İstiklâl Marşı
-Kahraman Ordumuza-
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül… Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl.
Her milletin bir millî marşı vardır ama biz, millî marşımızla varız. O halde ‘b-iz’ kimiz veya kimliğimizdeki ‘iz’ nedir? Hangi izin takipçisiyiz?
Burada, ‘Kahraman Ordumuza’ göndermesi ile başlayan marşımızın göndere çekilen ilk iki dörtlüğünü açıklamaya çalışacağım. Yapmak istediğim, orijinal yazısında verdiğim halini, aşağıda şimdi kullandığımız metnini de vererek elimden geldiğince açıklamak olacak. Marşın kendisini değilse bile ruhunu, gençliğimizin gündelik hâl ve hareketlerine dönüştürülmesini biraz sağlayabilirsem, kendimi huzurlu sayacağım. Millî marşımızı yazan Mehmet Âkif’in, Korkma! diye şiire başlaması birçok kesim tarafından tartışılmış ve hatta eleştirilmiştir. Hem dörtlüğü, hem de ilk dizenin ilk kelimesinin ‘korkma!’ şeklindeki seslenişini anlayabilmek için dönemin şartlarının bilinmesinde fayda vardır.
Hızla küçülmüş bir Osmanlı bakiyesi Türkiye’yi hayal edin... Batı’yı arkasına alan Yunanlıların ülke içlerine kadar yürümesi, kendi insanlarımızın isyanları, I. İnönü Savaşı, zafer ve yenilgi haberleri arasında hop oturup hop kalkan Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’ni düşünelim…
Düşman toplarının Ankara’dan duyulduğu esnada, meclisin daha doğuya doğru kaydırılması tartışılmaktadır… Orduyu bir arada tutmanın zorluğu, asker bulmada sıkıntı ve bir araya güçbelâ getirilmiş ordunun ihtiyaçları karşılanırken son kaynaklara başvurulmaktadır.
Milletteki korku, ‘acaba’ kelimesinin dilde dolaşmasına neden oluyor. ‘Acaba düşecek mi Türkiye?’ sorusu, ümit ve ümitsizlik sarkacı arasında sürekli sallanıyor. Karanlıktan, tanımlayamadığı şeylerden çocuğuna güven vermek isteyen babanın sözü ne olabilirse, ‘öcü’nün çocuğu yeme ihtimaline karşı annenin bilerek veya bilmeyerek söyleyeceği ilk söz ne ise Âkif’in de ulusa seslenişlerin ilki olabilecek İstiklâl Marşı’ndaki ilk kelimesi elbet “Korkma!” olacaktı.
Öyle bir söz ki ‘korkma!’, adeta bütün marşın çekirdeğidir. Sanki bütün marş, kırkbir (kere maşallah) dize, ‘korkma’nın yorumu gibidir. ‘Kendini hatırla!’, ‘Ey Türk, titre ve kendine dön!’ ve ‘kendini bil’ gibi milletimizin kültürel kodlarında büyük yeri olan seslenişlere, Âkif ile ‘Korkma!’ eklenmiştir. Sadece bu söz bile kendi başına, bağımsızlık marşımızın ruhunu ve mesajını taşıyacak güce sahiptir.
Güneş nasıl hiç durmadan, sonsuzca batıp çıkıyorsa şafaktan, kırmızı bayrağımız (al sancak) da bu döngüde aynı şekilde dalgalanmaya devam edecektir. Nasıl güneş batarken ufuktan, bir daha doğmayacak diye korkuya kapılmıyorsak, o kadar rahat olmamızı ve korkmamamız gerektiği ima edilir. Bilindiği gibi, güneşin batışında ve doğuşunda şafakta bir kızıllık olur. O kızıllık da, al sancağa yani kırmızı renkli Türk Bayrağı’na benzetilir. Ülkenin, olmak ya da olmamak arasında gidip geldiği günlerin yaydığı korkuya kapılmamak gerektiğini, bu durumun güneşin batışı ve doğuşu kadar doğal olduğunu, bayrağı güneşe benzeterek açıklar.
