“Sanat” kelimesinin farklı dillerdeki karşılıklarında “yapay” ve “yapma” anlamları belirgin bir şekilde öne çıkmaktadır. Öyleyse sanat evvelemirde “yaratılan” bir şey değil “yapılan” bir şeydir. Bu yapma işinin dayandığı en temel kuvve “hayal”dir. Öyleyse sanat bütünüyle “gerçek” olmayandır. Hayalin tecessüm etmesi için zorunlu olarak sahip olacağı şey ise “form”dur. Mitten romana kadar uzanan formlar zincirinin esası budur. Sanat bir varlığın “aslı” olmadığı için, bir aslı “işaret” etmeye mecburdur. İşaretin kalıbı olan dil, söz, renk ve yazı biçiminde sayısız imaya ihtiyaç duyar. O halde sanat, “bilgiyi taşır” ama “bilgi değil”dir; “anlamı taşır” ama “anlamın kendisi değil”dir. “Tarif eder” ama “tarif edilenin”, “tasvir eder” ama “tasvir edilenin”, “gösterir” ama “gösterilenin kendisi” değildir. Fakat insan, salt kendisi olanları, bütün boyutları, bütün anlamları ile zihnine yerleştirmek için hatırlatmaya, hayal etmeye, benzetmeye, dolaylamaya ihtiyaç duymuştur. Bu bağlamdan bakılırsa sanat, asıl ile insan arasında bir “vasıta”dır ama ikisi arasındaki teması “biçimlendirme gücüne” de sahip bir vasıtadır.
Müslümanlar yüzlerce yıldır bu vasıtayla yani sanatın çeşitli formlarıyla Peygamberini yaza geliyorlar; söyleye geliyorlar. Ama şunun da farkındadırlar: İslam, açıkça hiçbir sanatı reddetmiyor ama sanatların esası olan hayal, tasvir, benzetme gibi zihin ve dil faaliyetlerine karşı da insanoğluna uyarılarda bulunuyor. Dolayısıyla Müslümanlar kendilerini, minyatür, kıssa (menkıbe, roman) hat, resim, şiir, her ne üretiyorlarsa dikkatli olmak zorunda hissediyorlar. Özellikle şiir ve şair hakkında Kur’an’da doğrudan yapılan uyarı ve tasvir hakkında Müslüman zihnin kabul ettiği sınır, dikkatli olmanın boyutlarını daha da genişletiyor. Müslümanlar her iki uyarının da esasen sanatların kendisine değil, sanatların yapılabilmesinin esasını oluşturan zihin ve kalbin (şuurun) fiilleri olan hayale, tasavvura yönelik olduğunu anladıkları (kabul ettikleri) için sanat üretebiliyorlar. Uyarının apaçık ortada olması ama sanatın da yasaklanmaması bir “orta alan” veya bir “istisna” alan oluşturuyor. Denilebilir ki klasik zamanlardan modern zamanlara kadar bütün Müslüman ressamlar, şairler, romancılar kendilerini bu “istisna” alanın içinde tutmaya, bu alanın içine yerleştirmeye çalışıyorlar.
Modern zamanlara kadar gelen sanatlar ile o tarihten sonra bugün konumuz olan kurmaca türleri de içine alan sanatların bu “istisna” alan içinde kalarak Hz.Peygamberi söylemek/anlatmak açısından belirgin farkları var mıdır? Elbette sanat formlarına kendi teknik özellikleri açısından bakılırsa bariz farklılıklar olduğu açıktır. Şiir bağlamında atıf yaparsak, birimlerin, mısra yapılarının; kafiye türlerinin, örgülerin, hareket ve durgunlukların, tasvirlerin ve nihayet tematik sistemi oluşturan yargıların, imaların, göndermelerin farklılaştığı muhakkaktır. Anlatmaya dayalı ürünlerde de durum farklı değil; destandan masala, menkıbeye, hikayeye, mesneviye ve romana uzanan formlarda birçok farklılıklar var. Peki bu sistemlerdeki değişme ve farklılaşmalar, anlatılanın veya söylenilenin özüne etki etmekte midir? Biçimsel değişmelerin özleri asla etkilemediklerini söylemek zor. Ama bu özleri etkileyecek asıl değişme, modern zaman sanatlarının, sanat kuramlarının (Batı sanat ve kuramları demek daha uygun olabilir) o güne kadar kendilerini doğurduklarını kabul ettikleri kaynakla (din ile) çatışır hale gelmeleridir. Modern zaman sanatlarının Türkiye’deki ve diğer Müslüman milletlerdeki sanat anlayışının belirmesinde modern zaman sanat teorilerinin etkisini inkar etmek mümkün değildir. Bu yüzden Müslüman sanatçılarının önünde önceki “istisna alan”dan farklı bir problem ortaya çıkmıştır: Müslüman kişinin, modern sanat üretmek için sanatın modern sistemleri içinde kalması gerekmektedir ama bunun içinde kaldıkça da kendine emin bir konum olarak belirlediği “istisna alan”ın dışına taşabilmektedir. Bu durumda da “arada kalmak” kaçınılmaz olmaktadır. Şiir konusunda bu “arada kalmışlık” duygusunun daha az yaşandığını söylesek bile özellikle, sinemada tiyatroda, romanda, resimde bu “arada kalma”nın yaşanmadığını söylemek zordur.
