1/ Alan Badio, etik üzerine düşünürken, soyut ( aslında olmayan ) öznenin ortaya çıkışını“Durumdaki Olay “ dediği bir süreçte inceler : “Durum, bütün verili / normal yasalarca onaylı koşullar toplamıdır. Olay ise, birini Özne olmaya çağıran ve Durum içindeki alışılmış davranış biçimlerini aşan bir fazlalıktır (….) . Olay, Durumun bütün normal yasaları tarafından dışlandığı için, özneyi yeni bir varolma ve durum içinde davranma tarzı icat etmeye zorlar. Olay’ın gerçekleştiği hakikat süreci , Durum’un egemen diline ve yerleşik bilgilerine uymaz; kurumsallaşmış bilgilerde – Lacan’cıl söyleyişle – bir delik açar. Özne, Olay’dan önceki Durum içinde kesinlikle yoktur;hakikat süreci bir özneye neden olur. Hakikatler etiği böyle öznelerle bağlantılıdır. ( Alan Badio, Etik, Metis 2003 sh.51-53 )
Durum’u sabit bir olgu halinde tanımlayan kayıtlar genellikle epistemiktir.;söylemsel/ ideolojik bir dille/dilde kurgulanan bir epistemik yapıdır Durum. Özne-öncesindeki “biri “, Durum’un kaydına uymayan bir Olay’ı genellikle ontik düzeyde deneyimler. Bu süreçte, verili bilgilere sadakat göstermeyen, oradan taşan bir fazlalık söz konusudur. Bu fazlalık, özne-öncesi birisinin içinden geçerek onda da bir fazlalığa dönüşür; bu birisi kendinden fazla bir şeydir, yani Özne’dir.Durum’un yer açmadığı soru (n)ları da toplayarak doğrudan Özneliğini de bir soruya dönüştürür ve dünyaya geri verir.
Bu sürecin eleştirel vicdanı kurduğunu, yitirme/dağılma vaat ettiğini, inancı tehdit ettiğini söylemek bile fazla. Öyle ya : Yanıtı göze almayan soru sormasın! Ya da:Kendini göze almayan, aynaya bakmasın!
2/ Mehmet Solak’ın son şiir dosyası Adına Hazırım, bölümler halinde Hece Dergisi’nde yayımlandı. Dosyanın bütünü tek bir gövde şiir olarak kurgulanmış 40 şiirden oluşuyor. Monolojik söylem korunsa da, zaman zaman çoklu bir perspektif içinden söz alan şair-özne, aşkınlık/içkinlik gerilimi üzerinden bilinç-inanç hattında bir sorunsala ulanıyor.Kendi varoluşuna, varlığının ve ilişkilerinin anlamına ve amacına ilişkin olguları sorunlaştırıyor. Böylece Başka’laşan Ben, eleştirel bir anlamlandırma geriliminde sarsılıp duruyor: Dil de bu gerilimi içeren bir biçimlenmeyle öbekleniyor. Şiirsel semantiğin genel olarak yüzey yapıda örgütlenmesi nedeniyle, dize yapılanması öne alınıyor; okurun imgelem hattında dağılması önleniyor. Burada yazınsal söylemin felsefi söylemle ölümcül bir dengesi söz konusudur: Sorunlaştırılan olgular şiir dışı referanslara değil, yine şiirin anlamlandırma düzeneğine teslim ediliyor; şiirsel gerçeklik şiirde işaret ediliyor.
Daha girişte : parça pörçük/ bir şiir bu/ hem bütün benim gibi/ ha var ha yok dizeleri şiirin sahicilini de berkitecek biçimde semantiği çentikler. Şiirin bütününe dolanan kaygılı dil, her teselli durağında daha derinden huysuzlanarak, örneğin 13. şiirde bile: bu dünyada sanki/ yasak soru sormak/ kim mühürledi dilimizi/ kim // sorsam ne çıkar hem/ sormasam ne dizeleriyle gerilimi yeniler, zembereğin boşalmasına izin vermez.Kendi kuyusuna yaptığı dalışların bilinçte oluşturacağı kaçınılmaz yarılma için dilde işaretlediği nihilist tını şiir boyunca duyulur. Böylece bir varlık/ varoluş sorunsalı dolayında şiir geri çekilerek, saparak, sapkınlaşarak, sıçrayarak ve sürünerek kendini kanatır; sana inat buradayım/ işte ben neredeysem gibi suyu bulandıran dizelerle sürer.
