Menu
İNGİLTERE'YE BİR KÜTÜPHANE GEZİSİ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • İNGİLTERE'YE BİR KÜTÜPHANE GEZİSİ

İNGİLTERE'YE BİR KÜTÜPHANE GEZİSİ

Türkiye’den Avrupa’ya, özellikle kuzey Avrupa’ya giden arkadaşlar, her ne sebeple giderse gitsin, ülkeye geri döndüklerinde, izlenimlerinin özetini verirler. Bu özet de çoğu zaman iki cümleyi geçmez: Adamlar yapmış!

İster üniversite, ister araştırma, gezi, ulaşım, spor, mimari, konferans veya bilmem ne olursa olsun yediden yetmişe, her konuda geri döndüklerinde anahtar cümledir bu. Gerisini dinlemeye gerek bile yoktur. Zamanınız varsa dinleyebilirsiniz de. Ama her paragrafın son cümlesi yine aynı şekilde yankılanacaktır: Adamlar yapmış!

Ben de böyle bir inceleme gezisine katılmıştım güz günlerinde. Gezi, bir kurumun “Hayalimdeki Kütüphane” adlı bir AB projesiydi. ‘Proje’lerin Türkiye’ye neye, nasıl bir insan maliyetine sebep olduğuna dair kafamda epey bir rezerv varken, evet demiştim. Doğru yapıp yapmadığımı da hâlâ bilmiyordum. İçinde İngiltere’nin dört şehrini (Durham, Seaham, Bishop Auckland ve Newcastle) kapsayan, beş gün süreli ve kütüphane-ciliği geliştirme amaçlı bir projeydi bu.

1Türkiye’de ‘kütüphane’ dendiğinde aklıma ilk gelen yer, Bağlarbaşı’ndaki İSAM kütüphanesiydi. Gerçi İsam Kütüphanesi, ne halk kütüphanesi ne de üniversite kütüphanesiydi. Hatta lisans öğrencilerinin bile giremediği, ancak lisansüstü ve araştırmacı kimi insanların yararlanabildiği bir uzmanlık kütüphanesiydi. Türkiye Diyanet Vakfı’nca hazırlanan ve 42. Cildini çıkarmış bir İslâm Ansiklopedisi için altlığı oluşturuyordu. Bütün kitapları kendi ellerinle bulup çalışma masana yığabildiğin, arada çayını kahveni içebileceğin bir ferah mekândı aynı zamanda.

Bizse halk kütüphanelerini gezecektik. Bunun için de doğru bir karşılaştırma olmayacaktı. Yine de zihnim, ‘kütüphane’ kelimesini İSAM ile özdeşleştirmekten geri durmuyordu.

Hayatımda hiç hayal kurmadım. Göreceğim yerlerdeki kütüphaneleri de hayal edecek değildim. Hayat anlayışım, üzerime düşeni yapmaktan ibaretti. Üzerime düşmeyeni, düşlerime sokarak yorulamam. Hayat zaten ziyadesiyle yormuyor mu? Bu yüzden İngiltere’nin kuzey şehirlerindeki halk kütüphaneleri üzerine de hiç düşünmemiştim. Ne için şaşırdım da, kütüphane için şaşırayım, değil mi?

Halk kütüphanesi dediğin ne olabilir zaten? Okuyan bir halk mı var da onun kütüphanesini düşüneceksin? Halk, kütüphane için ne zaman bir talepte bulundu da alamadı? Talebini yapmadığı bir kütüphaneyi halka versen ne olur? Müşterisiz mal da zayidir, ziyandır. İsraf da haram olduğuna göre…

2Bir ikincisi, senin üniversite kütüphanelerin ne kadar çalışıyor? Vize ve final dönemlerin olmasa, öğrencilerin bir kütüphanenin varlığından haberi mi olacak sanıyorsun?

Ülkemin bütün bu gerçeklerine rağmen, zihnime üşüşen şeyleri bir an geriye ittim ve biraz tahmin yürüttüm. Olsun da kitapları, dedim bizim halk kütüphanelerinde bulunan kitapların üç beş katı olsun. Son çıkan kitaplar ve güncel dergiler de raflarını süslesin, diye düşünürken, Durham’daki Clayport Kütüphanesi’ne dalmışız…

Durham’daki Clayport Kütüphanesi’ne dalmışız…

Üç–dört tane bebek-çocuk arabası kütüphanenin kapısında duruyordu. Hiçbir merdiven çıkmadan veya inmeden girdiğimiz kütüphanenin giriş salonunun bir kısmında çocuk ve bebekler için masal odası, gözümüze ilk çarpan yer olmuştu. İçerde anne ve babalar çocuklarına masal okuyorlardı. Evlerinde de okuyabilirler diye düşünmeden edemedik. Çocuklar, henüz okula gitmeden kütüphaneye böyle alışıyordu demek… Kimi anneler, çocukları ile beraber yerlere uzanarak masal kitaplarının sayfalarını birlikte çeviriyorlardı. Yerler, çok özel bir halıfleks ile kaplıydı. Çocuklar serbestçe ve gürültü yaparak yerlerde yuvarlanıyorlardı. En önemlisi, kütüphanede gürültü yapılabilip yüksek sesle konuşulmasına izin verilmesiydi.

3Gezdiğimiz kütüphanedeki istisnasız bütün kitaplar, çocukluğumuzda kullandığımız şeffaf ve hazır kitap ve defter kapları ile kaplıydı. Kitaplar, hiç örselenmeden kütüphaneye ilk geldiği günkü gibi duruyordu raflarda. Konusuna göre bölümlenmiş, ayakları tekerli bütün raflar ve masalar, istendiğinde ve herhangi bir etkinlik anında kenara çok rahat çekilebilecek şekilde tasarlanmıştı. Böylece kütüphanenin büyük salonunda bir çocuk oyunu bile oynanmasının yolu açıktı.

Gezerken, inanamayacağımız bir görüntü ile karşılaştık. 78 yaşında kör bir maden işçisi emeklisi, yuvarlak bir masa etrafında, yine kör olan üç yaşlı (muhtemelen onlar da emekli) insana bir bilgisayar programı dersini veriyordu. Ve bunu da, söylendiği gibi gönüllü olarak yapıyordu.

Bizim grup, tam bu arada sözleşmişçesine göz göze geliyordu ve gözlerin birbirine söylediği şey aynıydı: Adamlar yapmış!

Kütüphaneyi gezerken bir yandan da müdürüne, sorularımızı alışkanlığımız üzere çok sessiz bir biçimde yöneltmeye çalışıyorduk. Bundan daha fazlasını da kendisinden çaylarımızı yudumlarken dinledik:

“Bu kütüphaneyi 2000 yılında yeniden kurduk. Daha önce yerinde daha küçük bir kütüphane vardı. Milenyum kutlamaları çerçevesinde şehrin en merkezi noktasını, kütüphane, tiyatro, sergi salonu ve kafelere ayırdık. Bu çerçevede yeni ve büyük bir kütüphane kurmaya karar verdiğimizde, aslında kütüphane anlayışımızı da sorguladık ve halka, ‘nasıl bir kütüphane istiyorsunuz’ diye bir anket formu verdik. O formda aldığımız bütün cevapları bu kütüphanede uygulamaya koyulduk. Bunun için ne maaşlarımız yükseldi, ne de aferin bekledik. İnsanlar, içinde ses yapabilecekleri, çocuklarını ve hatta bebeklerini getirebilecekleri rahat bir mekân istiyorlardı en başta. Her türden çayı ve kahvesi, interneti ve dergileri, film dvd’leri ve pratik kursları olsun isteniyordu. 24 saat kitap istenebilsin, duş alabilecekleri, film izleyebilecekleri bir yer olsun, çocuklarımıza masal okuyabileceğimiz özel ve rahat koltuklar, masalar ve süslemeler talep edilmişti.”

4İçimden, burası bir kütüphaneden daha çok ‘bilgisel yaşam alanı’ olmuş dedim. Ama kütüphane müdürü Geoff Pratt, heyecanlı bir şekilde anlatmaya devam ediyordu. “Biz bunların hepsini sağladık. Hatta insanlar bize şu şu kursları istiyoruz dediklerinde, isteyenler üç veya dört kişiyi bulduğunda hemen onlara istedikleri kursu da vermeye çalışıyoruz. Kurs verenler de genellikle gönüllü insanlar. Bize bir masraf çıkmıyor. Sonuca bakıyoruz. Yöntemini biz geliştiriyoruz.”

Geoff’e tekrar kulak verelim: “Üç kattan oluşan halk kütüphanemizin en üst katı, diğerleri gibi ses yapılabilen bir yer değil. Burası, Durhamlıların aile tarihlerini yazdığı ve bazı akademik çalışma yapanların bulunduğu kısım. Buranın üyeleri, sessiz çalışmayı seçen ve kitap yazmaya karar vermiş olanlar. Burada birçok Durhamlının kendi aile tarihi kitapları bulunuyor. Meraklı insanlar, bizim altyapısını oluşturduğumuz bilgisayar programı sayesinde aile soyağacına kendi bilgilerini, eğitmenlerimizin yardımıyla yüklediklerinde, kolayca iki asırlık tarihleri ortaya çıkmış oluyor. Zaten bütün ailelerin 1835 yılına kadar olan tarihleri hem dijital ortamda hem de matbu şekilde elimizde mevcut. Özel gayretleri sayesinde her aile bunu 500-600 sene geriye götürebiliyor. Kraliçe’ye akraba olmak isteyen herkes de bu aile tarihi çalışmasına katkı sunmaktan geri durmuyor.”

25 personelden oluşan kütüphane kadrosunun maaşını sorduğumuzda, yüzleri biraz ekşiyor, maaşlarının düşüklüğünden yakındıktan sonra 2-3 bin pound (yaklaşık 6 ila 9 bin arası) aldıklarını söylemeden duramıyorlar. Yüzlerinden, ‘bu maaşa bu kadar iş yapılmaz ama işimizi seviyoruz’ ifadelerini okumak zor değil. Hiçbirisi üniversite mezunu değil. Bu yüzden kütüphanecilik mezunu musunuz diye sormaktan vazgeçiyoruz.

5Kendilerine, ‘kütüphaneciliği geliştirin, daha çok insanı buraya çekmenin yollarını arayın bulun’ diye bir talimat verilip verilmediğini sorduğumuzda, ‘Hayır! Tamamen kendi özel çabamız, fazladan gayretimiz.’ Şeklinde cevaplandırdılar. Yaptıkları işe kendilerini böyle vermelerini, yani nasıl isteklendirildiklerini ise bir türlü öğrenemedik.

 

Elbette yatıp kalkıp kütüphane gezmedik.

Ancak gün içinde kütüphane gezimizi bitirdikten sonra midemizin hakkını vermek üzere şehri dolaşmaya başladık. Bir an için hiçbir şey bulamayacağımızı düşündük. Damak tadımıza en yakın İtalyan mutfağı aklımıza gelince spagetti ve acılı makarna bir nebze olsun imdadımıza yetişti.

Daha sonra grup iki-üç parçaya bölünüp daha esnek şekilde şehri tanımaya karar verince, ilk görülecek yer elbette Katedral oldu. Durham’ı en iyi anlatan tek simge, kilometrelerce uzaktan fark edilen bu katedraldi. Durham, Hıristiyanlık tarihi içinde de özel önemi olan bir yer. Hatta haçlı seferlerinin ilkin buradan yola çıktığı söyleniyor. Bunu az çok şehri temsil eden rengi ve armasından da kestirebiliyoruz. Durham’ı temsil eden renk, Hıristiyan Bizans’ın rengi olan mor rengi. Durham Üniversitesi’nin amblemindeki haç ve mor rengi de, hangi kültürel mirasın devamı olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Durham Belediyesi’nde de aynı haç arması kullanılıyor çünkü.

6Aynı günün akşamı Gala Tiyatro’da Clayport Film Kulübü’nün ‘Kara Altın’ adlı müzikalini izledik. 50-60 bin nüfuslu bir şehir için kalabalık ve katılımcı bir izleyicisi vardı. Gezinin geri kalan dört günlük devamı, kütüphane bağlamında benzer etkiler bıraktı üzerimizde. Bundan başka aklımızda kalan en önemli özelliklerini belirtmeden geçemeyeceğim ama.

Meselâ Seaham’daki yerel (kasaba denebilir) kütüphanenin oniki bin üyesi varmış. Kasabanın yirmi bin nüfuslu olduğu düşünülürse, nüfusun yüzde altmışı kütüphane üyesi. Bu çılgınca bir şey! Bishop Auckland’daki kütüphanenin içinde bir tiyatro salonu var. Ama bu salondaki seyircilerin oturduğu kısmı göremedik. Meğer salon çok amaçlı düzenlenmiş. Bir düğmeye basmayla ortaya katlanmış olan koltuklar teker teker çıkmaya başladı. On beş sene önce yapılmış bu esnek koltuklar, salonun başka amaçlar için de kullanılmasına fırsat veriyor.

Gelelim Newcastle’daki New State of the Art City kütüphanesine… Aman Allahım! Keşke görmez olaydım burayı… İlk başta sizi kitaplar değil, kütüphanenin mimarisi karşılıyor. Kütüphane binasının içinde bir kafenin varlığı bile beni uçurmaya yeter. Kitap okumadan veya film izlemeden yorulduysan geç kafeye, arkadaşlarınla geyik yap! Sonra yine kaldığın yerden okumaya devam et. Tekrar in aşağıya, çıkaracağın derginin üzerine toplantı yap, yaz, çiz… Daha kütüphaneye geçmeden mimariden bahis açtık ama söz etmedik henüz. Binanın yarısı, yani bir köşesi beton, diğer köşesi ise tamamen camdan ibaret. Tabi, içeriyi göstermeyen cam değil, bilakis içeriyi alabildiğine gösteren cam. Ve camlı tarafı, güneş gören ve şehre hâkim konumda. Öyle ki yapı, dışarıda gezen birisine, iki bi’şey okuyayım dedirtiyor. İçeridekilerin yaş ortalaması diye bir şey yok. Yediden yetmişe herkes orada. Ya çayını içiyor, ya içeride okumasını yapıyor. İçeride duş alma yerleri bile var. Ve personel için ayrı bir kafe de cabası. 8-9 katlı kütüphanenin her bir katı farklı ferah renklere boyanmış. Ve her renk farklı bir kitap-konu kategorisini işaretliyor.

