Modern çağlarda en büyük miras ve ideolojiye sahip olan islam ümmeti Allah’ın emrettiği gibi orta (vasat) bir ümmet olma yerine çağın acımasız rüzgârı önünde oraya buraya savrulmakta. Milliyetçi yönetimler, tarihten bu yana her ne kadar yeniliklerini, reformlarını sürdürdülerse de insanlığın yalnızca maddî boyuttaki ihtiyaçlarına bir nebze cevap verebildiler. Ruhî gereksinimlerine cevap veremediler. İnsanın yeniden inşası için gerekli olan gerçekliklerden yoksun olan bu hareketlere, Aşkın Olan’a derinden bir imanla bağlı olanlar ise teslim olmadılar.
Müslüman, Allah’ın yeryüzündeki halifesi oluşu anlayışıyla insanlık tarihinin mihveridir.
İnsan, bu anlayışla ancak islamî görüşe kendi süreci içinde içsel bağlılığıyla bir katkı sağlayabilir, sorumlu davranabilir. Fakat bu süreç içerisinde müslümanın nedensel süreçlere olan müdahalesi, Hind ruhanîliğindeki gibi bozarak veya kaçarak değil, tekrar yapılandırmak şeklinde olabilir. Ancak bu yapılanma Yaratıcı’nın isteğiyle, boyun eğerek yapılan bir hareket olup, bir meydan okuma değildir.
Hüküm koyucu olan olarak Tanrı’nın mutlak oluşu metafiziksel olmasının yanında müslüman için gerçek olandan ayırt edilemez. O’nun en yüce son (ahir) oluşu düşüncesinden O’nun tek ve son’un asıl niteliği olduğu mânâsı çıkar.
Allah’ın mutlaklığının koyduğu sınır, hiçbir varlığın mutlak olan dışında diğer bir varlığa daha yakın olabileceği görüşü, islamın görüşünün dışındadır. İnsanın diğer bağ kurduğu ilahlarla birlikteliği Tanrı’yla olan bağından daha zayıftır.
İnsanın Evrensel Görevi
İnsan, niyetleri sürekli değişebilen ve bozulmaya müsait olabilen bir varlıktır.
Yeryüzünün gerçek halifesi olarak yaratılan insan varlığıyla eşyanın içinde evrensel görevini yerine getirmek üzere düzene uyum sağlar. Kendini sürekli yenileyerek hayatını devam ettiren, faal – dinamik bir varlıktır. Varoluşunun ilk adımından itibaren varlığın bütün boyutlarıyla, adeta zorunlu bir paralellik arz ederek tam bir ilişki içerisindedir. O kainata yüzünü çevirdiği an, kainat da ona yüzünü çevirir.
İnsanı iradesiyle var eden Allah, yaptığı işin anlamlı ve düzenli olmasını, ahlâkî görevinde ilahî iradeyi kavraması için de yeryüzünde yapmasını istediği şeylerin açıklaması olarak ona vahyi göndermiştir. Ve insanı, bu vahyi anlayabilecek, keşfedebilecek, kavrayabilecek şekilde akıl, duyular ve muhakeme yeteneği ile donatmıştır.
İnsan da kendisine bahşedilen bu iradeyi, Allah’ın istediği yönde sarfederek, iman ve kulluk ile onun rızasını kazanmaktan başka bir amaç taşımamalıdır.
İslam’ın özü ve esası tevhide yaslanır. Tevhid, bütün çağlara hitap edebilen genel bir gerçeklik, insan tarihi ve kader görüşüdür.
Dinin emrettiği her şey tevhidden uzaklaşıldığında hükümsüz kalarak, insanı Allah’ın birliği konusunda da şüpheye götürür. Bu da insanı başka başka ilahlara götürüp onları hüküm koyucu olarak görmeye itebilir.
Sonsuz merhamet sahibi olan Allah önce tevhidin bilinmesini istemiş ve elçileri vasıtasıyla bu düşüncenin kolayca anlaşılmasını istemiştir. Bütün peygamberler tevhidi anlamak, yaşamak ve tebliğ edip açıklamak için vardır. Tarihler boyunca peygamberlerin gönderiliş sebebi, yalnızca tevhiddir.
İnsan Allah’ın ona bahşettiği “anlama” yeteneğiyle vahyin bilgileri ve tabiat kanunları üzerindeki gözlemleriyle Allah’ın ne murad ettiğini kavrayabilir. Evrendeki düzen, ondaki ahenk ve uyum bir maksadın göstergesidir. Her şey bir ölçü iledir ve evrensel bir amaca hizmet eder. Doğayla bir uyum oluşturan insanın işlevleri fizikî olarak doğayla bütünleşir, fakat ruhî işlevleriyle insan, anlayış ve ahlâki olarak kendi kararlarıyla hareket eder.
Mutlak olanın anlaşılmasında insan, kavrayış ve anlama yeteneği ile kendisiyle birlikte çevresi, toplumu ve doğayı değiştirme kabiliyetine sahiptir. Bu yeteneğe sahip olan insanın, ahlâki yükümlülüklerini, sorumluluklarıyla birlikte yerine getirebilmesi söz konusudur.
İnsan, Aşkın olan Allah’ı tanıdıktan sonra ondan husûle gelmeyen her türlü eylemin hareketçiliğinden uzak durur. Tevhid, müslümanı ahlâki anlayışa uygun olmayan her türlü otoriteden uzak tutar. Hazcılık, mutculuk (eudaemonism) gibi ahlâki değerleri yalnızca doğal hayatın sürecinde bulan teorilerden birini kabul etmek, tevhidin normlarının dışındadır.
Müslümanın görüşü yalnızca Allah’ın koyduğu otoriteyi kabul edip, onu hüküm koyucu, buyurucu ve “tek” olarak kabul etmektir.
İnsan, inandıktan ve tasdik ettikten sonra hareket sahasında kendini, kendi gücü nisbetinde gösterir. Ve bu yolda kendi değer-kuramsal görüşü dışında hemrahı olmadığı halde durduğunu, enerjisini iradesiyle yoluna çıkacak her türlü trajediye rağmen sorumluluklarına hasredeceğini bilir.
Tevhid’in diğer dinlerle olan ilişkisi bir başka çalışma konusu…
(Edebistan 2011)
İstanbul doğumlu. Edebiyat alanında, kitap eleştiri, analiz, deneme yazıları yazıyor. Ayna İnsan Kültür ve Edebiyat Dergisi'nin İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Halen serbest düzeltmenlik ve editoryal çalışmalar yapıyor. Star Gazetesi, Yeni Şafak Gazetesi, Karar Gazetesi, Hece Edebiyat Dergisi, İtibar, Şiar, MOCCA Dergisi, Edebistan'da aktif olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Yazarın spesifik portre çalışmaları da bulunmaktadır.