‘Ocak’ ve ‘sancak’ arasında gerilen bu dörtlükte ocak, bireyi; sancak da milleti temsil eder. Bu marşın yazarı dâhil olmak üzere, son bir birey kalana dek, millet pes etmeyecektir, teslim olmayacaktır. Birçok anlamı olan ‘ocak’, burada milletin son bir temsilcisi, birey olarak kullanılmıştır. Fakat dörtlüğün son iki dizesinde ‘sancak’ın, yurdun üstünde parlayan yıldız olarak kullanıldığını görüyoruz. O halde sancak, iki katmanlı bir işleve sahip: Hem millet hem de gökteki yıldız.
Son ocak tüttükçe, yani son bir insan teki bu ülkede yaşadığı müddetçe, bu bayrak (sancak) dalgalanacak, yıldızların gökte parlayacak ve bu ülke teslim olmayacaktır. Yıldızlar nasıl gökte parlar ve bu parlamasına hiç kimse ve hiçbir güç engel olamazsa, aynen o yıldız gibi bayrağımın dalgalanmasına da hiçbir güç -tek dişi kalmış canavarlar bile- engel olamayacaktır. Kim ‘o yıldızı söndüreceğim’ derse, komik duruma düşecektir. Söndüreceğini söyleyen biri varsa, ona gülünür ancak, ondan korkulmaz.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül… Ne bu şiddet, bu celâl?
Yorgun ülkemin bitkin insanları gibi kaşlarını çatmaktadır sinirinden al bayrak, yıldızlı hilâl. İnsanlarına kırgın ve kızgındır. Ülkenin içinde bulunduğu bu çaresizliğe, al bayrağımızdaki hilâl de tepki vermektedir. Adeta, ‘yapılacak son bi’şeyler var da yapmıyorsunuz!’ diye millete küsmüş gibidir. Milletin, en ufak bir güven ifadesi olan bir gülücüğe ihtiyacı vardır. O güveni de ancak al bayrağımız verebilir. O (hilâlli al sancak) bir gülse, herkesin kendine güveni gelecektir.
‘Nazlı hilâl’in, tarihi kahramanlık dolu olan bu millete bir gülücüğü çok görmesi, kabul edilemez. ‘Tamam, çok kötü durumdayız’ ama bize kaşlarını çatamazsın! Bir günde gelmedik bu duruma… Niye şimdi yüzünü, güzel çehreni bizden esirgiyorsun? Kahramanlık ve güzellik kavramı kendisinde olgunluğa ulaşmış milletim, bu haksızlığı, esirgenen bu çehrenin güzelliğini kabul edemez. Eğer böyle yaparsan nazlı hilâlim, ‘sonra dökülen kanlarımız helâl olmaz sana!’. Bağımsızlığı hak ediyor çünkü milletim. Çünkü o (milletim), Allah’tan başka hiç kimseye ve hiçbir şeye tapmaz. Bağımsızlık onun doğasında var. Dünyada hiçbir güç, onu Allah’a tapmaktan alıkoyamaz. Böyle bir millet, dünya tarihinde yoktur. Karakteri, bir çubuğun iki ucu gibidir. Bir ucunda güçlü bir Allah inancı, diğer ucunda bin yıllardır devam eden bağımsız yaşama tecrübesi ve arzusu…
Birbirini tamamlayan bu iki önemli ve temel özellik, milletimizin kurucu özelliğidir.
Birini boşladığında, diğeri de bundan nasibini alır. Allah inancı zayıfladıkça, bağımsızlık özlemi de azalacaktır. Ama milletimizin Allah’a olan bağlılığı, vatana bağlılığı ile paralel olduğundan, bağımsızlık onun hakkı ve doğası olmaktadır:
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl.