Türk şiirinin yaşayan en büyük temsilcilerinden birisi, şair İsmet Özel, son kitaplarından birini tanıtmak gayesiyle düzenlenen basın toplantısında sözlerine, sanırım kendisinin katılımcılara “şair ve düşünür” olarak takdim edilmesi üzerine, Batılı bir yazarın “iyi bir şair aynı zamanda iyi bir filozoftur” sözüne atıfla, bir şairi “şair ve düşünür” olarak tavsif etmenin yanlış, daha doğrusu hatalı olduğunu söyleyerek başladığı sözlerini bu nitelemenin aslında şiirin ne olduğuna ilişkin bir kafa karışıklığından veya düpedüz şiirin ne olduğu hakkında bilgisizlikten kaynaklandığını vurgulayarak "şair" sıfatının filozofu da içkin olduğunu ihsas eden ifadelerle sürdürdü.
Şiir ve felsefenin apayrı alanlar olmasına bakıp İsmet Özel’in şairi filozofla özdeşleştirmesi bir yorum hatası olarak alınmamalı. Çünkü ülkemizde on dokuzuncu yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve “klasik dönem şairinden” oldukça farklı bir kişilik olan “yeni şair” yine yeni bir kişilik olan “edebiyatçı” ile birlikte aslî uğraşının yanı sıra batılı anlamda filozofun mesleğini de “icra” etmeye başlamıştır. Dolayısıyla bir batı ülkesinde, mecazlı olarak aklın sanat eserinde özümsendiğine işaret etmesi muhtemel olan “iyi bir şair iyi bir filozoftur” sözü, bizim toplumumuz söz konusu olduğunda mecazdan sıyrılıp gerçek bir duruma, “yeni şairin” bu “yeni” görevi bağlamında tarihsel bir vaka’ya işaret edebilir.
19. yüzyıl, Türk toplumu için batılılaşma yönünde irili-ufaklı birçok değişimin yaşandığı bir “geçiş” dönemidir. Bu geçiş döneminde, yerleşik değerler ve kurumlardan bazıları yerlerini yeni değerler ve kurumlara bırakarak tarih sahnesinden çekilirken kimileri dönüşerek ayakta kalabilmiştir. Hayatın her alanında etkisini hissettiren yeni medeniyetin kurum ve değerlerinin benimsenmesinin doğuracağı sorunları ele alıp çözmesi gereken “eski” düşünme geleneğinin “dumura uğraması (Batı uygarlığı ile karşılaşıldığında Osmanlı entelektüel geleneğinin oldukça zayıf bir durumda olduğu söylenebilir ancak bu, anılan geleneğin o dönemde düşünce üretme kudretinden tamamen mahrum olduğu anlamına gelmez. Aksine, Prof. Ş. Teoman Duralı’nın bir tespitinden bu kudretin o dönemde henüz tükenmediğini anlıyoruz. “Söz gelişi, Ahmet Cevdet Paşanın ortaya attığı Mecelle'nin ortaya çıkısını hatırlayalım. O günün şartlarında Türk toplumunun bir talebini karşılamak üzre, Ahmet Cevdet Paşa, harikulâde bir hukuk felsefesi öngörür.” http://www.teomandurali.com/node/46 )” ise bu sürecin bir diğer önemli sonucudur. Yukarıda belirttiğimiz gibi, bu alanda doğan boşluk klasik şiirden uzaklaşarak yeni medeniyetin şiir tarzı ve şekillerini benimseyen “yeni şair” ile gazete, roman ve oyun yazarı olarak karşımıza çıkan “yeni edebiyatçı” tarafından doldurulmuştur.
