1. Giriş
Öykü çalışmalarına lise yıllarında başlayan, Mavera, Yönelişler, Yansıma gibi dergilerde öykü ve yazıları yayımlanan Ali Haydar Haksal, Sesim Bana Yetmiyor adlı öykü kitabıyla 1987 yılı TYB Ödülü aldı. Yazımıza esas aldığımız Güneşe Koşan Adam (1), yazarın son öykü kitabı. Haksal, öykü, eleştiri, inceleme, demene, roman ve anlatı türünde yazdığı eserleriyle edebiyatımızda müstesna bir yere sahip. Belki de onu özel kılan yanı edebiyatımıza kazandırdıkları ve kurucuları arasında yer aldığı 1987’den beri aralıksız yayımını sürdüren Yedi İklim dergisiyle genç şair, öykücü ve yazarlara şu acımasız yayın dünyasında canlı bir nefes olup yer açmış olmasıdır.
2. Düş/ün Gerçekliği
Her şeyin bilmekle başladığına inandığımız bir çağda bilinmeyenin peşinde koşmak “kalabalıklara” uymamaktır. Yedi İklim’den dört bucağa seslenen Ali Haydar Haksal, bu yıl Ömer Seyfettin Öykü Ödülü’ne layık görülen Güneşe Koşan Adam’da Nurettin Topçu’nun literatürümüze kazandırdığı ifadesiyle “isyan ahlakı”nı kendine rehber edinir. Daha önceki Yalnızlık Sarkacı (1996), Rüya İçinde Rüya (2011) ve Ruh Denizi (2012) adlı eserlerinde de hissettirdiği gerçekliğin sorgulanmasına devam eder ve bizi düş ile gerçek arasına götürür.
Haksal, (çoğu zaman Anlatıcı adıyla anılacaktır) eseri oluşturan her öyküde mutlaka düşlerin o büyülü eşiğinden geçerek bizi “çağın arsızlığından kaçtığı kendi yalnızlık Ada’sına” götürür. Bu “el değmemiş” yalnızlık adasında kendimizle karşılaşırız. Ada (s.41) öyküsü “zamanın akışında bir gün” özelliği taşır ve “ölümcül ve yorgun zaman aynasını” bir eşik yaparak bizi düş/ün sınırsız gerçekliğine davet ederek “Ben bu dünyada yaşamıyorum, ben sessiz bir ada düşlemiştim.” der. Çağ hasta, acımasız ve tüketicidir. Tam yalnızlığımıza kavuşmuşken maddeyi egemen kılan kalabalıklar adaya da edepsizce doluşurlar, “el değmemiş bu yalnızlık adasını” bir tatil cennetine(!) çevirip anlatıcının elinden alırlar. Anlatıcı dağın tepesinden adasını seyreder ve hayıflanır: “Bu ada bana ait değil benim olmaktan çıkmış, bu ada bana ait değil.”(s.44) Ada, aynı zamanda yaşam imgesidir, yazar küçücük bir ada ile insanlık tarihine gönderme yapar.
Yahya Kemal’in Sessiz Gemisi’ni kirleten bu; “çağın hızlı yaşamayı yaşamak sayan yorgunları” dünya limanını yaşanmaz kılmışlardır. Onlar “gözlerine mil çekilmiş aşksızlar” zümresidir ki yalnızca tüketirler. Zaten onlar için tüketmek var olmaktır. O nedenle “yine de sormak lazım kavuşmak denir mi hep bir arada bulunmaya.”(2) Şehri sis bulutu içinde bıraktıkları gibi yalnızlık adasını da sisler içindeki kentlere benzetirler çünkü alışkanlıklarını geride bırakamamışlardır. Onlar alışkanlıkları, yenilgileri, zaferleri, bencillikleri, kariyer planları ve hırslarını da yanlarında getirmekle adanın saflığına leke sürerler. Kalabalık arttıkça yazar, yalnızlaşır ve “ruhu kanar.” Biz biliriz ki insanı düşlere götüren şey sızıdır. “”Sızıyı gideren su, (da) suyun sızladığın kimseler bilmez.” (2)
3. İmgenin Dil Büyüsü
Halk ve Divan şiirinden beri imge yani mazmunlar edebiyatımızda özel bir yere kavuşmuştur. Çünkü imge metinde katmanlar oluşturur, anlamı güzelleştirir, manayı saklar ve daha zengin kılar. Bugün hilal kaşlar, ay yüzler, servi boylar yalnız şiirin değil herkesin kelimeleridir. Anlatıcı da imgeyi öyküye taşıyarak başta “güneş” olmak üzere “ayna”, “gül-bülbül”, “ada” gibi derin imgelerle zamanı tekdüze bir akış olmaktan çıkarıp içi içe an’lara dönüştürür. Esere adını veren güneş anlatıcının ruh denizinde pek çok manaları yüklenir. Onu ateş, kor ve gül imgeleriyle hem eski yem yeni anlamlar çağrıştıracak şekilde kullanır. Güneş, “elde tutması zor bir kor” olan aşkın tam da kendisidir ve aynı zamanda insandır, geçicidir, doğar ve batar. Yaşar ve ölür. Güneş imi bir yandan da iki zıt yönü işaret ederek Doğulu olmanın ve Batılı kalmanın da sembolü haline gelir. Anlatıcı “güneşin doğuşu ile batışı arasında, ortada” kalmıştır. Yani ne doğulu ne batılıdır. Bu cümle, iki medeniyeti bir potada eritip sentezlediğini gösterir ancak sonradan anlarız ki özünde Doğu baskın çıkar. Güneş Batıda batarken Doğudan ışık olarak yükselir ve yazar bize şunu hissettirir: “Ben batan şeyleri sevmem.” Ortaçağ nasıl çökmüşse şu içinde bulunduğumuz maddeye endeksli çağ da yıkılmaya mahkûmdur.
Her saniye milyonlarca gül açan güneş, ışık olduğu kadar kordur ve ateşi serin eyleyen gül imgesiyle güzelleşir. “Kor avuçlarına düşer, birinden diğerine, birinden diğerine bu sonsuza kadar” devam eder, çünkü ateş Nemrutlar çağında zulmün baş simgesiyken beklenmedik bir anda “serin ve selamet olup” gül bahçesine dönüşür. Anlatıcı bize derinden derine bir İbrahim hikâyesi anlatır ama bunu açıkça anlatmak yerine sezdirmeyi tercih eder. Ateş, semayı süsleyen güneş, ay ve yıldızlar gibi “batan şeyler” karşısında İbrahimî bir teslimiyetle sonsuzluğun sembolüne inkılap eder. Güneşe koşup güller toplarız, adımız Halil olunca aşkı yaşatabilmek ayrı bir önem arz eder. Gül divan şiirinde bıraktığımız yerinden çıkarak öykülerde aşkın en saf sesine dönüşür. Şehrin deli gençleri “hızla gaza basarken”, iş güç arasında boğulanlar ölürken, kişiler kendine yer bulamazken anlatıcı gülü baş tacı yapar. Şehir gülü soldurmak istedikçe sevgili “daha bir güzel ve kırmızı elbiselerle” görünürlük kazanır. “Gül mevsimi geçmiş, güller solmuş, bülbül terki diyar et(miştir.)” Sevgi damarlarında bir nabız gibi atan ateşgül “ona gelmenin, sevgilinin elinden tutabilmenin” tatlı bir bahanesine dönüşür.
“Yaşam karmaşık bir sevdadır.” İşte bu noktada “bir bilinmeze yolculuk” başlar. İnsanlık, Simurg’u arayan meşhur kuşlar gibidir. Güneş burada Simurg ülkesine dönüşür. Yol tasavvuf deryasıdır, çiledir. “Yoldayım, yolculuk ruhuma işlemiş. Yol yürümesem durmayacağım.”(s.126) Yolda olmak, karınca hikâyesini anımsatır. “Uçup giden ayrıntılar arasında yiten” anlatıcı bu yolculuğuna devam eder. Yolculuk ise yine düş âleminedir. Dünya hanında konup göçen insan, “sesini ve soluğunu duyumsayabilmek” için “yürüye yürüye yol alır” ve içindeki “sese” ulaşır.
Anlatıcı, öykülerde sesi bülbül iminde daim canlı tutar ve biz neredeyse her öyküde o şakımayı duyarız. Bülbül aynı zamanda bahar şahın kızı gül sultana âşık bir yolcudur. “Ağlar, kendinden kaçar, alışır ve ruhu kanar.” Onun için yolculuk ruhuna işlemiştir, yol yürümese “yolda olmuşluğunu” kaybetme korkusu yaşar. Öyle ya gün içinde kaç kez “ihdina” diye ahit veren yolcu başka türlü nasıl doğru yolda olduğunu bilecek? Günaha dalıp kendini unuttuğu anlarda nasıl yolu bulacak? Aşk, ateş iken güle, gül iken kora yazarın deyimiyle tatlı bir “ateş gülüne” dönüşür ve yolcu dervişliğin çilesini şakır durur.
Derken ayna ile karşılaşırız. Zorda kaldığında aynaya bakar, ayna kendini hesaba çekmektir. Ayna zamanın ana dönüşmesidir. Anlatıcı, aynada bölünür, bölündükçe çoğalır ve kendi iç kalabalığıyla karşılaşır. Üstelik ayna kırılgandır, kendini çok görmeyi sağlar. Bu kırılganlık da anlatıcının bilincinden kaynaklanır çünkü bu andan itibaren bedeni, ruhu ve nefsi hem ayrı ayrı hem bir bütün olarak görme fırsatı yakalar. Ayna, “acının olgunluk yeridir”, gönderici ve alıcının “birini bitirmişken diğer bir acıya yakalanmayı”, onları “dağ gibi, deniz gibi” “çoğaltmayı ve azaltmayı” rahatlıkla yapabildiği şeffaf bir imgedir. Bu aşamada yalnızlığın kaynağı Ada’ya yolculuk başlar ki bu tasavvufta bildiğimiz “inzivaya çekilme” ile denk düşer.
