Menu
BİZDE ROMAN - Mehmed Rauf
Deneme/İnceleme/Eleştiri • BİZDE ROMAN - Mehmed Rauf

BİZDE ROMAN - Mehmed Rauf

Romancı!.. Ta on yaşımda iken, on beş sene evvel, gördüğüm ilk tiyatro üzerine gelen delice bir düşkünlük ile bizde mevcut tiyatro kitaplarının hepsini okumuş, bundan heveslenerek birçok oyunlar yazmış, sonra merakımı romanlara sarmıştım; işte o zamandan beri hayatımda en birinci emelim, diğer amellerimin de bütününe hâkim emel bu oldu: ben de bir romancı olmak istiyordum. 

Fakat o zaman okuduğum ve bayıldığım romanlar Gece Yolcuları, Londra 
Biçaregânı, Hüseyin Fellah olduğundan romancılığı bundan ibaret zannediyor, öyle yazmaya uğraşıyordum ve bir gün, birçok tecrübelerden, koşuşlardan sonra, rüştiyenin son senesinde, şimdi on bir sene oluyor, Denaet -yahut- Gaskonya Korsanları diye bir romanı, müstakil ilk romanımı yazıp onu o zaman sınıfımızın baş romancısı olan bir arkadaşım da takdir ettiği zaman kendi kendime “İşte artık ben de romancı oldum!” dedim.

Hakikaten bunun modellerinden hiçbir farkı yoktu. İçinde o türden romanlarda olan şeylerden hiçbiri eksik değildi. İsmi bile ilk bakışta, korkulu bakışları üzerine çekiyordu: Gaskonya Korsanları! Bundan, üst derecede bir zevk alıyordum; bir şatoyu basan korsanlar, korsan reisinin bir odada bastırıp arzusunu söylediği kontun kızı, bu sebepten geri kalan bir izdivaç. Sonra haydut reisinin vaktiyle kontun kaybolmuş bir oğlu çıkması, intiharlar. 

Bunu yazıp bilenlerden ruhsatı da aldıktan sonra kitabı bastıramadım ve buna şimdi 
müteşekkirim. Eserimi hakikaten bir şeymiş, bir esermiş gibi tam bir cesaretle yayıncılara göstererek, “Siz mi yazdınız?” diye sordukları zaman, tavırlarında bugün pek iyi gördüğüm alay işaretlerini o zaman fark bile etmeyerek gururla “Ben!” deyişimi asla unutamam. 

Bunun basılamaması bende başka romanlar yazma hevesini kıramadı. Bir taraftan okuyor, bir 
taraftan yazıyordum. Bu hayatımı o kadar işgal ediyordu ki mektep hocaları arasında ismim “Roman okuyan efendi!” diye bilinmişti. Bunun için yalnız mektepte zorluklar göstermezdi. Evde de elden gelen yapılır, beni bu meraktan kurtarmaya çalışılırdı. Kaç kere basılmış ve yazılmış kitaplarımı yırtılmış gördüm. Hele bir gün Londra Biçaregânı romanından büyük bir dram çıkarmıştım. Akşam eve gelip odama koştuğum zaman kağıtlarımın arasında müsveddesini bulamadım, sordum “Baban yırttı.” dediler. Ah ne kadar ağladım, ne kadar ağladım…

