1.Giriş
Aykut Ertuğrul, ilk öykü kitabı Keyfekader Kahvesi(1) ile 2011 yılı Ömer Seyfettin Öykü Ödülü, Mümkün Öykülerin En İyisi(2) adlı kitabıyla da 2013 yılı TYB Öykü Ödülü aldı. Yumuşak Ge dergisini arkadaşlarıyla çıkardı. Gerçek Hayat, Sabit Fikir dergilerinde editörlüğünü sürdürüyor. Öykü ve denemeleri Aşkar, Hece Öykü, Dergâh, İtibar gibi dergilerde yayımlanmaya devam ediyor.
2. Anlatıcının Öykü Atölyesi
Einstein’ın dediği gibi öyküde “hayal gücü bilgiden daha önemlidir.” Hayat hissettiğimiz duygulardan, kelimeler yoluyla düşündüklerimizden ve karşılaştığımız olaylardan ibarettir. Anlatıma bağlı edebiyat ürünleri anlatı özellikleriyle a) masal(öykü, roman), b)şiir c)drama d)düşünce yazıları gibi kollara ayrılır.
“Ben onları yoldan çıkaracağım.” der zevk dolu kahkaha atan biçimsiz bir ağız. “Tarifi zor bir düşüş hissi, sürgünlük (hali), pişmanlıktır” yaşamak. Öykü kurmaca olduğuna göre baş mimar/anlatıcı da atölyesinde planlar çizer, karalamalar, intihaller, ihtimaller ve başkaca şeylerden yapıyı oluşturur. “C. Şakar: Günlerdir bir tip var elimde, bir sürü not…bu kadıncağıza bir türlü hikaye uyduramıyorum. A. Ertuğrul: Yolla bana, bilirsin, ben atölye çalışmalarını severim.”(3)
Mümkünler atölyesinde “Yedi Uyurlar” gibi esriktir, “komutanım” çeken asker kadar ciddi, gördüğü rüyayı saklaması gereken Yusuf yüzlü çocuk gibi suskun, zikrini tespih yapmış dedenin tiner çeken torunu kadar asidir anlatıcı. Bizi tarihin film şeridinde yolculuklara çıkarır. Hem de öyle bir yolculuk ki aslında her şey ama her şey zerre miktarı bir anın içindedir. Boğazdan geçen gemi belki Tufandan kurtulan Nuh nebinin gemisidir. Belediyelerin kazdığı çukurlar derin kuyudur; Çağrı, Davut, Yusuf,Kabil, sokaklar hepsi kendi sarhoşluğunda savrulur.
Yenilikçi yönü yetersiz kalan yazarlar, malzemeyi öyküye dönüştüremez, tekrara düşerler. A. Ertuğrul ise iğneyle kuyu kazarak duygu, algı, düşünce ufkumuzu derinleştirip zenginleştirerek, bizi “insan kılan öze” çağırır. Okur da ince elenmiş, sık dokunmuş ve nefesini yaşadığı zamanın ötesine uzatmış bu çağrıya uyarak bazen uzun soluklu, bazen duraklamalı, dermansız kaldığında bile sonunu merak ettiği kurmacanın tadını çıkarmak için sayfaları çevirmekten zevk duyar.
3. Fal Kâhinin Laneti
İnsanlık tarihi ne kadar eskiye gidiyor bilemiyoruz, ancak kayıp medeniyetler, el yazması kitaplar, gizli ilimler, başka boyutlara dair hikâyeler, Hanok Kitabı, masallar, destanlar her zaman tuhaf bir cazibeyle bizleri kendine çekmeyi başarıyor. İnsan düşsel/fantastik anlatımlarda geleceği görmeyi diliyor. Böyle olunca da öykünün başta gelen kaynakları masallar, fantastik öğeler, eskatoloji ve mitoloji oluyor. Destansı unsurlar, kutsallık yüklenen varlıklar, Babil kâhinlerinden, sihirbazlardan kalma büyücülük, fal gibi gizli ilimler, gelecekten haber çalan cinler her zaman ilgiyi üzerine çeken efsaneler olmaya devam ediyor.