7Ve dönüş başlıyor Londra’ya…

Trenle dört saat süren yolculuğumuz boyunca neşemizde bir eksiklik görülmüyor. Grubun, kütüphaneciliği ciddiye alması kadar kendi içinde anlaşması da, gezinin çok verimli geçmesinde etkili oluyor. Yol boyunca tarlalar, geriye kalan hep tarlalar oluyor… Turgut Uyar’ın ‘tarlalar, tarlalar, tarlalar…’ dediği gibi. Geriye kalan hep tarlalar…

Şehirlerarası yolculukta yol kenarında uzanan sonsuz yeşillik ve düzenli tarlalar, ister istemez ünlü İngiliz yazar George Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni düşündürüyor. Demek, bizim Snowball’un yayıldığı ve semizleştiği tarlalar buymuş…

Bu özenle korunmuş ve düzenlenmiş yeşilliğe zıt olan şehirlerin rengi ise gümüş, yani taş rengiydi. Rengârenk bir görüntü yoktu gördüğümüz şehirlerde. İnsana sonsuzluk hissi veren taş yapılar ve gümüşün şehirdeki hâkimiyeti, doğa vurgusunu pekiştiriyor insan üzerinde.

Tarlalara gösterilen özenden kütüphanelerin düzenlenişi arasında sıkı bir bağ kurulabilir. Demek ki, her şeyin her şeyle ilgisi var. Betonun en az düzeyde tutulması, doğanın ön plana çıkarılışının müthiş bir örneğinin sergilendiği meselâ Durham’da sadece kütüphanelerde değil, şehrin planlanması ve mimarisi de bütün insanların huzurunun arttırılması için tasarlanmıştı. Yolda, ulaşımda, aydınlatma lambalarında, nehrin akışında, yağmurun birikinti yapmasında ortaya çıkabilecek en küçük arıza, en yakın zamanda düzeltilir hissine kapılmamıza neden olduğu sonucunu çıkarıyorum.

Gezi boyunca insan kendisine şu soruyu sormadan edemiyor: Bu şehirlerde yaşanır mı? Genellikle, ‘yaşanabilir’ diye cevaplanıyor soru. Ama ağız tadıyla yemek yenecek bir yer olmadığını veya bulamadığımı hatırlayınca, kendi hesabıma vazgeçiyorum buralarda yaşayabilmek fikrinden. Peki ya bir Adana kebapçısı bulsaydım ne düşünürdüm? Kim bilir, yaşar mıydım bir şehir?

 

8Velhasılı kelam…

Kütüphaneciliğin adam öldürmeye benzemeyecek kadar ciddi bir iş olduğunu, ‘hadi bir kütüphane kuralım’ demek kadar çocukça olmadığını bilvesile gördük. Eğer bir gün, bir yerlerde halk kütüphanesi, kağıt müzesi veya kongre-kültür merkezi gibi yerler yapılacağını duyarsam, öncelikle bundan vazgeçirmeye çalışacağımın bilinmesini isterim. Bu isteklerini ne kadar ciddiye aldıklarını görmek isterim. Diğer türlü, günü kurtaracak kütüphane veya kongre merkezi gibi yeni yapılar hayal edenler, giriştikleri işin bizdeki halk kütüphanelerine dönmesini istemiyorlarsa, onlar için bu geziden geriye kalan izlenimler bir başlangıç olabilir.

——-

Hamiş: Yukarıda, Durham’daki Clayport Kütüphanesi çalışanları için yaptıkları işe kendilerini böyle vermelerini, yani nasıl isteklendirildiklerini ise bir türlü öğrenemedik’ demiştim. Onun cevabını sanırım buldum. Kütüphane Müdürü Geoff, bizim grubu şehirde gezdirirken hem büyükşehir belediye başkanına, hem de şehir merkezi belediye başkanına tanıştırmıştı… O tanışmalarda belediye başkanlarının ve şehrin diğer ileri gelen kişilerinin neredeyse tamamı, Geoff’e o kadar ironik iltifat (humour) edip takılıyorlardı ki, Geoff gülmekten yerinde sabit duramıyordu. Olduğu yerde neredeyse daire çiziyordu. Ne dersiniz? ‘Marifet iltifata tabidir’ deyişini biz bulduk ama onlar uyguluyorlar, denebilir mi?