3/ Dilin gerçekliği indirgediğini, bu nedenle de Aydınlanma’nın akla dayalı Bilen-özne kavramının bir kurgu olduğunu artık biliyoruz; dahası, Dil’in söylemsel örgütlenişi içinden açığa çıkardığı anlamın sorunlu ve kasıtla malûl olduğunun farkındayız. Hele “iktidar dili “ halinde meşrulaşarak , muktedir için bir kurumsal zırha dönüşen söylemsellik, günümüzde ideoloji tartışmalarının odağındadır. Söylemin sabitlediği anlamlandırma, bir gerçeklik olarak soruyu/sorunu iptal eder; olguyu inanç eksenli bir dille örter. Bunun epistemik bir tartışmaya dolandığı ortadadır. Şiirin dille ve verili anlamla dalaşması, tam da bu kertede onu bir imkâna dönüştürmüştür. Lacan’dan ödünç alarak söylersek: Bilinçdışına çökelen dil artıkları duyusal/ sezgisel/psişik bağıntısıyla geri dönerken, temel yüzleşme dille/dilde gerçekleşir.
Her türlü epistemik sorunun öncelikle ontik olduğunu hatırlarsak, şiirde açığa çıkan bu dilsel katmanın, şair tarafından bir varoluş hakikatine dahil edildiğini söylemek bile fazla
Mehmet Solak da ölüm, varlık, dil, aşk, hiçlik, bilme,bilinç, inanç, günah, kuşku, çocukluk, korku, yokluk gibi varoluş kertelerini şiire açarak, elindeki bütün yanıtları pey sürüyor, onları sallantılı hâle getiriyor.Bunu yaparken de Husserl’cıl bir paranteze alma yerine, bilinç olguları üzerinden sorular soruyor; gerektiğinde kendine karşı bir hak arayışına soyunuyor: söyleyip kurtulacağım / sözlerim(mi) var baht-ı siyah // oysa her söz fazladır biraz/ biraz daha yakın ölüme/ köpekler düşmüşse peşine/ sır üflenmişse apansız/ açılmışsa aklımızı yaran yarık . Şair de zaten bu yarığı büyütmek üzere parmak kaldırmıştır; ışığı iyice kısarak karanlığa saplar bakışını.Bir eksik cehennem olarak tesmiye ettiği Dil’e dönüşünü de bu eleştirel / entelektüel göze alış içinden yapar : kelimeler olmasa ne yapardık tanrım/ şeyler olmasa gizli ve aşikâr. Şimdi kelâm, gizli ve aşikâr olana temas için biricik deneyim alanıdır ve şiir bir imkân olarak tam da buradan sahicilik kazanır.Bu deneyim, dış dünyanın bilgisini sınayarak varılan bir tecrübe (epistemik ) değildir; anlık bir bilinç kırılması olarak açığa çıkan bir iç- yaşantıdır. Bu nedenle de şiirin karanlık dehlizleri dışına ışık salmaz; bütün tikelliğiyle bir hakikati işaretler, yani ontiktir.Şiir de bir karşı-dil örgütlenmesi olarak, bütün şiddeti ve cehennemiyle bu hakikate taliptir.
4/ Mehmet Solak, daha şiirin açılışında, kendini nesneleştiren bir şair-öznenin “ ha var ha yok “ luğuyla ıralı bir kötülüğe işaret ederek gerilimi başlatır : alıştık kalbimize yenilmeye ve çözüldü çözülecek dilim/ koptu kopacak tufan dizeleriyle Durum içindeki Olay’ı bir kırılma anı olarak kaydeder. Kırılma anı , iç-yaşantıda ( deneyim), Alan Badio’nun söyleyişiyle “bir hakikatin taklit edilmesi sürecidir”. Böylece, mutlak hakikatin kaçınılmaz dizgesi olan Kötülük, başka hakikatlere yer açmak üzere büzüşür. Adlandırma’nın bir kötülük olarak belirmesi, hakikatin bütününe talip bir Dil yüzündendir.Pozitivizm elbette Dil’in ( aklın?) bu soğuk iktidarını onaylar ve hakikatin belirmesinde kanaate, sezgiye, inanca, masala, yalana, hurafeye yer açmaz. Şiir ise bir karşı-dil üzerinden buna diklenir ve epistemik kurgunun biçimlediği gerçeklik alanında bir gedik açarak oradan bir hakikati işaretlerken, çaresizce yine o kötülük alanına, Dil’e yaslanır.
“Adına Hazırım” diyen şair-özne de daha adlandırırken kendini bir kötülük olarak önceler; orada adlandırmaya direnen ne varsa şiire teslim etmek üzere Kelâm’ı dener. Bu işlek paradoksun bilgi / inanç hattına yüklediği cinnetli gerilim, okura da bulaşır: körelen bir bilmece bu/ eksikte yok olan parçada bunalan/ kelâmı olmayan mihrap mı ne // bir boşluk bırak ardında/ zaten boşluk önümüz ardımız/ sağımız solumuz/ sobe! / sobelendinse bir kez/ duyulur mu çarmıhta/ uçurum mübadelesi sesin/ kurşun dokumuşu şakaklarında/ ölüm: / s.o.s.
5/ Lacan, “ Dil tarafından yakalanıp işkence edilen “ öznenin içinde parçalandığı kültürel bir uzaydan söz eder. Dünyayı bilince içkin kılan Batı düşüncesi ( düşünüyorum, o halde varım! ) bu kültürel uzayı dondurarak Dil’e bir dinginlik vermeye çalışır. Nesneye bakarak , onunla olabildiğince mesafesiz bir ilişki içinden bilmeye dönük bir zihinsel, Dil’le ilişkisini de akla emanet etmiştir. ( Kelâm’ı öne alan Doğu bilincine ise, burada yalnızca işaret ederek geçiyorum) Bu kez de, kendinden firarı göze alan eleştirel bilinç, Batı sanatında şizofrenik bir yarılma üzerinden biçimlenirken, elbette estetik düzeyde kendi çözümünü de üretiyordu. Ancak, bilince aşkın bir Varoluş orada öylece dururken , estetik yaşantı bir yüceltim/ arınma süreci olmanın ötesine geçemiyordu. Varoluş’a ilişkin bütün kerteleri, örneğin ölüm sorunsalını dışta bırakarak sürdürülen bir dünya ilgisinin eleştirelliği, olsa olsa bir akıl yarılmasına varacaktı; öyle de olmuştur. Bu nedenle de, Etik üzerinden Vicdan meselesine odaklı bir Öteki sorunu, son dönem Batı felsefesinin odağına yerleşmiş, aklını Kelâm’ın imkânlarıyla onarmaya başlamıştır. Örneğin Merleau- Ponty : “ Varım, o halde düşünüyorum ! “ diyerek yarattığı düşünsel kırılmayla , sorunu metafizik- maddeci diyalektiğinde işleyen bir alana taşımıştır.