Anlatıcı, Keyfekader Kahvesi(s.9) adlı öyküsünde, kâhinliğin bir parçası olan fala ve falcılığa değinir. Kemal Usta, çırağı Azer’i en mükemmeliyle yetiştirir, büyütür, mesleğin inceliklerinin sırlarını verir. Biz öyküde andan geçmişe, gerçek zamandan kozmik zaman geçer olay örgüsünü tamamlarız. Telvesi, kadere dönüşen fincandan fısıltılar yükselir, öyküler yeniden yazılır, fakirler milyoner olurken zenginler küme düşer. Azer, bu gücü bir kez kendisi için kullanmak ister ve Feyza’yı falında kendine âşık eder. “Ne olmuş sanki? Kim sevdiğini kendine âşık etmek için maharetini kullanmaz ki?” Ancak daha çıraklık bitmemiştir, Azer bilmez ki, “falla gelen, falla gider.” Elini kana buladığı an ilk kanı döken Kabil suretine dönüşür. Pişman olup zamanı geri almak ister nafile. Artık usta başka yazı yazmıştır, duvarlar çatlamıştır. Azer, “hava kararmadan, duvarlar konuşmadan, fısıltılar gelmeden” zamanı başa alabilirse “yaşananlar hiç yaşanmamış olacaktı(r).” Eğitimini tamamlayan “çırak, ustasını öldür(ünce)” Kabil’den kalan yüzüğü parmağına takar, çırak durduğu gün içtiği fincanı raftan alır. “Kabul et ben iyi bir ustayım…bu ilmin kadim ustaları falcılığın gizli bilgilerini fısıldayacaklar…alışsan iyi edersin.”(s.17)
4. Mümkünü Yeniden Kurmak
Öykü bir yeniden yaratma eylemidir. Hayra da şerre de kapı açan “Ene”(4) denilen zatı muhterem yaratıcının kudretini kavramak için kendince tanrıcılık oynar ve kurmaca evreni bir hayal cennetine çevirir. Yaşantının temeli olan kişi, zaman, yer ve olay(ben kader, alınyazısı demeyi uygun görüyorum) kâh dünyada kâh başka âlemlerde sonlu bir sonsuz olma yolculuğuna başlar. Gerçekten ve mümkün olandan yola çıkarak imkânları kendi kurgu evreniyle yeniden sunmaya çalışır. Kelimeler elbise giyer, ses örgüleri hayatın tınısıyla bir ritim oluşturur. Anlatıcı zaten “huzursuz ruh”tur. Gönlünce kendisi veya başkası olabilen yazar, tüm anlatıcıları şahsında cem etmiş bir aykırı kişidir. Şizofreni özellikleri olan, ancak üretebilen yönüyle dâhiliğe geçen bir huzursuz ruh. Şizofreni demem sıradanlıktan çıkıp bilgelik sevgisine talip olmasındandır ki çoğu yazar arkadaşlarının “hoop, bizim dünyamıza da gel, aloo, orda mısın” itirazına mutlaka muhatap olmuştur.
“Kuyudakiler” (s.11) yola çıkması gerektiğini düşünen çağrışımların akışında sokakları, insanları, vapurları anlatır. Tükenen/tüketen bireylerin kendini bulması gereken arayışları kuyudan çıkışın ifadesidir. Modernizmin tükettiği bilimsel, teknolojik gelişmeler, sosyal hayattaki hızlı değişmeler eski zamanların yerini doldurmuştur. Edebiyat ise işte burada mümkün olanı yapmalı, imanın önce “La” inkârıyla başladığını bilerek her şeyi yıkarak yeniden keşfetmeli, ruhumuzu yeniden inşa etmelidir. Ruha dokunmak ise ancak çağın diliyle, anlayışıyla hareket ederek sanatsal algıyı yenilemekle yapılabilir.
“Duvar”(s.45)ları yıkmak gerek. “Keşke onlarca, binlerce kanatlarım olsa, bir şimşek gibi çaksam şehrin üzerine; gök yıldızları tutsa, yer karanlığı yutsa.”
Anlatıcı/yazar anlatıyı kanlı canlı yaşam örnekleriyle yapar. Geleneği modern biçimlerin duygu estetiğiyle sunarak anlatımın imkanlarını genişletir, metinlerarası bağlar kurar. Kurmacanın sınırlarını zorlar, kendine özgü “kur’ani” diliyle ve büyülü gerçekçiliğin penceresinden kalbe uzanır, neşeyi ve hüznü güzelleştirir.
“Oku emrini duyan insan yazmayı öğrenir “Kağıt”a. (s.42)“Kızgın bir çift el, dünyayı avucunun içine almış hınçla buruşturuyordu. Elemneşrahlekesadrak… Bir çift kızgın el, dünyayı…Elemneşrahleke…”
5. Son Söz
“Göğe bak(ınca) masmavi gökyüzünde Cebrail’in kanat izleri”ni göreceksiniz belki. Kurgu güzel olsa da öyküler “elbette mümkün öykülerin en iyisi değiller…sen de zaten okurların en iyisi değilsin. Kurmacanın kendisi büyülü bir oyun değil mi?” Hayat bir oyun ve oyalanma yeri. Arş şahit, sekizinci kat gök şahit olsun ki “o gün” güneş dürülecek, yer içindekileri kusacak ve mümkün oyunların en iyisi/kötüsü son bulacak. O zamana kadar “mış gibi davranmanın kime ne zararı var?” “Dünya Büyük Atlas” olduğu sürece onu taşıyacak, keşfedecek, yaşayacak ve yeniden kuracak/kurgulayacak anlatıcılar olacak, hikâyemizi yaşayacağız. “Elemneşrahlekesadrak…”
(1). Ertuğrul, Aykut, Keyfekader Kahvesi, Okur Kitaplığı, 2011
(2). Ertuğrul, Aykut, Mümkün Öykülerin En İyisi, Dedalus, 2013
(3). Şakar, Cemal, Mürekkep, Okur Kitaplığı, 2012
(4). Nursi, Said, Ene Risalesi, Yeni Asya Neşriyat