Son zamanlarda Hz. Peygamberi anlatan romanlar etrafındaki tartışmaların esasının da yukarı da belirtilen “arada kalmışlığın” fark edilmesi veya bunun bir “arada kalmışlık” olmadığının sessiz bir şekilde iddia edilmesi olduğunu söyleyebilirim. Romanın gerçek olmadığını, kurmaca olduğunu dolayısıyla, kurmaca gerçekliğin hakikatin insan sureti olan Hz.Peygamberi, gerçekliğin dışına taşırabileceğini düşünenler, aslında “arada kalmışlığı”ın aşılamayacağını işaret ederler. Modern dünyanın sanat formlarının imkan ve yenilikleri içinde kalmanın karşı konuşmaz bir gerçek olduğunu düşünenler ise meseleyi arada kalmışlık düzleminde algılamıyorlar. Zamanın ve vasıtaların değişmesi ile ortaya çıkan sanat formalarıyla da mesela romanla da Hz.Peygamberin anlatılabileceğini söylüyorlar. Hatta Kur’an’ın geçmişi kıssalarla (bir form içinde) sunmasını, mesajlarını zaman zaman metaforlara yüklemesini, kurmaca eserler için bir dayanak olarak kabul edebiliyorlar. Buna muhalif olarak ise kıssaların yaşanan gerçekleri hatırlattığı oysa romanın ontolojisinde “gerçek”in değil “kurmaca”nın esas olduğu ileri sürülüyor. Bu iki yaklaşımın veya bakış açısının kendi içindeki tutarlıklarını ve haklılıklarını şimdilik bir yana bırakarak “kurmaca” tanımında bir problem gördüğümü not ederek roman ve Hz.Peygamber konusundaki bazı görüşleri paylaşıp tartışmak istiyorum.
Meridyen Derneği ve Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nin 29 Kasım 2017 düzenlediği “Kurmaca Dünyada Hz. Peygamberi Yazmak” konulu toplantıda ileri sürülen bazı görüşlere değinip tartışacağım. Fatih Andı’ya göre, roman, bize ait olmayan bir dünyanın tarihsel süreçlerinden, toplumsal şartlarından doğan, Avrupa hayatına ve düşüncesine uygun olarak trajediyi, çatışmayı, mahremiyetin ifşasını barındıran ve barındırdıkları ile aslında kendi yapısal ve kuramsal esaslarını belirleyen bir türdür. Bu esaslar merkezinde kurulmayan bir esere roman denilemez. Roman bu yapısal ve kuramsal esasların dışına çıkamayacağına göre, romanda Hz. Peygamberi anlatmak; Onun hakikatin ifadesi ve temsili olan hayatını kurgulamak, Onu, trajediler, çatışmalar içinde göstermek, yazarın kurduğu diyaloglarla konuşturmak olacaktır. Bu takdir de aslında anlatılan Hz.Peygamber olmayacak, yazarın kurguladığı bir insan olacaktır. Bir Müslüman için bu, kabul edilebilir değildir. Hz. Peygamberin getirdiği hakikati olduğu gibi aktaran, onun şekil özelliklerini ve sözlerini tarihsel bilgilerle olduğu gibi aktaran bir metin de roman olmayacaktır.
Andı, romana karşı çıkmadığını hatta türün kendi ontolojisi ve teknikleri çerçevesinde çok iyi örneklerinin bulunduğunu ama romanın Hz Peygamberi anlatamayacağını, anlatmaması gerektiğini ısrarla belirtir. Bu reddini hem kuramsal düzlemde hem de ülkemizde yayımlanmış siyer kaynaklı romanlar örnekleminde izah eder. Aslında romanı “bizim dünyamızın dışında” doğduğunu söylerken, kuramsal düzlemde, romanın Avrupa’da bir form olarak belirmeye başladığı burjuvalaşma ve bireyleşme süreçlerine atıf yapar ve romanı besleyen bu siyasal, felsefi, ideolojik tabanın İslamla sorunlu olduğuna işaret eder. Romanın bu ortam içinde kendine çok belirleyici teknik özellikler edindiğini, bunlardan en önemlisinin de kurmaca olduğunu, kurmacanın insanın hayal ve zevk alanını çeşitlendirdiğini ama kurmacanın “gerçek olmama” gibi çok kesin bir niteliğinin olduğunu söylemek ister. “Kurmacanın yalanlığı” ile “siyerin muhterem ve mübarekliğinin”, Hz. Peygamberi anlatmadaki “adab” ve “ahkâmı” asla sağlayamayacağını vurgular. Romanın esaslı bir çatışmaya dayandığını, bu çatışmanın trajediyi doğurduğunu, oysa Hz. Peygamberi anlatan bir sanatın trajik olamayacağını söyler.
Gerçekten de Türkiye’de roman piyasasında Hz. Peygamberi anlattığını sanan birçok popüler romanın seviyesiz ve idraksiz varlığı, roman ile Peygamber hayatının ontolojik uyuşmazlığının farkına bile varılmadığını gösterir. Bu bakımdan Andı’nın, özellikle “siyerin hakikati” ile “romanın kurmaca gerçekliği” arasındaki uyuşmazlığı esas alarak yorumlaması oldukça tutarlı görünüyor. Ama şu tespiti yapmak da gerekiyor: Andı, yorumlarını, daha çok on dokuzuncu yüzyıl modern romanı merkezinde mutlaklaştırılmış roman tanımı ve teknikleri etrafında yapıyor. Halbuki bir sanatsal formun adı yüzyıllarca aynı kalabilir ama teknik özellikleri ve teorileri değişebilir. Bu değişmelerle kendini kuran bir roman da Müslümanların Hakikat ve Hz. Peygamber hakkındaki inançlarına ve idraklarine uygun düşebilir. “Hayır ne olursa olsun, roman nasıl değişirse değişsin kurmaca olan, Hz. Peygamberi anlatamaz” denilirse, o takdirde siyerlerin, mesnevilerin, miraciyelerin, naatlerin kurmaca niteliklerinin var olup olmadığını yeniden düşünmek gerekecektir. Ya da kurmacanın ne olduğunu yeniden araştırmak, kurmacayı yeniden tanımlamak zorundayız demektir. Bu konuda öncelikle cevap verilmesi gereken de “kurmaca” ile “yalan”ın aynı olup olmadığıdır. Kur’an, özellikle sanat bağlamında yalan söylemeyi ve insanları azgınlığa sevketmeyi kınadığını esas alırsak, yeni bir yol bulabilir miyiz? Yalan, kandırma, aldatma, ayartma, iftira içerir ve bu yüzden zararlıdır elbette ama kurmaca bunları içermez mi? İçerirse kurmaca da yalan olmaz mı? O halde kurmaca, yalan damgası yemek istemiyorsa, kandırma, aldatma, ayartma, iftira içermemeli gibi bir ilke konulabilir mi? Bu sorular etrafında yapılacak araştırma ve tartışmaların bir ufuk açacağı düşüncesindeyim.
Ahmet Murat, genel nazariyelerden daha içeri doğru uzandı, romanın bazı teknikleri bağlamında bazı sorular sordu. Kurmaca eserlerin aksiyonu sağlayan, merakı canlı tutan en önemli tekniklerinden biri “düğüm”dür. Düğümlerin çözülmesi olağan hayattaki gibi olursa roman veya hikaye için çok da ilginç olmaz. Romancı, kendi zekâsı ve muhayyilesi ile ilginç çözümler bulmak zorunda. Peygamberimizin hayatını anlatmaya koyulan biri onun hayatındaki (mesela Peygamberimize yapılan işkenceler, Taif, Uhud, İfk hadiseleri) bazı düğümleri romanda nasıl çözecek? Düğümlerin çözülmesinde oluşan merak, gerilme ve rahatlama gerçeğin kendisine bağlı olursa bu zaten bilinen bir şey olacak ve romancı aslında ne olayı ne de çözümü kendisi kurmuş olacaktır. Gerçeğin dışına çıkılırsa o zaman da sünnet olarak kabul edilen muhterem ve mübarek olan bir hayat romandan zevk aldırmaya yönelik ihtiyacın aleti olmayacak mıdır? Ahmet Murat’ın hüküm vermeden sunduğu görüşler aslında kurmaca eserlerin Hz. Peygamberin hayatını “kuramayacağını” mündemiçtir.