Eski şair ile yeni düşünür-şair birbirinden bambaşka iki alemi, iki farklı zihniyeti temsil eder. Filozofun görevini de deruhte eden bu yeni şairin ilkörneği Namık Kemal’dir. Şinasi’nin bir şiiri vesilesiyle bu yeni aleme “inisiye” olan Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”nin yazılış öyküsü iki “tip” arasındaki esaslı farkın ipuçlarını vermektedir. Namık Kemal, adı geçen şiiri, eski şiir geleneğine mensup Leskofçalı Galib’in divanındaki bir beyitten ilhamla kaleme alır. Fakat sonuçları itibarıyla ortaya çıkan hiç de eski dünyaya ait bir şey değildir. Mehmet Kaplan’ın deyişiyle “bu manzume ile edebiyatımızda yepyeni bir şey başlıyor. Edebiyatçı ve edebiyat başka bir mana kazanıyor. Eski edebiyatın umumiyetle dalkavuk, iktidardakileri methetmekle övünen şairi yerine iktidara karşı cephe alan, arkasını saraya değil halka dayayan ihtilal adamı geçiyor… Bu yeni bir mistisizmin, cemiyet mistisizminin başlangıcıdır…Namık Kemal yeni çağın en büyük hususiyeti olan cemiyet mistisizminin bizde ilk havarisi"dir. (Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri II, Dergâh Yayınları, İst.1985, s.,40-41. Yazarın eski edebiyat hakkında kullandığı küçümseyici ifadelere dikkat çekmek istiyorum. Bu, aslında yeni medeniyetin üstünlüğü karşısında adeta hipnotize olan Türk okur-yazarlarının, daha yaygın bir ifadeyle Türk aydınlarının bir kısmının yaşadığı aşağılık duygusunu bütün olumsuzluğuyla kendi medeniyetlerine yansıtmalarının tipik bir örneğidir. Psikoloji alanından ödünç alınan terimlerle ifade edecek olursak, aşağılık karmaşasının doğurduğu bir öz-yıkıcılık karşısında olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu marazi durum, Batı uygarlığının tartışmasız ve evrensel bir model olarak alınmasından kaynaklanır. Evrensel olduğu için batı uygarlığının yaşadığı her safhanın diğer medeniyetlerde de olması gerektiği düşünülür. Örneğin tarih alanında “Osmanlı İmparatorluğu Neden Kapitalistleşemedi?” türünden tuhaf soruların sorulup cevaplanmaya çalışılmasının bir nedeni de budur.) Namık Kemal’den sonra şair artık şiirin dar(!) alanında mahpus kalmayacaktır; o artık toplumu aydınlatmak gibi kutsal(!) bir misyon sahibidir, şiir bu şair için bu kutsal amaca hizmet eden bir araca dönüşür. Şairin üstlendiği bu kutsal misyon, onu yarı şair, yarı filozof, bundan daha fazla da ihtilalci olan bir tür Promete’ye dönüştürmüştür. (Bu durum aslında salt şairle ve salt Osmanlı İmparatorluğu ile de sınırlı değildir. Batı uygarlığı ile karşılaşan toplumların tamamında benzeri durumlarla karşılaşılabilir. Örneğin İranlı yazar Daryush Shayegan, batı uygarlığı ile karşılaşmasının genelde İran toplumu özelde İranlı aydınlar üzerinde yarattığı zihinsel çarpıklıkları ele aldığı Yaralı Bilinç adlı kitabının “Çarpıklıkların Toplumsal Zemini” adlı kesiminde bu olumsuz sonuçları tartışır. Ona göre, “İslam dünyasındaki entelijensiyanın büyük bölümünün çarpıklıklar alanında” yüzmesinin nedenlerinden biri “entelektüellerin, bilim adamlarının ve yönetici kadroların işlevlerinin batıdaki gibi kesin hatlarla belirlenmeme”sidir. -Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç: Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, Metis Yayınları, İst., 1993, s.134-) “İyi şair” olduğundan kuşku duymadığımız Tevfik Fikret bu yarı-düşünür ve kutsal misyon sahibi şairin, Kaplan’ın deyişiyle cemiyet mistisizmi havarisinin çok tipik bir başka örneğidir. Herkesin bildiği gibi, toplumu aydınlatmak için oğlunu kutsal ışığı alıp gelmesi için büyük ümitlerle yeni medeniyetin beşiğine (İskoçya'nın Glasgow şehrine) yollayan mistik Tevfik Fikret’in coşkulu ihtilalciliği ve Prometevari ışık (ziya, nur) tutkusu “Haluk’un Vedaı” ve “Sabah Olursa” adlı şiirlerine yansır
(Örnek olarak “Haluk’un Vedaı”ndan alınan aşağıdaki mısralara:
Bir ziyâ kervanı bul ve katıl.
Dâima önde, dâima yukarı;
Gez, dolaş, kâinat-ı efkârı;
Pür- tehâlük hayât ü kuvvetten
Ne bulursan bırakma: San'at, fen
İtimat, itinâ, cesaret, ümîd;
Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfîd
Bize bol bol ziyâ kucakla getir
Düşmek, etrafı görmemektendir!
“Sabah Olursa”dan alınan aşağıdaki mısralara da bu coşku hakimdir.
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra
Tenevvür... Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-ı ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra…),
ancak Birinci Dünya Savaşı sırasında bu coşkunun yerinde yeller esmektedir. Bu önemde yerli Promete gitmiş yerine yabancı Prometelerin (İngilizlerin) gelip “bizi” kurtaracakları “tek ümidi”nden başka her inancı berhava olmuş bir teslimiyet abidesi gelmiştir. Örnekleri, rahatsızlık verecek derecede çoğaltmak mümkün olmakla birlikte sözü uzatmamak maksadıyla burada kesiyoruz.
