Cenab Şehâbeddin
Genellikle kadınların yazdığı şeylerde daha çok incelik ve nezaket, buna karşın daha çok esere gerekli dikkati göstermeyip ihmal etme vardır. Kadın üslûbu daha samimi, daha asabî fakat daha karışıktır. Onların yazıklarında daha az akıl, daha çok kalp... Çok his, az fikir... Az düzen çok tesir... Delillerle yazmak hiç yok gibi, etkilenerek yazmak ise çoktur. Işık saçan bir içtenlik ve sıcaklık vardır. Kadınların zarif kalemlerinden çıkan eserler parlak, hafif, cinaslı, kinayeli, inci kabilinden, tevriyeli, genellikle dil bilgisi açısından hatalı olur. Bu son hatanın eksikliğini müdafaa için "Madam Demon" bir mektubunda diyor ki:
“Bilirsiniz ki kadınların bütün yazdıklarında dil bilgisi kuralları açısından binlerce hata vardır. Fakat -müsaadenizle söylüyorum- buna karşılık onlarda hususî bir zevk vardır ki erkeklerin yazdıklarında nadiren görülür.”
Evet kadınların yazdıklarında hususî bir zevk vardır, bu inkar edilemez. Çünkü onların yazdıkları doğrudan doğruya kalpten fışkırır, güzellik endişesi ve açıklama kaygısı ile doğallığını bozmaz. Kalpten kağıda intikal ederken mantıkî kıyaslamalara alaycı bir nazarla bakar geçer.
Matmazel de Monpansiye “Hatırat”ının bir yerinde Düşeş de Relea’nın vefatından bahsederken şunları ilave ediyor. “Hekimlere düşeşin endamını sordular. Hekimler dediler ki dünyada onun endamından biçimsiz, ondan çirkin bir şey olamaz. Bu güzellikler benim hiç hoşuma gitmedi. Zannımca vefat eden bir kadının vücudunun görüntüsünden bahsetmemeli. Hele uzuvlarında olan eksiklikleri ketum bir sessizliğe gömmeli. Herkes bilirdi ki düşeş kamburdu, malumatın bu kadarı yeterli idi.”
Şu parçada bütün kadınlık gizli değil midir? Doğrusu şu birkaç satıra bütün bir kadın kalbi yanmış gibidir. Matmazel hekimlerin gevezeliğini eleştirirken birdenbire kadın yaratılışına mağlup oluyor, gevezeliğin en büyüğünü kendi yapıyor. “Herkes bilirdi ki düşeş kamburdu, malumatın bu kadarı yeterli idi.” diyor. Halbuki bütün çağdaşları düşesin öyle bir eksikliğe sahip olmadığını söylediler. Matmazel de Monpansiye’nin bu yalanı, ihtimal ki, hiçbir eleştirel fikir ile temellendirelemezdi... Eğer bu son iddia doğru ise bu yalanı kadınlıktan başka neye isnat edebiliriz?
Bir de Madam de Savigne’nin şu parçasına bakınız.
“Madam de Berisak bugün bir ağrıdan mustarip idi. Süslenmiş, taranmış, yatağına girmişti. O ağrıdan ne şekilde istifade etmeye çalışıyordu. Gözleri, feryatları, kollarının hareketlerini ve yorganın üzerinde sürüklenen eli görmeli idi!.. Ya vaziyetleri... Hele merhamet toplamak için yaptığı şeyler!.. Ben hayret ve şefkatle donanmıştım: Bu komedyayı izliyordum. Doğrusu oyun pek güzeldi. İhtimal ki madam benim aldandığımı zannederek memnun olmuştur!”
Bu felaket tasvir hangi erkeğin kaleminden çıkar? Birkaç yaprak daha çevirelim... İşte madam şimdi de bir düğün tasvir ediyordu. Dinleyiniz:
“Matmazel de Leva’nın resmi izdivacında bulundum. Nasıl anlatayım bilmem ki? Lüks, şatafat, gösteriş... Bütün Fransa orada; kıvrık yakalı, sırma işlemeli elbiseler. Elmaslar, ateşler, çiçekler; sokakta çöp yığını, meşaleler, bağrışmalar, kovmalar, dövüşmeler. Bir insanlık kasırgası, herkeste dalgınlık: Cevapsız sorular, manası anlaşılmayan iltifatlar, yersiz nezaketler, uzun etekler içinde dolaşan ayaklar... Bir ara ortaya sizin sıhhatiniz meselesi çıktı, ben cevaplamakta acele etmedim. Soranlar eski bildikleriyle, sormayanlar eski neşeleriyle kaldılar...”
Alaycı bir dil... Hele son cümleler, bu hissedilip de anlaşılamayan incelikler bir kadın kalemini işaret eder.
Madam de La Fayette romanlarını bir erkek takma ismi -Sagra- altında neşretti. Eserlerindeki incelik ve nezaketi anlayanlar, yazarın bir kadın olduğunu anlamakta gecikmediler. Matmazel de Eskuderi eserlerini erkek kardeşinin ismiyle neşrederdi. Bu gizlenme yalnız Boileau’nun bilmezlikten gelmelerinin gerisinde kaldı. Çünkü Boileau Matmazelin kardeşini ve yine Boileau’nun tabirince “o” bahtiyar Mösyö de Eskuderi’yi eleştirmeye vesile arıyordu. Fakat Boileau bile bir gün bu yükü üstünden atarak yayılmış olan bu eserlerin gerçek sahibinin bir kadın olduğunu açığa vurdu. Galiba bu yüzden pek çok defa da kınandı.
Bazı kadınlar vardır ki bir erkek dehasıyla kalemlerini yönetirler. Bunlar hakkında araştırma yapanlar o kadınların eserlerindeki ilham aldıkları şeyin bir erkek üslûbu olduğunu bulmuşlardır. İşte George sanki bütün cümlelerinde bir şişkinlik bir güzellik var, eserleri bir erkek kaleminden çıkmışa benziyor. Arayalım Sand’ın Alfred de Musset’in, Schopenhaur’un edebî izlerini görüyoruz. Bununla beraber George Sand’ın kendine has bir edebî tarzı var: etkilenme kabiliyetini o kadar zarif bir üslûpla ortaya koyuyor ki, zarafetin bu derecesi kadınlara mahsus gibidir.
Bazı kadınların kaleme aldığı eserlerde erkek etkisi olduğu gibi, bazı erkeklerin eserlerinde de kadınların etkisi görülür. Bir yazarın eserinden yalnız aşağılık kadınları tanıdığı anlaşılır, diğer bir yazarın eserlerinde ise seçkin bir kadının manevî ışığı hissedilir, o güzellikten neşrolan ışığın kaynağı, yazarın ömrünün ufuklarına sirayet etmiştir. Sainte – Bouve “Tasvirat”ında diyor ki: “La Roşfoko’nun hayatının her devri bir kadın namı ile başlar ve kadın namı ile biter. Evvela Madam de Şeoroz, sonra Madam de Longovil, daha sonra Madam de Soble en nihayet Madam de La Fayette…” Aynı hüküm Benjamin Konstan ile Chateabriand hakkında geçerli olabilir.
Kadınların yazdığı hikâyelerde bir özellik vardır ki pek dikkate şayandır: Daima kadın yüce ve eksiksiz, erkek aşağılık ve eksiktir. Hikâyeyi okuyanlar mutlaka kadına hak verir ve sonra erkekten nefret ederler.
George Sand’ın, Madam de La Fayette’nin romanları bu bahsettiğimiz durumun en açık delilleridir.
***
Her memlekette kadınların yaşam durumları ve ahlakları aynı değildir. Bunun için üslûpları da başka başka olur. Bir İngiliz kadını bir Fransız kadını gibi yazmaz.
Mitres Belâmi – meşhur bir aktris- hatıratını yazıyor. Orada bir delikanlının Mitres’in aşkından öldüğünü anlatıyor. Delikanlının son arzusu âşık olduğu kadının bir parça kurdelasıyla defnedilmekmiş. Bu arzusunu bir dostuna söylemiş, dostu Mitres’e gelmiş anlatmış, yalvarmış fakat hepsi beyhude!.. Mitres Belami böyle iffete ters düşen bir hareketi kabul edemiyor, fedakarlığın bu denlisi elinden gelmiyordu. Oysaki bu meşhur aktrisin kurdelasından daha değerli şeyleri kolaylıkla dağıttığına döneminin insanları şahitmiş. Koca Mitres delikanlıyla ilgili hatıratını şu cümle ile tamamlıyor: “Benim aşkımdan ölen zavallı delikanlıdan gözyaşlarımı esirgeyemem.” Dikkat ettiniz mi? Evvela sahte bir iffet gösterisi ve ardından da sahte bir üzüntü… Bunları hiçbir Fransız kadınında bulamazsınız. Mitres Belami’nin dediklerine inanmak lazım gelirse kendisi bir iffet numunesi imiş! Lordlar, dükler, markiler etrafında… Kimisi İskoçya kıtasına benzer bir çiftlik vadediyor, kimisi izdivaç elini uzatıyor, kimisi bir hizmetçi olarak da olsa dairesine girmek için yalvarıyor… Her akşam önüne çiçek yağmuru, demetlerden dağlar, onların içinde zamanın en büyük şairlerinin aşk dolu şiirleri, en mahir kuyumcuların mükemmel eserleri. Aktrisin latif endamı sahne üzerinde görünür görünmez bütün izleyicilerin avuçlarından güzel bir alkış sesi yükseliyor. Her sabah gazetelere şöyle bir yan gözle bakınca “Yeni Bir Aşk Kurbanı” isimli bir makale görüyor ve anlıyor ki yine kendisi yüzünden bir delikanlı dünyaya veda etmiş. Ağlıyor, üzülüyor fakat ne fayda… Bütün bu aşk gösterilerine karşı Mitres ne yapıyor? Her şeyi ret, her şeyi hakir görme: Servetleri, alkışları, şiirleri, gözyaşlarını, her şeyi, her şeyi… İffetli bir kadın vakarıyla yoluna devam ediyor. Ah, Mitres sende dikkate şayan bir şey varsa o da gönülleri aldatan bu gösteriştir.
İngiliz hikâye yazarlarından Mirtes İncil’den daha güzel eserleri olmakla birlikte meşhur bir “Basit Tarih”i vardır. Bu hikâyede bir Miss Milener var ki her gün dört beş defa yayılıyor, o kadar hassas ve o kadar çabuk üzülen birisi. Kısa hikâye yazarlarından Madam Vevard’ın eserleri baştan başa İncil’den öğütlerle dolu…
Fakat şunu da inkâr etmemeli ki İngiliz yazarların hepsi böyle riyakâr ve faziletleri ile övünen kişiler değildir; aralarında samimi olanları da var. Milâdî on dokuzuncu asırda yetişmiş en iyi kadın şairlerden biri Elizabeth Bareret Buronin’dir. Bu kadının eserlerindeki latifliğin ve samimiyetin derecesinin anlaşılması için bir meşhur manzumesinin tercümesini naklediyorum:
"Beni seviyorsan sebepsiz bir muhabbetle sev. Onu tebessümü için, nazarı için, tatlı dili için, fikrime uygun yönde hareket eden aklı için, bana bir gün güzel bir memnuniyet hissi bahşettiği için seviyorum deme; zirâ ey ruhumun sevgilisi, bir şeyler değişebilir yahut senin nazarına değişmiş gibi gelebilir. Beni merhametten de sevme, o yüce merhamet ki benim ağlayıp inlemelerimi teskîne çalışır. Bir insan senin yardımınla teselli olunca göz yaşlarını unutarak muhabbetini kaybedebilir. Beni bir muhabbetle sev ki aşkın sonsuzluğu içinde ilelebet devam etsin.”
