nın yığın terbiyesi metotları, devletçi Türk iktisatçılığı için de faşizmin korporasyon metotları benimsenme" (Falih Rıfkı Atay) biçiminde formüle edilir. İçeriği ise bir din gibi algılanan "Kemalizm" ile doldurulur. CHP'nin 1935'teki dördüncü büyük kongresi ile hemen sonrasında sistem kesin biçimde şekillendirilir. Otuzlu yılların başında İtalyan Türkolog ve Doğu bilimci Rossi, cumhuriyet yönetimini "faşizmin genç bir kopyası" olarak tanımlar. (YAVUZ ULUTÜRK, ZAMAN 12 MART 2011)