Menu
MÜZEYYEN İLE URSULA
Deneme/İnceleme/Eleştiri • MÜZEYYEN İLE URSULA

MÜZEYYEN İLE URSULA

İki kadın…İkisi de dünyanın ritmine duyarlı, insan ilişkilerine yön veren paradigmalara karşı duyarlı,  içerilere bakmayı seven kadınlardı. Ne zaman birlikte vakit geçirmek isteseler, zamandan, kazanımlarından, hayal kırıklıklarından, heyecanlarından bahsetmeyi severlerdi. İlişkilerin birbirleri üzerinde yarattıkları etkileri anlamak, onlar için gizemli bir çekicilik taşırdı.. Okudukları yazılar üzerine kritikler, yorumlar yapar, hayal gücünü etkileyici bulurlardı.. Kadın doğasına uygun meraklılıklar...

Mutluluktan ne anlıyoruz? Sevgiden ne anlıyoruz? Hayatın anlamı, amacı nedir? Gibi yeni yetmelerin sorduğu sorular… onlar sormasalar bile, hep sorulacaklardı.

Zehra Hanım’a  göre bütün mutluluklar var olmanın doğası gereği acının içinden geçerdi. Toplumsal acılar iyileştirilebilir ancak öznel acılar iyileştirilemezlerdi. Ona göre acılar paylaşıldıkça azalırdı. Genç kadın anlayacaktı. Ateşi de talep edebiliyordu insan.

‘’ Ateşi de talep edebiliyordu insan…Böyle söylemiştin değil mi?’’

‘’Evet, Aşk gibi… Yaşama duyduğumuz tutkudan ötürü böyle söylemiştim. İncinmişliklerimize, korkularımıza, yalnızlığımıza rağmen sonsuz ömür sürmek istiyoruz. Yaşamdan aldığımız tattan hiçbir zaman bıkmıyoruz. ‘’

‘’Uzun uzun ömürlerin olsun…Boyunca çocukların olsun. Zaman neyi değiştirir? ‘’

‘’Sana bu sorunun yanıtını  asırlık iki kadın verecek, biri fantastik, diğeri gerçek, gerçek olanı işte orada, sana gelecekten haber verecek, Gelincik hanım.’’

‘’Ellerim süt lekesi, tırnaklarımda dışkıları, kusmukları... Doğurduysam doğurdum. Bana ne bee... Ben rahatıma bakarım.’’ Dedi. Müzeyyen Nene, umarsız bir tınlamayla, sininin ucuna ilişmiş çayını yudumlarken…Söylediği serzeniş miydi!, İncinme miydi, ? Anlayamamıştı Gelincik. Sakin sakin sözlerine devam etti ihtiyar kadın.’’Ne güzel günlerdi o günler... hepsi bir günmüş...’’  Genç kadın hayretle döndü; tiz bir sesle sordu; ‘’ Ne yani hepsi bir gün müydü?  Yüz yıllık  ömürden arda kalan...’’

‘’Tabi ya, bir gün.... Bunca yıl... yaşanmamış gibi, hangi ara bu yaşa geldim hiç bilmiyorum. Ahhh, ellerim kırılsaydı da vurmasaydım oğlana, çok aç kaldı yavrum çook. Kireç yalaya yalaya hastalandı çocuğum.’’

‘’O, öyle değildir , açlıktan değildir, kansızlıktandır belki, hem üzme böyle kendini ağlama artık, hepsi geçmiş gitmiş işte, üzülme artık’’

‘’Evet geçti, gitti ama çıkmıyor ki  kafamdan, hepsi kafamın içinde. Çok aç kaldı yavrum, o bilmiyor ki, ne bilsin küçüktü o zaman. Topraklarımızı aldılar elimizden, sürgün ettiler bizi, canımızı zor kurtardık, göç etmek zorunda kaldık. Adam ne yapsın, o da istemezdi böyle olsun, aç kalalım istemezdi, biri kucağımda diğeri karnımda iki çocukla yollara düştük, besleyemedik çocuklarımızı, kızım açlıktan öldü. Bir ekmek istemiştim bakkal Abbas’dan, çocuğa vereyim diye,  bugün para getiremedi kocam, ama yarın getirecek, vericem parasını dedim’’

‘’Yoksa , vermedi mi ekmeği!’’