Varlık/ Varoluş bilince aşkın kılınınca, bütün epistemik süreçlerin öncelikle ontik olana bağlandığı hakikati, yani bütün bir Doğu zihinselinin Modernitede ısrarla örtülerek Dil’den yalıtılan hacmi, Lacan’cı söyleyişle “ geri döner” ; ama elbette eski haliyle değil, kendi koşulları içinden…
Kendini de bu büyük sorunun bir parçası kılarak dünyaya yönelen entelektüel dil, bütün sorgulayıcı, dağıtıcı ve yer yer hiçleştirici vurgularına karşın, şizofrenik bir yarılma olarak belirmez. “ Adına Hazırım “ bu açıdan anlamsal yoklamalara, savrulmalara, kapanmalara , ses/ dize/imge /çağrışım düzeyinde bütünlüklü dille yerleşir. Örneğin, 7. şiirde Rimbaud işaret edilerek ben/öteki sorunu kurcalanırken, olanca gerilimine karşın dil kendi üzerine kapanmaz ve iletişimsel tözünü bulandırmaz: bir de öteki çıktı şimdi/ gökten zembille inmedi, malûm/ bir başkası mı ben/ hani demişti ya rimbaud/ yoksa benden içeru/ benden gayb/ bir ben mi var bende dizeleriyle sorunu/ soruyu bir başka zihinsel düzeyde yeniden kurar ve referans konusunda bir optik ayar yapar. Böylece dipteki sancı ne olursa olsun, şair-öznenin dille ilişkisi son derece iradî seyreder. Ama bu , şiirin gövdesini dolanan akustik sancıyı hafifletmez; çünkü mutlak hakikate yaslanma lüksü reddedilmiştir: aklım mı karıştı ne! hayır/ ahvalime sığındım mı çırçıplak/ şeytan girse de aramıza mütemadiyen/ gecikse kimileyin çok gecikse mehdi/ su gibi aktım su gibi
Araya giren değil, ama çağrılan bir şeytandan şöz edilebilir. Şair-özne, kendisi ile öteki-kendi arasına çağırdığı şeytan sayesinde ikiliği deniyor ve oradan birliği kurmaya çabalıyor; yeniden kulak verelim: aklım mı karıştı ne! hayır
6/ Psikanaliz, birey- öznenin bütünlüğünün bir yanılsama olduğunu, onun bir bütün olmak üzere edip eylemediğini; bütün bir karmaşası, çelişkisi ve çatışmaları, yalanları ve amneziye (bellek kaybı) varan bellek oyunlarıyla bir öznelik çoğulluğu olduğunu göstermiştir.Bu yanıyla özne elbette” kendini bilmeyen”dir ; ego inşası sürecinde kurgulanmış kendi doğrularıyla sorunludur. Belki kendini anlamlandırabilir; gerçeklik bilgisini fenomenolojik bilinç düzeyinde bir deneyime çevirebilir. Bu deneyim, özneliğin taşıdığı gerilimi/ acıyı olgunlaştırarak bir kişilik yatırımına dönüşebilir ; dünyayla bakışan özneye bir mesafe sağlar. Öte yandan, insanın otantik hakikati, kültürel bir kodlama olan bütün bir epistemolojik süreci kesintiye uğratır. Bu bağlamda düşünürsek : Mehmet Solak, bu şiirleri dilsel/ psişik zeminde biçimlerken, elbette kendi özneliğinden yalıtık değildir. Bilinç/ yaşantı içeriğindeki varoluşsal gerilimi şiire açarken, dünyaya doğru patlayan dilini bir kaygı/ endişe yumağına çevirir. “ Kendiliğin dışarılaştırılması ( Sartre )” yoluyla bütün bir bilinç/inanç alanını sorunlaştırır. Eleştirelliğin bir düşünce ahlâkı olduğunu ( öyle ya: mümkün, gerçekten daha gerçektir !) bu nedenle de, inancın sınanabileceği ateşten sorulara el uzatmazsa üşüyebileceğinin sonuna kadar farkındadır. ( Tam burada söylenmelidir: Son dönemde Din/ İnanç/ Kutsal/ Yoksulluk/ Mülkiyet Eleştirisi / Merhamet/ Sosyalizm çıkışlı bir Vicdan zemininde gelişen ve kısaca Sol İlahiyat başlığı altında toplanan entelektüel bir buluşma çabasıyla doğrudan bir teması olmasa da, bu şiirlerdeki eleştirel aklın oraya doğru bir dip akıntı olduğu açıktır.) Bu farkındalıkla yüklü bazı dizeler: diriler kimi çağırı ölüler kimi/ sökülmüşse teğelleri sırmalı kaftanın/ kime ne kamıştaki zârdan// gözleri kör eden aklı karartan/ o sağır kuyudan
Kreşendo halindeki bu dizeler, bütün şiir gövdesini dolanan trajik yankının da kaynağıdır. “Kendini sorunlaştıran bilinç “ olarak bir ucundan moderne dokunan şair-özne, “ kime ne kamıştaki zârdan” dizesiyle geniş bir kavis çizerek Sûfi geleneğe ulanır; böylece bilgi/bilinç ve düşünce/inanç diyalektiğinde konaklar. Benzer işleyiş, dize birimleri ötesinde şiirden şiire geçerkenki anlamlandırma örgüsünde de işler. Sesleniş ve dış biçim olarak da somutlaşan anlam arayışları, şair-öznenin çoğulluğu içinden şiire yerleşir. Karşıt söyleyişlerin kendi bağlamında sahici kalabilmesini de bu bütünlük sağlar. Varlık/hiçlik, susma/konuşma,sorma/inanma/hatırlama/unutma, iletme/ ketlenme vb. karşıtlıkların her birisi kendi hamlesini yaparken, şiir hacminde bir hakikat alanı kurar ve semantik gerilim de buradan beslenir. Birkaç örnek üzerinden sürdürelim: çözüldü çözülecek dilim/ koptu kopacak tufan yanında : ne/ zaman boşalacak/ bu gergin bu meyus yay; ya da söyleyip kurtulacağım/ sözlerim(mi) var baht-ı siyah ve oysa her söz fazladır biraz dedikten sonra : kelimeler olmasa ne yapardık tanrım; bir başka karşıtlık : hiç beden aramadım belâ’dan/ ne sözüme ne kendime yanında : hangi kitap/ sonra yeniden yazılmışsa/ tahrip makamında/ yenilendikçe yenilmişse dizeleriyle yapılan belâ çağrısı; ya da: bırak soru sormayı dizesini kavururcasına : sorma da gör bak dizesi bu anlamda birkaç örnektir.
Bu gerilimin şiirin semantik düzeyinde nasıl bir trajediyi kurduğunu ise şu dizelerde görürüz:
nerde beklenen ulak/ ipim kalmamışsa kime ulanacak/ kimi yakacak bu nar/ kim masum kim cüretkar // çıkar mı saplandığı yerden bu hançer
7/ İnsan kendi varoluşsal yaşantısını/ deneyimini, ancak dilin ona sunduğu kodlar içinden açığa çıkarıp biçimleyebilir ; açığa çıkmayan ise içsel yaşantı olarak zaten metafiziğin çevrimindedir, dil orada haddini tanır. Sanatın/ şiirin tarihi bir yanıyla da bu biçimlemenin tarihidir. Varoluşsal deneyimin durum’u sallantılı hale getiren bir olay, orada beliren bir delik olduğunu söylemiştik. Öte yandan kişinin bu deneyimini akla emanet etme çabası, yani meseleyi epistemik olarak aşma arzusu aklın yarılmasıdır. Toplumsal dizgenin ve hangi ideolojiden hiza- istikamet alırsa alsın, her iktidar söyleminin bu deneyimi pahalı ödettiğini söylemek gereksiz; Doğu’da ve Batı’de ne çok örnek var ! Nietzsche’den Ali b. Mumammed’e, Artaud’dan Mahmut Taha’ya, Zweig’den Ebu Zerr’e ve Ali Şeriati’ye, Van Gogh’dan Hallac_ı Mansur’a şiddetin, öldürmenin, çıldırtmanın ve tecrit etmenin Aklı her yerde aynı. Babasız çocuğa; hatta babasını soran çocuğa tahammül yok…