Ömer Lekesiz, “Benim romana karşı oluşum romanla sınırlı değil” diyerek modern romanın ruhsal ve zihinsel kökenindeki Hristiyanî metafiziğe dikkat çeker. Bu gerçekliği kavrayamadığımız ve kendi kavrayışımızı da ihya ve inşa edemediğimiz için ya taklit etmeye ya da öncekini olduğu gibi bugüne sürüklemeye duçar olmuşuzdur. Halbuki formlar tarihseldir, dolayısıyla onları mutlaklaştırmak doğru değildir. Bize düşen öncelikle bizden öncekilerin ortaya koyduğu İslami zihniyetin kodlarını çözümlemek ve onlardan yeni ve sahih prensipler üretmek, daha sonra da bu prensiplere uygun formlar ortaya koyabilmektir.
Özellikle İslam sanatları veya sanatların İslamî kimlikleri, kuramsal tartışmalarımızın kökleri bizde olan bir literatürden uzak oluşları, varlık ve sanat kavrayışlarımızın tasavvufi kökleri konusunda müktesebatı bulunan Ömer Lekesiz, “siyerin bugünkü kendi iç sorunlarıyla, roman içi siyer tarzında bir düzeysizlik fenomeni olarak icra edilen suretlendirme sorunlarının aynı ortamda konuşulmasını” önemli bulduğunu söyleyerek romanı doğuran zihniyetin inanç kökü yüzünden bu türe mesafeli olduğunu da belirtir. Esasa yönelik ise kısaca “hakikat, hayal, resim, tefekkür, sîret, sûretlendirme” kavramları üzerinde durur. Ona göre hakikat kendisidir; onu kendisi dışında bir form içinde ve anlam içinde gerçekte kavrayamayız. Bu durumda insanın ve yaptığı sanatın da temel kuvvelerinden olan zihin, hakikatle nasıl temas kuracaktır? Hakikat, zihnin fiilleri olan akıl ve hayalin buldukları, söyledikleri ve gösterdikleri ile yazılamaz, söylenemez, çizilemez. O halde Hz. Peygamberi anlattığı söylenen romanlar, Hz. Peygamberin mahremiyetine cahilce dalıyorlardır. Romanı temize çıkarmak için değil, mahremiyet ihlalinin ne olduğunu anlamak için şu soru yeniden sorulmalıdır o zaman: Modern zamanlara kadar gelen siyer, şemail, mesnevi, minyatür ve hikayelerde mahremiyetin ihlali var mıydı? Yok idi ise bu nasıl sağlanmıştı? Bana kalırsa mesele biraz da neyin sanat olup olmadığı konusunda modern zamanlarla eski zamanların anlayış farklılığından kaynaklanıyor. Çok kestirme ve oldukça basitleştirilmiş bir örnekleme yapayım. Bugün roman yazan biri daha işin başında sanat yaptığını varsayar ve yaptığı şeyin özerk ve özgün olduğuna inanır. Bu varsayım ve inanma, roman yoluyla kurduğu hayatı biricik ve özgün kılar. Oysa siyer yazanların idraklerinde, (siyerin içinde belki ölçülerde tahkiye ve kurma bulunsa bile) sanat yaptığı, özgün bir eser ortaya koydukları varsayımı/kabulü yoktur. Onlar nakledilen ve kaydedilen bilgileri hikaye ederek Peygamberlerine hürmetlerini ve muhabbetlerini sunuyorlardı. Dolayısıyla da bu tavır ve ortaya konan eser ortalama Müslüman zihni tarafından yalan ve uydurma olarak algılanmıyor tam tersi Peygamberî hayatın nesillere aktarılmasında önemli bulunuyordu.
Aynı tartışmada Cemal Şakar, görüşünü sanatsal içeriklerin evrensel, formların ise tarihsel olduğunu gerçekliğine oturtur. Ona göre mesela Müslümanın Peygamberini sevmesi ve bu sevgiyi bütün yapıp ettiklerine sindirmesi evrensel; ama yapıp edilenlerdeki formel değişmeler tarihseldir. Tarihsel akış içerisinde birçok olguların değişmesiyle sanat formları da değişebilir ve Müslüman bu formlar içinde Peygamberini atlatmanın bir yolunu bulmak zorundadır. Çünkü eski siyer, mesnevi, miraciye kalıpları ile Peygameri, hayatları ve zihinleri değişen Müslümanara anlatmak neredeyse imkansızdır. Romanın yapı ve kuram olarak Batı’dan geldiği doğrudur ama formun nerden geldiği tek ölçü haline gelirse eski formaların kaynaklarının da sorgulanması gerekir.