‘’Vermedi , köpek’’

‘’Ne zalimmiş o da.’’

‘’Eeee, şimdi her şeyimiz var...Ama , açlık çıkmıyor kafamın içinden ‘’

‘’Yumruklama ama kafanı, ağlama artık. Ne oldu sol koluna ? Kullanamıyorsun doğru, düzgün. Çok yoruyorsun kendini, minicik cüssenle, iki büklüm…Bütün gün silkele silkele canın çıkıyor, bak ekmeğini bölmekte zorlanıyorsun’’

‘’Yooo, yormuyorum ki kendimi, yaptığım iş mi, hem kim yapacak? Dinlemedi ki beni kocam, beni dinleseydi, bu kadar sefalet çekmezdik. Saçtı, savurdu paralarını’’

‘’Hep ekmek yedin ama, bak peynirli omlet  yaptım sana , püre de var’’

‘’ Yiyorum, yiyorum evladım, açlık mı görüyor gözüm, yavrularımı çok özledim. Anneler günü annesiyim ya! Yılda iki kere  beni yemeğe alıyorlar, her gidişimde sanıyorum ki gözümün içine bakıyorlar, gideyim diye . Arayıp sormuyorlar  hiç.’’

‘’Olur mu öyle şey, sana öyle geliyor olmalı. Hadi, biz arayalım onları.’’

‘’Hayır, neden arayayım, hiç bile aramam,’’

‘’Efeliği de bırakmazsın kimseye’’

‘’Tabi ya, anneyim ben. Onlar benim hayatım. Ömürleri uzun olsun. Yorulmasınlar...Benim için yorulmasınlar…Ayyy, çok ağrım var, her yerim ağrıyor, bilmiyorum ki neden?’’

‘’İstersen uzan  biraz, dinlen.’’

‘’Yok gideyim ben, sizin de işiniz vardır.’’

‘’ Gidersin, sedirin üzerine uzan da dinlen biraz’’

‘’ Hakkı var korkmaya. Açlık ve ölüm, var oluşumuza yönelik  iki  büyük tehdit. Çünkü  açlık ölümdür. Savaşlar da, göçler de bunun için oluyor,

‘’Gözlerini kapatır kapatmaz uyudu. Ne de çabuk. Olacak şey mi asırlık kadının yalnız yaşaması? Yapamıyor, ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Üç beş kuruşla başlarından atmışlar kadıncağızı. Konu komşu merhameti de olmasa sokaklara düşer, derbeder olur,  yazık. Küflenmiş ekmek, ekşimiş yemek yiyor, farkında olmuyor, ne olacak böyle Zehra Abla!  elimden hiçbir şey gelmiyor. Yardımcı olamıyorum, komşularıyla zaman geçirmek istiyor, bir tür avunma ihtiyacı, istediği şey bizim ilgimiz değil aslında. Çocukları da bulmuş kolayını yetkin, yetişkin muamelesi yapıyorlar şuncağıza. Güçlü kadın biliyor musun? Düşünsene asırlık yaştasın bu teknolojiye uyum sağlayabiliyorsun. Unutkanlıkları olmasa, yeni mutfak ve banyo sistemlerini kullanmakta zorlanmayacak. Sıra dışı bir zekası var. Asla kimseyle kötü olmuyor. Kırılmak, darılmak yok. Afra tafra yapıyor ama , bir sınır dahilinde…Gemisini yürütüyor, evlatlarının sorumluluklarını komşularına yüklemiş, çok akıllı kadın, uyumlu sonra.

‘’Zaman, ondan hafızasını alıp götürmüş, azar azar, Gelincik. Buna yaşlılık sendromu diyorlar, yaşlandıkça insan, böyle yokluğa doğru ilerliyor. Balzac’ın,  Goriot Baba karakteri ile  betimlediği evlat sevgisi gibi, olağan dışı bir sevgi besliyor çocuklarına. Gümüş şamdanları eğip büken, kuvvet gibi bir güç…bütün kusurları kapatan, dengeleri alt üst eden bir sevgi bu.’’

