O’nu seviyorum. Üzmekten korkuyorum. O’na saygı duyuyorum. O’na tapıyorum.
O’nun bana olan sevgisini ise iliklerime kadar hissediyorum. Başka türlü olmasını tasavvur edemem zaten. Belki O’na karşı beslediğim sevginin özünü de O’nun bana duyduğu sınırsız, derin, önkoşulsuz sevgi oluşturuyor. O’nun sevgisi varlık sahnesindeki bütün oyuncuların, rollerin, dekorun özü ve ta kendisi... O mutlak seven ve sevilen.
Onunla aramızda adeta sözsüz bir anlaşma ve bu anlaşmanın bir tek maddesi var: güven. O bana güveniyor, ben O’na... O benim müminim, ben O’nun müminiyim.
O mutlak bilgi sahibi, ben mutlak cahilim. O sınırsız ve sonsuz, ben minik bir zerrecik... O baki, ben fani... O Rab ben kul... Kadir olan O, ben mutlak aciz...
O’na güvendiğim gibi, O’ndan haber getiren elçiye (sav) de güvendim. Beni yaratırken içime koyduğu elçi, O’nun risalet vazifesiyle gönderdiği aklı tasdik etti. Böylece “mecma’al-bahreyn” cilvesi tecelli etti; elçinin ve onun getirdiklerinin tümünün de mümini oldum.
Hayat, deneyip yanılarak öğrenip sonra yaşanacak kadar uzun değil. Benim bilgim, özellikle kendime dair bilgim kıt. Bu bilgi kırıntıları, belki mutlak alîm ve hakîmi tasdik etmeye kafi; lâkin O’nun çizdiği çerçeveden ayrı, O’nun verdiği ipuçlarından bağımsız sahih ve salim bir sistem oluşturmama müsait değil. Mevlânâ Celaleddin “vahyin kılavuzluğundan mahrum kalan akıl, çamura çökmüş eşek gibidir” demişti. Vahiy aklı denetler, kendi başına ulaştığı sonuçların sağlamasını yapmasına imkân tanır; fakat asla önüne geçmez, önünü kapatmaz. Akıl, yapısı itibariyle, çalışmaya başlamak için aksiyomlara ihtiyaç duyar. Yine, yapısı itibariyle bir yere gelince daha ileri geçemez. Ziya Paşa’nın işaret ettiği gibi: “İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez/ Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.” (1) Akıl vahyin kılavuzluğuna râm olursa iki deniz birleşir, kişi “zü’l-cenaheyn” olur ve kendisine tahsis edilen irtifada kanat çırpmaya başlar. Vahiy bir ipucu ve çerçeve program gibi görülmez de “nakil” ve “dogma” haline getirilirse veya akıl istiklalini ilan ederek haddini aşarsa insan(lık) çamurda debelenmeye devam eder.
Hayat deneme tahtası değil. “Pause” düğmesine basıp biraz durup düşünme imkânına da malik değilim. Yaşanacak ve bitecek... Anlaşmadaki güven şartı burada imdadıma yetişiyor: Bilgisine, sevgisine, iyiliğimi istediğine güvendiğim Rabbim; içimizden elçiler seçerek biz insanlara mesajlarını iletiyor. Son olarak Hz. Muhammed’i seçti ve O’na Kur’an-ı Kerim’i verdi. O’ndan sonra elçi gelmeyecek. Çünkü o mesaj kıyamete kadar elimizde kalacak ve aklımızı onun kılavuzluğunda kullandığımız takdirde biz kendimize yetebileceğiz.
Hz. Muhammed (selâm olsun ona) veda konuşmasında buyurdu ki:
“Sözlerimi iyi belleyip sizden sonrakilere aktarınız. Olabilir ki, aktarılan aktarandan daha iyi kavrar.”
O konuşması ve diğer birçok konuşması sadece çağdaşlarına hitaben yapılmış konuşmalar değildi. Birçok konuşması kendinden asırlarca sonra gelecek insanlara hitaben yapılmış konuşmalardı.
O “yap” demişse sevgisinden ve benim yararıma... O “yapmasan iyi olur” demişse kesinlikle sevgisinden ve benim yararıma... O’na güveniyorum ve elimden geldiğince hem buyruklarını anlamaya çalışıyor, hem de tamamını test etme imkânını bulamasam da imtisal etmeye (2), onları tutmaya gayret sarf ediyorum. Kuşkusuz eksiklerim, kusurlarım, hatalarım var. O bunlardan geçer biliyorum. Bu konuda da güvenim sonsuz O’na… Çünkü günahım başkaldırıdan, bile bile isyandan neş’et (3) etmiyor; zaaflarıma yenik düşüyorum sadece… Böylece, zaaflarımı yendiğim takdirde de kendime güvenim artıyor. O bana güveniyor. O’na lâyık bir kul olmaya çalışıyorum. Secde O’na en yakın olduğum an. Çünkü orada en çok kendime yakınım: En çok kulum…
Farz-ı muhal, O’na güvenmemiş olsam; emir ve yasaklarını teste tabi tutardım belki… Ya da pazarlık ederdim. Ancak hem sevgisine, hem bilgisine güvendiğim Sevgilim O. Hayat deneye yanıla çarçur edilecek bir meta değil. Hayat bazı konularda birden fazla denemeye fırsat tanımaz. Öyleyse güvenmek zorundayım. Ya O’na ya da O’nun yerine ikame edeceğim herhangi bir şeye… Ben O’nu tercih ettim.
--------------------------
1-“Yüce şeyleri enine boyuna kavramak bu aklın üstesinden geleceği bir iş değildir; çünkü bu terazi bu kadar ağırlığı tartamaz.”
2- İmtisal etme: Sarılma, yapışma, uyma.
3- Neş’et etmek: Kaynaklanmak