Şakar, “Müslüman zamanının çocuğudur” gerçekliğine atıf yaparak, bu gerçekliğin Müslümana kendi zamanının değişmelerini kavraması ve yeni formaları kendi inanç ve değerlerine, kendi sanatsal birikimine göre etkilemesi sorumluluğunu yüklediğini söylemek ister. Hatta çağların değiştiğini, Müslümanın eşyayla, insanla, düşünceyle ilişkisini nasıl farklılaştığını kavramayan Müslüman Hz. Peygamberin ilettiği vahyi ve sünnetini kendi çağına ve kendinden sonraki nesillere aktarmada çok ciddi sorunlar yaşayacaktır. Aslında Şakar da son dönem romanlarında Hz. Peygamberi anlatmanın adabında sınırların aşılabildiğini, kültür endüstrisi içerisinde Peygamber sevgisinin metalaşabildiğini kabul etmektedir. Ama o formları reddetmek yerine Müslümanların önüne Hz.Peygamberi anlatmanın en güzel örneklerini koymak gerektiği zorunluluğuna vurgu yapıyor. Nitekim klasik dönemlerde Müslümanlar nasıl anlatma yolu buldularsa modern dönemlerde de Onu anlatmanın yolunu bulmak Müslümanların boyunlarının borcudur.
Değindiğim ve kısaca anlamaya çalıştığım görüşler arasında bir birlik oluşmadığı ortada. Yani girişte tanımlamaya çalıştığım “reddetme” “arada kalma” “arada kalmayı aşma” bağlamı devam ediyor. Romanın gerçek olmadığını, kurmaca olduğunu, kurmacanın hakikatin insan sureti olan Peygamberî gerçekliği anlatamayacağını, dolayısıyla bu çerçevede romanının reddedilmesinin arada kalmışlığı ortadan kaldıracağını düşünüyorlar. Evet, roman Hz. Peygamberin örneklediği hakikat bilgisine zarar verir ama klasik formlarda modern dünyada yazılamıyor diye düşünenler şu veya bu şekilde arada kalıyorlar. Hz. Peygamberin davetini ve ahlakını biyografik bir iddiaya girişmeden, insan davranışlarına sindirerek ima yoluyla modern formlarla mesela romanla da verilebileceğini düşüneler arada kalmaktan çıkmaya çalışıyorlar. Öyleyse şöyle bitireyim: Kurmacanın Müslümanın hakikat bilgisine, ahlakına zarar vermeden kurulabilmesi mümkün müdür? Buna yalan ile kurmaca arasındaki ilişkiyi yeniden yorumlayarak bazı cevaplar bulunabileceğini ümit ediyorum.
1963 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk orta ve lise öğrenimini aynı şehirde gördü. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Maraş’ta 4 yıl öğretmen olarak çalıştıktan sonra Sütçü İmam Üniversitesine asistan olarak geçti. Aynı üniversiteden 1996’da yüksek lisansını, Hacettepe Üniversitesi’nden 2000 yılında doktorasını tamamladı. Halen Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyesidir. Mehmet Narlı, 1987 yılından bu yana Dolunay, Kırağı, Kanat, Türk Edebiyatı, Yedi İklim, Hece, Varlık, Dergah, İtibari İzdiham, Muhit gibi dergilerde şiir ve edebiyat eleştirileri; Türk Dili, Türkbilig, İlmi Araştırmalar, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları gibi dergilerde akademik yazılar yayımlıyor. Narlı, 2007 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından inceleme dalında yılın yazarı ödülünü aldı. Şiir Kitapları1. öylece Yeryüzünde, Muhitkitap,20202. Ömürlük Yara, İz Yayınları, 20173. Dil Kapısı, Öncükitap Yayıncılık, 20104. Ruhumun Evvelyazıları, Meb, 19985. Çiçekler Satılmasın, Dolunay, 1988 Akademik Kitapları1. Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı 20022. Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, 20063. Roman Ne Anlatır, Akçağ Yayınları, 20084. Şiir ve Mekan, Hece Yayınları, 20085. Şiir Çözümlemeleri, Kriter Yayınları, 20106. Edebiyat ve Delilik, Akçağ Yayınları 20137.Çağdaş Türk Romanı, Anadolu Üni. 20118.Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, Anadolu Üni. 20119.Roman Sevdaları, Akçağ Yay. 201510. Şiir Burcu, Akçağ yay. 201511. Öykü Burcu, İz Yayınları 201612.Kahire ve Paris Notları, Cümle Yayınları, 2017 13. 40 Soruda Türk Romanı (editör) Ketebe Yay 2019