“Yol bitmez” anlatıcı “elinde asası” ile derviş olup seyrine koşar. Münzevi olmak, “kendi dünyasına çekilmek” başka bir “haz”dır. Zaten yazar da kimselere söylemez adaya gideceğini, çok sevdiği Gül hanıma bile. Cemil Meriç’in fildişi kulesine benzeyen bu adada karşımıza bir tepe/dağ imgesi çıkar ki bana her şeyin seyredilebildiği Kafdağı’nı hatırlatır. Zaten anlatıcı da böyle yapar. Dağ her yeri görebildiği yüksekçe bir yerdir. “Doruğa çıktığında eli belinde ufka baktı.“(s.44)
“Aşkın gözü başkasına kördür.” Gerçek inziva da budur. Münzevi olmanın zorluğu “zaman ölümcül ve yorgun geçiyor” diye başlayan ve ruhun fırtınalarını yansıtan adada uzun bir cümleyle, noktasız virgülsüz bir cümlenin bitmeyen zahmetini çekeriz. Kırk günü düşünürsek daha ilk anda başlayan bu uzun cümle bizi hem uçurur hem zamanın geçmezliğinde askıda bırakır. “Derin bir ah çeken” anlatıcı aynı zamanda iç sorgulamaların arasında tarifsiz bir mutluluğa da ulaşır.
4. Güneşi Gül Bilmek
“Ayıplı bir dünyada, ayıp yaşa(yan) “Güneşe Koşan Adam” zamanı irdeler. “Zaman akışında tükenen soluk, azalan umut, artan direnç…belirsizlik, korku, kararsızlık(tır)” Yine anlatıcı ruhunu dağa yaslar ve orada kendini bulur. “Ada” öyküsünün ilk cümlesi de zamanla başlar, asra vurgu yapar. Sanki birinci gün der gibidir. “Zaman durur, zaman akar. Yol olur, gece olur, yağmur olur.” Zamanı imgeleyen güneş aslında doğumdur ve bu sancılı doğum dünyadan evvel elest bezminde yaşanmıştır. Düş/ün işçisi için yazmak zaten gebe olmak, dert yüklenmek demektir. Anlatıcı bize “isyan ahlakına” uygun bir edeble sorgulamaların kapısını açar. “La” bir kesin inkârdır. Bu bilinçle anlatıcı “hüznü” kendisine yakıştırır. İnkâr, başlangıçtır, cümle de bir doğum olduğu kadar bilineni inkâra yönelir ve biz bunu “noktasız” cümlelerde yaşarız.
Anlatıcı özellikle “kasıtlı” olarak çoğu cümlelerin sonuna nokta koymaz. Nokta bitirmektir, oysa Haksal cümleyi bitirmez. Cümle dişidir, doğurgandır. Cümle cümleyi doğurmalı, okuyucu bu doğurganlık bereketinden nasibini almalı hatta esere dâhil olmalıdır. Cümle kurulmuş, sancılı doğum başlamıştır. Okuyucu artık bir noktasızlık içine çekilir ve işte düşsel gerçeklik burada inanılması zor bir derinlik kazanır.
Anlatıcı, yaşamın koşuşturmacısını yansıtmakta, hayat başladı diye haykırmaktadır. Doğum hayata doğmaksa nokta bu hayatın ölümüdür. “Yaşam Oyunu” başlamıştır artık. Koş, koş, koş insan. Ölüm nefesini duyurana kadar. “Hiç olmasa mıydı” diye sorar olmazları bir düş ikilime çekeriz. Hayat bir fırsattır ve imtihandır. Arada bir nefes alacak kadar durabilsek de hep koşarız. Telaşlı, hızlı, ne yaşadığını bilmek yerine adına yaşamak dediğimiz zamanın akışında bir maraton. “Yaşam Oyunu” adlı öykü bize bu maratonu kelimelerle çoğalan noktasız ve virgülsüz cümlelerle gösterir. (s.113ten 123e kadar)
5. Son Söz
Güneşe Koşan Adam, düş ile gerçeğin, insanın derinliklerinin, hayatın basit ve karmaşık yanlarının, madde ile mana, fizik ve metafizik arasındaki gerilimle okuyucuya sunulduğu imgelerle zengin bir eser olarak karşımıza çıkar. Eserde yer alan pek çok öyküye yazımızda değinmek mümkün olmadı. Daha çok tadımlık bizimkisi. Güneşe koşanlardan olmak, gülü aşkın en yoğun hali bilmek, kendini bulmak için zorlukları aşan otuz kuştan biri gibi yollara düşmek istiyorsanız, işte Halil İbrahim sofrasında ziyafet sizi bekliyor. Hayat bir düşsel gerçeklikse ki hep öyle diyoruz, zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şeyler; düş/ün hazzı, hayal, hülya; duyularla alınan bir uyaran söz konusu olmaksızın bilinçte beliren aynada bir araya gelir. Eğer kendinizi en azından ruhunuzu yakışıklı buluyorsanız, aynaya bakmaktan korkmayın.
(1). Haksal, A. Haydar, Güneşe Koşan Adam, İz Yay. 2013
(2). Özel İsmet, Bir Yusuf Masalı, Şule Yay, 2000
(12.03.2014, Gönen)