‘’ Bildiğim bütün sevgilerden farklı. Demek ki böyle oluyormuş annelik...yalnızlıkmış meğer.. Yüreği, nefesi bedeninden ayrı düşmüş, onların peşinden koşuyor sanki. Evlatlarıyla hayallerinde bir araya geliyor, dualarıyla söyleşebiliyor ancak...Beş evlat, ondan beş parça ve onun beş yazgısı.  Bir ses duysa?  O  ses oğlunun sesi olsa! Kızının sesi olsa! Görmese !  koklamasa da olur.’’

‘’En büyüğü kaç yaşındaydı.’’

‘’ Seksenlerindeydi galiba .Ahh.. ellerim kırılsaydı da vurmasaydım ona.  ‘’

‘’ Gelincik ! Ayıp ama, eğlenilir mi? ‘’

‘’Ne yapayım, sinirleniyorum. Böylesi bir yalnızlığı hak etmek için, terk edilmek için, nasıl bir hata işlemiş olabilir bu kadın. Aklım almıyor, anlamıyorum, böylesine tutkulu bir sevginin mükafatı bu mu yani? Yalnızlık…’’

‘’Hayır hayır, öyle bir şey değil…Yeni yetmelerin kalbi hassastır. Zamanla alışırsın hayatın, sürprizlerine , eğretilemelerine...Hayatta bu da olmaz! diye bir şey yok şekerim’’

‘’Zihni hep bir çemberin etrafında dolaşıyor ve başladığı yere dönüyor. Bir zaman dilimine takılmış kalmış, aynı öyküler, aynı hüzünler… bu güne dair olayları pek hatırlayamıyor. Zaman zaman kafası karışıyor, kişileri karıştırıyor, sonraları mekanları da karıştıracak... Umarım kaybolmaz, korkuyorum ki, bir gün kaybolacak.’’

‘’ Olmasın! Allah korusun’’

‘’Olmasın tabii. Ölümden çok korkuyor biliyor musun? Bedeninin toprağa karışmadan çürümesinden, kokuşmasından… Yalnız ölmekten…bütün bunların geleceği günden  korkuyor. O nedenle yalnız kalmak istemiyor. Atıyor kendisini sokaklara. ‘’

‘’Yalnızlığını bu şekilde katlanabilir kılmaya çalışıyor. Onun öyküsü de  bütün yaşam öyküleri gibi fantastik bir gerçeklik kurmacasından ibaret’’.

‘’ Bi Dakka, ne dedin, kafam karıştı. ‘’fantastik bir gerçeklik kurmacası mı? ‘’ ne kadar karışık bir cümle. Fantastik ve kurmaca kavramları birlikte yer alabilir tamam da, gerçeğin bu cümle içerisinde  ne işi var?’’

‘’ Böyle olduğu için edebiyatçılar, yazarlar hayata dair ne varsa saplantılı bir şekilde kaydediyorlar. Sonuçta her öykü kurmacadır. Hani şu çok etkilendiğin başat karakter…Marquez’in  fantastik  kurmaca ile yarattığı Ursula tipolojisi! İyi bir örnek olabilir. Ursula; hikayede üç kuşak yavruları ile birlikte senkronize bir hayat sürer. Bu senkronize hayat içerisinde bir dizi kopuşu da beraberinde yaşar. Ursula, büyük bir aile içerisinde yaşıyor olmasına rağmen, kimse yaşlılığının farkında bile değildir. Bütün ihtiyaçlarını el yordamı ile karşılar, gözlerine katarakt indiğini, artık göremediğini ev halkından kimse fark etmez. Ancak, O,  her bir parçasının teker teker farkındadır ve onları büyük bir sessizlik içerisinde takip eder. Dikkat edersen, Ursula ile Müzeyyen’in yalnızlıkları birbirine çok benzemekte. Farklı kültürlere ait bu kadınların yazgıları özdeş.’’

‘’Evet, bir harala gürele gider Yüzyıllık Yalnızlıkta ‘’

‘’ Hayata karşı sürekli ivmesizlik, atalet duygusudur, romanın içeriği. Bu nedenle de yazıldı zaten.

‘’A a a aaa, neredeyim ben? Uyumuşum, içim geçmiş’’