Buna karşın bir de Fransız bir kadın şairden de örnek ister misiniz? Okuyunuz: “Bu güzel kokularla süslenmiş bir sevgilidir ancak gamsızdır… Biz yine çocuk olur yine oyunlarımıza başlarız. Karlı akasyalardan beyaz çiçekler düşünür yeşil çiçeklerle tutar; onların bacaklarını yakından temaşa ederiz. Saman çiçekleri ile yuvaların düzenini bozar, kaçırırız… Bizim için her şey yeni olur; her şey yeni bir keşif gibi görünür.”
Karşılaştırmasını değerli okuyucuya bırakıyorum; yalnız bu basit söylemlerin şairini haber vermekle yetineceğim: Rosmonend Jararnam müstearıyla eserlerini yazan bir kadın ki bütün eserlerini eşine ithaf eder.
***
Erkeklerden bazıları kadın üslûbuyla yazmaya heves etmişlerdir. Eski yazarlardan bu hevese düşenlerin en meşhuru Jean Jacques Rousseau’dur ki pek güzel ve açık bir üslûpla yazmakla beraber bu tecrübesinde başarılı olamamıştır. Gerek Clair lisanından yazdığı şeyler gerek Jully’e isnâden yazdığı satırlar birer edebî sanat örneğidir fakat kadın mektuplarındaki saflık ve duruluktan mahrum… De Şanel bu mektuplardan bahsederken “Jully bir vaize, Clair bir belagat öğretmenidir.” diyor. Clair ki Rousseau’nun tasvir etmek istediğine göre şen, şuh, gamsız, pervasız bir kadındır. Bu mektuplar hakkında en doğru edebî hükmü yine bir kadın verebilir. Madam de Pine’nin onlar hakkında yazdığı bir parçayı tercüme ediyorum.
“Yemekten sonra Rousseau’nun defterlerini okuduk. Bilmem, neşesiz miydim neydim? O mektuplar hoşuma gitmedi. Pek güzel yazılmış fakat gereğinden fazla mükemmel; hakikat ve heyecandan mahrum. Mektup sahipleri söylemeleri gereken şeylerin hiçbirini söylemiyor, konuşan yalnız yazar. Ne hüküm vereceğimi şaşırdım: Ne Rousseau’ya karşı yalan söylemek elimden gelecek ne de onu mahzun etmek…”
Diderot’un o mektuplar hakkında bir fikri de böyleydi, daha sonraları bu hükümler ve bu fikirler gittikçe kuvvetlendi. Bugün Jully ile Clair ayrı ayrı bir Jean Jacques Rousseau gibi kabul ediliyor.”
Şimdiki yazarlar arasında da kadın mektupları yazanlar az değildir fakat hangisi tamamıyla başarılı oluyor? Bir erkek ne kadar mahir olursa olsun mantığa karşı direnmesi elinden gelmez, fikrini kalbine sürükletemez. Bugün bu alanda en başarılı olmuş gibi görünen isimler Paul Hervio ile Marcel Prevost’tur. Birincisi daha zekî, daha mahir; ikincisi daha arkadaş, daha şair... Fakat bugün de Madam de Pine çıkıp bunların yazdıklarını okusa…
Hem de bir erkek için kadın üslûbunu taklit etmekte başarılı olmak yeni bir iftihara vesile sayılabilir mi bilmem. Sayılsa bile bu başarı psikoloji ilminin kadına yönelik söylediklerini iyi bilmeye işarettir.
Servet-i Fünûn, s.300, sy. 230-233
1991’de Kayseri’de doğdu. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi - Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği bölümünden 2017’de mezun oldu. Aynı yıl Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nde Türk İslam Edebiyatı ABD’de yüksek lisansa başladı ve “Kaside-i Münferice” isimli tez çalışması ile devam ediyor. İz Yayıncılık’tan çıkan ve Ömer Seyfettin hikâyelerinden oluşan “Yalnız Efe” isimli eseri yayına hazırladı.