Şairin “filozofun görevini üstlenme”sinin anılan geçiş dönemine bağlı çok boyutlu olağandışı koşullardan kaynaklandığını söylemek mümkün ve makuldür. Dolayısıyla her olağandışılık gibi geçici olması gereken bu “normal-dışı” durumun, görünüşte de olsa şairin aynı zamanda filozof -şiirin ise bir tür felsefe- olduğu zehabına yol açmaması gerekir. Türkiye’de kurumsallaşmış bir felsefe geleneğinin varlığı kuşkusuz bu türden yanılgıların doğmaması yönünde çok önemli bir rol oynayabilirdi. Ancak Batılılaşma sürecinin başlangıcından bu yana -aynı sürecin dumura uğrattığı entelektüel geleneğin yerine- felsefe namına kurumsallaşmış bir yapının kurulamaması, “iyi bir şair iyi bir filozoftur” cümlesinin her şeye rağmen mecaz anlamıyla anlaşılması gerektiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Şairlerin düşünce üretmemeleri gerektiği veya zaten üretemedikleri gibi saçma bir iddianın ispatı peşinde olmadığımız malum olmalı. Aksine, apayrı alanlar olduklarını unutmadan, felsefeyi sanatlardan en çok şiire benzeten görüşe katılıyoruz. Ayrıca yukarıda belirttiğimiz gibi, sonradan deruhte ettikleri bu ikincil görevlerini toplumsal yaşamı derinden etkileyecek şekilde ifa ettiklerini söylemek bile şairlerin düşünce üretme işinde başarılı olduklarını gösterir. Namık Kemal’in Osmanlı aydınları arasında siyasal bilincin genişlemesinde birinci derecede rol oynamasını, Mehmed Akif’in geleneksel değerleri muhafaza ederek modernleşme tezlerini (Bk. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yay, İst. s.,13-17) veya Tevfik Fikret’in, aralarında cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün de bulunduğu hayranları üzerindeki büyük etkisini -öyle ki “Atatürk’e ait bazı sözlerle, Tevfik Fikret’in bazı dizeleri arasında, şaşılacak kadar büyük benzerlikler vardır” (http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=Print&DergiIcerikNo=774&Yer=DergiIcerik) - veya daha yakın zamanlarda Necip Fazıl ve Nazım Hikmet’in farklı ideolojik görüşlerle özdeşleşmeleri bu etkilerin tipik örnekleri olarak hatırlanabilir. Irish Murdoch’un sanatçılar “çok iyi düşünürler ve büyükleri mükemmel bir şekilde düşünürler” (Bryan Maggee, Yeni Düşün Adamları, s.432) saptamasının doğruluğundan şüphe etmek için bir nedenimiz yok.
Ancak sıra bizatihi felsefi düşünceye geldiğinde, sistemli düşünme eylemi olarak şiirden apayrı bir alandan bahsettiğimizi teslim etmemiz gerekir. Diğer bir deyişle “iyi bir şair iyi filozoftur” sözünün mecaz anlamıyla alınmamasının bizi ancak gerçeğin, hayalin ve fantezinin birbirine karıştığı bir tür yolları çatallanan bahçeye ileteceğini kabul etmemiz gerekir. Bu ise ancak, güzel şiirde olmazsa olmaz unsur olan duyguların müdahalesinin felsefi düşünme ameliyesini kesintiye uğratacağının farkında olmamızla gerçekleşecektir. Felsefi düşünme ile duygular arasında birinin varlığı durumunda rahatlıkla diğerinin yokluğundan söz edebileceğimiz türden bir ilişki olduğunu söylemek istiyoruz.
Sözlerimizi, iki alan arasındaki farkı belirginleştirmek üzere, bu kez felsefe alanında yetkin bir ağızdan, bir filozoftan filozofun kim ve onun toplumsal işlevinin ne olduğunu tasvir eden birkaç cümle bitirelim: “filozof içine doğduğu toplumun adeta radarıdır. Ortalıkta “serseri mayın” gibi dolanan değerleri derleyip toplar, ardından bunları aklın biçimlendirici potasında işleyerek sıkı dokunmuş sistem halinde toplumuna iade eder. Filozofun felsefeleştirdiği bu değerler ahlâk nizamı şeklinde uzun vadede topluma “yedirilir”. (…) zanaat ticaret, askerlik ve siyaset gibi bütün toplum katmanlarına dek yayılır, yerleşir; milletin karacteristik özellikleri hâlini alır.( Ş. Teoman Duralı, Çağdaş Küresel Medeniyet, Dergâh Yayınları, İst. s.121)”