Mehmet Solak ise elbette kendini incitmek pahasına kısık bir sesle kurmuş sorusunu. Doğrudan Varoluş’a dolanan bir anlama/ anlamlandırma gerilimi, onun şiirlerine bu koyulukta ilk kez giriyor. Semantikteki bu dönemecin bir poetika olarak belirdiğini, sentaksta da sınırlı bir bükülmenin şiire yansıdığını görüyoruz. İmgeyi, müzikal tınıyı ve ritmi, ses ve sözcük oyunlarını neredeyse sıfırlayarak dramatik etkiyi hep diri tutuyor.Dilin maddesini koruyor, sözdizimine şimdilik bir itirazı yok; yani Dil’i parçalayan bir şiddet şimdilik yok ve hâlâ aynı Dil içinden bir huruçla sorunu aşmaya talip. Nitekim, soruda kaybolmayı istemiyor ve aklın söz aldığı her oturumda metafiziği incitmemeye özen gösteriyor; cinnetin kalbi de yaraladığını biliyor. Nitekim, şiirin sonlarına doğru: dur ki soluklansın an/ eşkâlin olsun sûret/ karanlıkta kalmasın vicdan dizeleriyle kâmil bir sese yaslanıyor. Ama bu sorunsal şiddetini sürdürürse, Adına Hazırım’daki Dil kılıfının yırtılacağı kesindir.
8/ Artık şiir, bütün entelektüel dolayımı ve disiplinler arası işleyişiyle ontik bir sancıya ulanmıştır. Ontik olan epistemik olandan, yani varoluşsal düzey bilgi düzeyinden yalıtık değildir.Elbette birisine ait soruyu ötekine sabitlenerek çözmek mümkün değil; ama varoluşa dolanan sükûnet verici bilginin sınırları da bellidir. Hele pozitivizmin bütün bir metafizik alanı yok sayarak hayatı kurguladığı, Dilin de buna göre yapılandığı düşünülürse, bir karşı-dil olarak şiirin nasıl bir dehlize daldığı daha iyi anlaşılır. Anlamı, anlamlandırmayı, soruyu ve yanıtı, gerçeği ve hakikati, arzuyu ve ölümü, görüntüyü ve kelâmı, aklı ve vicdanı, tarihi ve yalanı, kutsalı, günahı, kötülüğü ve kiri bir de buradan yoklayan / deneyimleyen şair, öncesiz ve sonrasız kendi kuyusuna bakarak orada çırpınmayı seçmiştir. Ama, şu kadarını da onun kulağına fısıldamazsak, hayata haksızlık etmiş oluruz: Nerede durduğu önemli değil, çünkü “ bir duruşun olması “ meselesinin kendisi sorunludur;eleştirel bir vicdanla edip eylemeye, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan herkes yoldaştır ve şiir bu yoldaşlıkta bir imlâ olabilir.
Bilgi’nin Bilinç’le dalaştığı bir Geceden Notlar’dır bu şiir; varlık ve varoluş kertelerinden bir had yoklaması…Hakikatin haddine işaret için akıl ve dil susar; bir ihtimal zemininde ve usulca karşı-dil kımıldar. Şiir tam da burada, sahip olunan bütün doğruları yakasından tutup silkeleme, yani kendine karşı bir öteki-kendi / benden içeru ben olabilme cesaretini işaretleyen bir “etik için sıfır nokta” dır. Bütün sahiciliği içinde buna talip olmaktan başka neyin adıdır şiir? Aklın, bilginin, sezginin, hayalin ve safsatanın, eşyanın ve imgenin, itirazın ve inancın, yani Dil’in ve Dilsiz’liğin haddi içinden dünyanın eksikliğine omzunu dayama vaadi; bir delilik sınavı!
Mehmet Solak, bu sınavı şiir gerçekliğinde yaşantıya alıyor ve oradan kendimize karşı bir kalkışma için Dil’e çağırıyor. Bu hacimde bir imlânın daha koyu cümlelere doğru akacağını, daha düşey şiirler kuracağını kestirebiliyoruz.