Orta okulda yalnız “Roman okuyan efendi” derlerdi, liseye gidince artık “Romancı” denirdi. 
Çünkü oraya bilenlerden ruhsatları alınmış birkaç eserle gitmiştim. Fakat bunlarla meşgul olmamı eğitimim için engel sayan bazı nasihatler ile: “Kitap olmadıklarından, gerekli olan matematiktir.” desturu ile ders zamanlarını öğüde ayıran matematik öğretmenlerimiz. Benim roman yazdığımı duydukları zaman kendi talebeleri arasında böyle bir adam bulunmasını tahammül ile geçiştirmemişler. Yalnız edebiyata düşman öğretmenler değil hatta yazı yazma dersimizin öğretmenleri bile bunu bir cinayet saymışlardı. Mektebimizin yukarı sınıflarında yüksek edebiyat okutulur. Bir hoca vardı ki mektebin en büyük adamı idi. Bana onun Makalat-ı Edebiyye’sini gösterirler. – O zaman çünkü makalat-ı edebiyye modası idi. – “Zaman bir mizândır ki…” yahut “Vicdan bir irfan kandilidir ki…” diye başlayan ve böyle kof sözlerle dolan o kağıtları çok güzel eser olarak görürlerdi. Belki bunlar hakikaten çok güzel idi. Fakat benim bildiğim bir şey varsa o da bunların roman olmadıkları ve yazarlarının bir romancı olamayacağı idi… Romancı olmak, roman sanatına vâkıf olmak; işte asıl benim ehemmiyet verdiğim, sahip olmak istediğim aradığım meziyet bu idi. 


Bir gün Osmanlıca Dilbilgisi hocamız: “Ben yirmi senedir edebiyatla meşgulüm, yine cesaret 
edip eser çıkaramıyorum. Sen ne cesaretle yapıyorsun?” diye alenen bana çıkışınca: “A hocam.” demek istedim, “Roman dilbilgisi bilmekle yazılmaz, o bir sanattır!..” Bir edanın üzerinde üç saat oynamak, bir vicdan tarifi için yirmi kâğıt karalamak bana pek verimsiz ve değersiz bir iş gelirdi; bir vicdan makalesi yazmak, ciddi araştırmalar üzerine vicdan hakkındaki felsefenin farklı tarzlarının neticelerinin muhakemelerini özetlemek… Evet, bunu anlarım; böyle bir makaleye bütün Dilbilgisi hocalarının bütün makaleleri, hatta bütün o devrin bütün edebiyatı feda olsun!.. O zaman tabii böyle düşünemiyordum. Fakat bu Dilbilgisi öğretmenlerinin daha ne olduğunu bilmeden romandan bahsedişleri beni güldürüyordu. Halbuki şu güçlü kanaatim öğretmen heyetinin ve bazı yüksek sınıf efradının önünde kanayan bir kurban olmama mâni olamıyordu. “Vay efendim vay! Bir cebir denklemi çözemeyenler edîb ha!” diye söylenen cebir hocamızdan tutun, her zaman vırlaya vırlaya bir gün beni son ses isyana mecbur eden velî bir nasihatçiye kadar herkesin elinde bir alay konusu teşkil ediyordum. 

Türkçe okunacak romanlar kalmadığından Fransızca’ya merak salmıştım.. Mektepte İngilizce 
tahsil alıyorken Fransızca’ya çalışmayı uygun saymayan, belki bir birine pek yardımının olacağını düşünemeyen bu nasihatçi efendi bir gün Edebiyat-ı Aliye öğretmeni ile beni o kadar bunalttı ki sabredemedim: “Canım Allah’ınızı severseniz” dedim, “Onu da başımıza edîb mi çıkaracaksınız?..”

Ah zavallı muhatabımın yüzünde beliren hayret işaretleri!...

Lakin bunlar benim romancı olmak istediğimi edebiyatın daha doğrusu o edebiyatın 
romancılıktan külliyen başka bir şey olduğunu, romancılıkta güzel yazmaktan fazla birçok sanatlar, dakikalar bulduğunu anlamıyorlardı. Bunun bizim öğretmenler gibi kafa patlata patlata, Mecmûa-i Muallim’i okuta okuta hasıl olamayacağını anlamıyorlardı. 

O zamandan beri on bir sene geçti: bunların ve takipçilerinin itirazları, şiddetleri geçti; fakat 
benim merakımın şiddeti geçmedi. Bu şiddet itidal kazanmadı aksine şiddet kazandı. O zamandan beri birçok romanlar daha yazdım, tercüme ettim. Cinânî, Fecî, İbret-âmiz… Her türlüsünü yazdım ve doğru yönelişler ile bunların hiçbirini muhafaza edemedim, hepsi mahvoldu. Fakat bugün ki işte dört senelik bir matbuat hayatına sahibim. Bugün görürüm ki on beş onalı yıllık bir emel ve tutku ile bu emelin arkasında delice bir istek ile koştuğum, senelerce kanlı bir kurban olduğum halde henüz bir romancı olamadım, bu sabır ve metanetimin mükafatını henüz alamadım; işte bu beni kahır ve harap ediyor.


***


Ve bu yalnız bende değil az çok hepimizde böyle… Şimdiye kadar Türkçe basılan romanları 
göz önüne getiriyorum, hep hayaller ve betimlemelerle meşgul olunmuş. En çok iştigal olunan şey şüphesiz üsluptur; bu üslubu da bir romancı gözüyle etrafımıza bakıp kullanamamışız. Nerede olduğunu anımsamıyorum, Hippolitten bir yerde “Roman öyle bir yapıdır ki hayat ve tabiatın bütün yönleri onda görünür.” diyor. Madem ki hayat ve tabiat betimlenecektir, hayat ve tabiat demek bizim gördüğümüz hayat, etrafımızdaki tabiat demek değil midir? Halbuki eserlerimizde en çok bulunmayan bir şey varsa zannediyorum ki bunlardır. 

Halid Ziya Mavi ve Siyah’ta bu noktaya ehemmiyet gösterdi, hayat sırf aşk ve tutkudan ibaret 
olmadığından bir hayatın yalnız tutkulu anlarını değil, beşerin ihtiras anlarının hepsine hakim olduğunu gösterdi. Daha doğrusu gösterir gibi oldu; bunda bizim etrafımızın hayatını görürüz. Son romanlarında yaygın olan, Aşk-ı Memnu’da da bundan bir gölge var, fakat üstadın yine hayatın betimlemesinde hayale meylettiği görülüyor. Burada bu iki romanı ve diğer tüm romanlarımızı dikkatlice açıklayacak değilim, yalnız şunu anlatmak istiyorum ki benim söylediğim roman bunlar olamaz, çünkü bunlarda “hayatımız” yok. Bizi biz yapan, benzerlerinden ayırıp soyutlayan hayatımız, içinde yaşadığımız, muzdarip ve mesut olduğumuz, üzüldüğümüz bu hayat yok… Sanat bakımından Halid Ziya bana hele son romanını son derece üstün görmekle beraber onda gerçek hayatımızın üstünde olan bir hayat betimlediği için, şu bahsettiğim, bizde yokluğunu büyük bir kusur gördüğüm romanlardan olmadığı için hesaptan hariç tutuyorum. 

Yazılan küçük hikâyeler gösteriyor ki yazarlarımız bu hayatı görmek, tetkik ve müşahede 
edebilmek kudretinden mahrum değiller; aksine roman için pek uygun üslub ile tetkik ve müşahedede isabetli oldukları eserlerinin pek çoğunda görünüyor. Fakat niçin yazmıyorlar, millî roman niçin yazmıyorlar? Niçin bizim ahlak ve hakiki mizacımıza ait romanlar yazmıyorlar?.. Bunu çoktan beri soruyordum ve birbirimize soruyorduk. 

Fakat asıl geçen hafta Fransız Edebiyat ve Lisanı Tarihi namıyla yayınlanan büyük bir eserin 
son gelen cüzünü okuduğum vakit bu noksanı tamamen hissettim. Bu cüzde son asrın yarısından sonraki edebiyatın roman kısmı tedkik ediliyor. Bizim edebiyattır zannettiğimiz üslub meselelerine ikinci derecede dikkat edilerek; gerçek hayatın suretini betimleme ve incelemeye, asıl romancılığa önem veriliyordu. O zaman bu üstadların: Flaubert’in, Goncourtlar’ın, Zola, Daudet ve Maupassant’ın bütün bugünkü romancıların romanları gözümün önüne geldi; bir “Madam Bovary,” bir “Terbiye-i İhtisasperverâne,” bir “Rene Maran,” bir “Germinie Lacarteux,” bir “Nana,” bir “Debacle” bir “Sapho” bir “Check” nihayet bu elliye varan mükemmel, nefis eserleri tekrar okur gibi oldum ve tam bir esefle tekrar ettim: “Bizde niçin yazılmıyor?” 

Şimdi hatırlayabiliyorum ki, Halid Ziya bir gün “Biz bir grup tasviri yapınca artık her şey 
tamam oldu zannediyoruz. Eserlerimizde betimlemeler ne kadar çok olursa o kadar iyidir gibi geliyor. Halbuki mesela Guy De’yi alsak içinde asıl mükemmel, en bayıldığımız şey böyle betimlemeler değildir, betimleme hayattır.” demişti. Hayat, işte roman… Bu üstadlar etraflarına bakmışlar; hassas, inceleyen, düşünen, açıklayan imişler. Basiretin tarihini yazmışlar, zamanlarının ahlakını yazmışlar; gördükleri gibi, etraflarında mevcud olduğu gibi, gözlerine girdiği , asaplarını tahrik ettiği hayat gibi yazmışlar. Bunda kimisi ifrata giderek hep fena şeyleri yazmış, “Hep fenadır!” demiş. Kimisi fena cihetlerle iyi cihetleri karşılaştırarak bir güzel söz söyleme köşesi gösterirken arada bir teselli pırıltısı olsun diye bir fazilet ve yücelik levhası betimlemiş; fakat hayatlarından harice çıkmamışlar…

Evet, niçin yazılmıyor, bizde de niçin yazılmıyor? Eserlerimizi baştan başa hep düşünceler ve 
bazen aşıkane tutkulara, hele sırf özel ve samimi betimlemelerin sarf edilmesi, muhit ve zamana önem vermeyerek betimlemeyi ruh hallerine ayırmışız. Hayatta istek ve aşıkane üzüntülerden başka istek ve üzüntü, kaydı tutulan ölümlerden başka cinayet yok mudur? Madem yazar hayatı betimleyecektir, niçin hep bu kısır zemin üzerinde oynayıp duruyoruz da hayatın tutkularını bütün yönelimleri ile insana has özellikleri betimlemiyoruz. Sade aşkla değil, bütün tutkularıyla insanlığı neden betimlemiyoruz. Hayatımızda yalnız yazdıklarımız mı var?.. Doğrusu yazdıklarımızı da hayatımızdaymış gibi yazmıyoruz. Bunlar burada geçtikleri gibi pekala başka bir muhitte de geçebilir. Şahısları bizim tanıdığımız, etrafımızda yaşayan adamlara benzeyen; olayları etrafımızdaki olaylardan ibaret olan romanlar ne vakit yazılacak? 

Etrafıma bakıyorum, öyle şeyler görüyorum ki bunlara dair edebiyatımızda bir harf 
söylenmiyor. Öyle aileler biliyorum ki mahvoluyor, sönüyor; aşksız, cinayetsiz, kansız, katilsiz ölüyor. Bütün yuva eriyor da o bir türlü imha edilemeyen bir canavar gibi yine keyfince yaşıyor. Bir gelin oluyor ki aşka bütünüyle yabancı sebeplerle bir yuvayı yakıyor, yerinde bir avuç kül bırakıyor. Bir genç kadın tanıyordum ki sefalet, açlık sebebiyle ahlakı can çekişerek fuhuşa gıda oluyor. Bir genç biliyorum ki aşktan değil aşksızlıktan intihar ediyor… Bunların birini yazmıyoruz. 

Hep aşk, hep tutku, hep şiir ve musiki mi? Halbuki bunlar daima hayatımızın başka 
tutkularına bir eğlence olmuyor mu? Bunlar hayatımızın diğer eğilimlerinden nasıl ayrılıyor? Hayatta aşk en baskın eğilim değildir aksine diğer eğilimlere en çok mahkum kalan odur.  Edebiyatımızda yalnız sonuçlarını gözlemleyebildiğimiz bir kötümserlik bir ümitsizlik var; bunun sebeplerini yazmak kadar güzel bir roman zemini olur mu? Ücra mahalleler gezilse, büyük haneler görülse, oralara inceleyen bir nazarla bakılsa, bu miskinlik ve yahut fakirlik içinde sürünen hayatlar yazılsa… 

Öyleleri var ki saygısız ve sevgisiz, bugünkü refah için kalp, vicdan , insanlık namına her bir 
şeyi eziyor, maksadına yönelik hareket için dolap çeviriyor, yalan söylüyor, dolandırıyor, iftira ediyor, çalıyor, kanlara giriyor; bunlar yazılsa… Feci evlilikler var; tedbirsizlik, hesapsızlık, akılsızlık, kalın kafalılık, görenek yüzünden açılan bu kadar yaralar var. Bu toplumsal düzende sefalet yarasından başka bir şeye sebep olmayan eşitlik var. Validelik, pederlik, zevclik, zevcelik ne olduğu bilinmediğinden, hayat nedir bilinmediğinden dökülen yaşlar, üzülen bedbaht olan sefiller, kahrolan biçareler var… 

Roman bunları yazmalı, roman toplumun ahvalini gösteren bir tutanak olmalı. Bizde pek 
yanlış anlaşılan “Sanat için Sanat” verimsiz görüşünü, def ve reddetmeli. Bugün Avrupa’da bütün edebiyat fennî bir kisveye büründü. İnsanlığın ıslah ve tedavisi için çalışan alimler ile beraber olarak çalışıyor, daha iyi bir insanlık, daha Mesut bir gelecek için uğraşıyor. 

Niçin, niçin yazılmıyor?

Tevfik Fikret Bey “Hefte-i Edebî niçin yazılmıyor?” demiş ve bitirmişti. Ben ondan daha 
bedbaht olduğumu görüyorum çünkü bu hissettiğim noksanın sebebini söyleyemeyeceğim. Bunun için cidden muzdarib olduğumu, böyle bir eser yazmak için öldüğümü, etrafımda da yazılmak istenildiğini gördüğümü itiraf ederim. Bu iktidarsızlığa mı hamledilmeli, yoksa bu ihtiyacı hissetmeye mi? İkisine de değil: çünkü bu ihtiyaç hissediliyor, iktidara gelince başarılı olmadan bir girişime iktidarsızlık mani olamaz zannederim. 

Biri vicdanımızın en vahşi, en insanî tutkularına kadar sarsacak, böyle insanî eserlerinden 
mahrum eden bu sebep nedir? Yüce okuyucular heyetinin kayıtsızlığı, daha doğrusu karşı çıkışı bir sebep olamaz. Eser bu hükmü görmek için yazılmış ve basılmış olmalı. Şurası da pek gerçek bir şeydir ki Fikret Bey’in “şöhret silsilesi” dediği yazarların fikrimce birinci nedenleri, yazarken aldıkları sınırsız zevktir. Bu öyle bir zevktir ki işkenceden farkı yoktur. Fakat sınırsızlığı zannederim bu zevk veya işkence tabirlerinin biriyle ifade olunamayan bir ruh halidir. Bunu yazmak ise ruhlarının pek samimi bir ihtiyacını ifa ve ikna etmekten başka bir şey değildir.


-Tarabya-

Servet-i Fünûn Dergisi Sayı: 445 Sayfa: 38/39/40/42)

ZELİHA

1991’de Kayseri’de doğdu. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi - Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği bölümünden 2017’de mezun oldu. Aynı yıl Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nde Türk İslam Edebiyatı ABD’de yüksek lisansa başladı ve “Kaside-i Münferice” isimli tez çalışması ile devam ediyor. İz Yayıncılık’tan çıkan ve Ömer Seyfettin hikâyelerinden oluşan “Yalnız Efe” isimli eseri yayına hazırladı.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları