Kapıları Açmak, Mustafa Kutlu’nun Dergâh yayınlarından çıkan son hikâye kitabı. Her Eylül ayında daha doğrusu her güz mevsiminde yeni kitabını okuyucularına takdim ediyor Kutlu. Okuyucu artık güz mevsiminin gelmesini bekliyor. Güz mevsimi ile yeniden hayatın bir başka yönüne doğru salkım salkım hayaller kuruyor, dersler çıkarıyor, analizler yapıyor kendince Kutlu’nun satır aralarında.
Kutlu’nun hikâyelerine toplumun sosyolojik analizleri bakış açısıyla bakacak olursak, özellikle Chef’de olsun, gerek Sır’da gerek Rüzgârlı Pazar’da gerekse de diğer hikâyelerinde olsun, bizlere bir dünya görüşünü verdiğini görürüz. Elbette “salt” bir şekilde hikaye deyip geçemeyiz, “nostalji” olsun diye okuyup kitabı raflara kaldıramayız. Kutlu’nun kitaplarını işte bu yüzden, dünya görüşü, toplum analizleri, olması gerekeni olduğu gibi verdiği için bitmek bilmeyen bir enerji ile tekrar tekrar okuruz.
Rüzgârlı Pazar’da Duran olup Nimet ablaya yardım ederiz, asıl önemli olanın zor zamanda vermenin ve zor zamanda yardımlaşmanın ehemmiyetini fehmederiz. Tufandan Önce’de Şemsettin Bilen oluruz, siyaseti ahlaksızlık karıştırmadan yaparız. Menekşeli Mektup’ta Postacı olup “özlemi ancak çeken anlar” düsturuyla iki aşkzedenin halini sorgularız. Yeri gelir özlem çekeriz, Postacı kılığıyla İnci Hanıma yardım ederiz. Yeri gelir hasretimize kara taşlar basıp Kapıları Açmak’ta Zehra’da olduğu üzere yanarız. Yanarız, lakin yaşamın tüm zorluklarına karşı göğsümüzü nasıl germemiz gerektiğini de öğreniriz.
Kapıları Açmak, taşrada büyümüş Zehra’nın hikâyesi. Toprakta yeşermiş bir gelinciğin boynunun nasıl bükülmediğini, acıların ve özlemlerin gelinciği nasıl da olgunlaştırıp dirilttiğini tasvir eden bir gravür. Modernizmin kıskacında kalan taşralı insanın gelenek ile modernitenin arasında nasıl mücadele etmesi gerektiğinin ve Zehra’nın abisi Ahmet’in kapitalizme kurban olup zaman içerisinde nasıl değiştiğini temsil eden bir tablo.
Kutlu, Türk hikâyeciliğinde modernizmle çetin bir savaşa giriyor. Taşrayı, ezanı, toprağı, bahçeyi şehrin gürültülü kirliliğinden, kalabalıklar içerisinde oynanan yalnızlığından arındırıyor.
Kapıları Açmak’ta Zehra köyünden kaçırılıyor, yalnızları oynuyor şehirde. Sohbet edebileceği bir dostu uzun süre bulamıyor. Şehrin kirliliğinden, gürültülü kasvetinden susmuş bülbüle dönüşüyor. Zorlukların üstesinden gelmeyi; acılarla olgunlaşıp hüzünlerle doğrulmayı öğreniyor.
Hikâyenin toplumsal analizlerinden biri de, bir zamanların “bizim mahalle”deki suskun gençlerin eylemlerine niçin hareketi katmadığını ve hareketsiz eylemlerin olanlar karşısında sorumluluklarını sorgulayıp yapılan hatalı davranışları/eylemleri/ ifşa edebiliriz. Okuyucu Zehra’nın başına niçin zorlukların, tahammülü güç imtihanların geldiğini sorgulayınca bir zamanların gençliğinde bulunan ve eleştirilen suskunluğun hikmeti ortaya çıkıyor. Suskunluğun elbette bir hikmeti var, lakin Zehra’nın gönlünü verdiği Cihan’ın olanlar karşısında suskun kalmasının sebebini “salt” bir şekilde işsiz güçsüz olması ile açıklayamıyoruz maalesef. Kıt kanaat geçinebilmeyi göze alabilmek ve ardından evlenmek taşrada zordur. Lakin Zehra’nın başına gelenler karşısında en azından suskun kalmayıp hareketini metafizikte sınırlı kalmasının önüne sabırla geçebilirdi Cihan. Sabır suskun kalmak değil, direnmek olmalıydı. Dirilmek sabırla mümkünse susmak niyeydi?... Çünkü Nurettin Topçu’nun ifadesiyle “Hareket, bir isyandır.” Cihan’ın olanlara karşı yüreğinin bin parça olduğunu ama isyan etmediğini söyleyebiliriz. Harekette isyan etmenin gerekliliğinin de çıkarımını yapabiliriz.
Okuyucu “Kapılar nasıl açılır, ne ile açılır?...” gibi sorularına geleneğimize sımsıkı sarılmakla, bilinçli olmakla, şuuru hareketten ayırmamakla, moderniteye bağlı kalmamakla, kapitalizmin kurbanı olmamakla, ezanla, samimiyetle, takvayla, ihlasla açılabileceği cevaplarını bulabilir.
Kapılarını açamayanlara duyurulur.